T’ARAF

Önce bir özürle başlamalıyım sanırım sözlerime… Özür dilerim… Sözde bölücüleri kınarken, onlara maşa olduğumun farkına bile varmamıştım daha düne kadar. Mantıksızdı çünkü. Onlar hatalıydı biz doğru, onlar yıpratıyordu biz düze çıkarıyorduk, onlar bölüyordu biz biriz diyorduk, onlar kötüydü biz iyi… Açıkçası insan yanılabiliyor. Doğru bildiğin, doğru olmayabiliyor.

Önce doğrularımı sıralamalıyım... Bana göre doğru olan saygı duymaktı. İnsanı ne olduğu, nasıl olduğu için değil sadece insan olduğu için sevmekti. Birlikti, beraberlikti. Doğru bildiğinden caymamaktı, savaşmaktı doğruları uğruna... Düne kadar bunları düşünürken, çok fırsatım oldu düşüncelerimi yıkıma uğratmak için. Saygı duyduğum değerleri nasıl yozlaştırdıklarını gördüm. İnsanı bölge bölge, il il, sınıf sınıf, beden beden, hücre hücre nasıl böldüklerini gördüm. Birlik kavramının ne demek olduğu yani aslında bizi nasıl parça parça böldüklerini gördüm. Doğrularımın, insani değerlerle savaşını izledim göz göre göre… Sonra bir baktım ki; doğru bildiğim koca bir yalandan ibaret. Bir baktım ki; aslında bir bakmıyormuşum olanlara, baktırıyorlarmış… Ve sonra dedim ki kendime; insanları yüzdelik dilim olarak gören bir düşünceyle aynı safta savaşamazdım ben. Bu en azından hala sağlam temelleri olan doğrularıma aykırıydı. Savaşmak kelimesi biliyorum hoş değil, merak etmeyin zaten benim dilimde onlarla bir değil.

Bizi sokakta, okulda hatta evlerimizde bölmeye çalışan zihniyetler başarılarını zevkle izlerlerken, ben evimde yansız zannedip okuduklarımla bileniyordum. Bilendikçe bilendim ve zamanla gördüm ki, bizi bileyenler köreleceğimiz günü bekliyorlarmış esasında… Şahısları ilahlaştıranlara kızarken, yanımdakilerin de onlardan farksız olmadıklarının farkına vardım. Körü körüne inanmak, araştırmadan bağlanmak, temelsizce yapı kurmak bana göre değildi. Bu düşüncelere varana dek, çok insanla konuştum. Bizi taraf taraf ayıranlar sayesinde insanları taraf taraf dinleme olanağım oldu. Sonra bir baktım ki; her taraf, bertaraf… Okuduğum kitapları bir köşeye bırakıp, bir  de diğer t’arafları okudum. Gazeteler zaten koca bir yıkım… Medya yerle bir… Sosyal medya uyandırıyoruz ayağına rant peşinde... Halksa kime, neye inanacağını şaşırmış… Kimileri üzerlerine bir yan giymiş, kimileri sadece izlemeyi seçmiş, kimileri olanlara üzülüyor, kimileri dur demek için elinden geleni yapıyor, kimileri ise bize bir “taraf”larıyla gülüyor… Önce evde başladı kavga; kalabalıktık ve bir düşünmüyorduk. Sonra okulda; sevdiğimiz insanlardan, dostlarımızdan, arkadaşlarımızdan ayırdılar, böldüler bizi bir bir… Sokaklar zaten çıldırmış gibiydi…

AnchorDerken ne olduğumuzu bile anlamadan bilinç altımıza işlemişlerdi taraf olmayı. En kötüsü de birçoğumuz olanlardan zerre fikir sahibi değildik… Beni en çok kızdıran, belki de beni taraf olmaya iten durum buydu. İnsanların bilgisizce, düşüncesizce kendilerini bir oluşun içine atmaları fazlasıyla sinirime dokunuyordu. “Neden oradasın? Sevgilim istedi...” İşte benim kırılma noktam da buydu sanırım. Beni en çok bunlar biledi. Fakat zamanla insanları böyle yargılamamam gerektiğini anladım. Çünkü t’arafında olduğum zihniyetteki insanlarda bu kızdan çok da farklı değildi… Şimdi bunları neden mi yazıyorum? Çünkü ben uyandığıma inanıyorum… Sizin de gözlerini açmanızı istiyorum. Saygılar…

 

K A F A  K A Ğ I D I :

GİZEM ÇAVUSOGLU

Yaşanmışlık yaşından huzur çık tebessüm ekle, biraz acılı baharat, biraz huzurun ensesinde tatlı hayat derken; dünya gâfili, okumada afili bir kulum Rabb'imin sayesinde... Diğer bilgilere gelince şu ölümlü dünyada; 23 Ocak 92 doğumlu, SDÜ Elektrik Elektronik Mühendisliğinde okuyan, İstanbul'da doğan, Rize'de yaşayan vs. bir kulum özünde...

 Paylaş


     Gizem Çavuşoğlu'nun Eski Yazıları

90 KUŞAĞI

Hayatımın –tuhaftır- en hengâmeli dönemindeyim. Belki biraz ben nazlanıyorum, böyle bir yanılma alanı da bırakayım sizlere. Ama düşünün, soluksuz geçmiş ve bezdirmiş 18 yıllık eğitim hayatım sonlandı. Sonlandı dediysem hemen sevinmeyin benim için; gözümü kararttım 2 yıl daha okumaya karar verdim. Sahi söylüyorum bitirdim, yüksek lisans için bu debelenmelerim. Velhasıl, müthiş bir ucuz işçilik sendromuyla karşı karşıya kalmam pek yakın bir zamana rastladı. Staj süresince vatandaşlarından havayla ne bileyim suyla beslenip hayatta kalmalarını bekleyen devlet babamız, ücretle çalışma yasağını gözünü kırpmadan koyuvermiş. Sen misin bu yasayı düzenleyen, al sana sömürü platformu diye ortalığa saçılan avukatlarla, stajyerler için fevkalade bir yaşam kılavuzu dönemi de başlamış durumda.

En baştan söyleyeyim yakınmak için yazmadım ben bu yazıyı. Hatta birazdan soluğu siyasette alacağım. İçinizden “dam üstünde saksağan vur beline kazmayı” atasözünü geçirdiğinizi duyar gibiyim. Durun bakın nasıl bağlayacağım şimdi staj fenalığını siyasete. Ama müsaadenizle biraz daha şikâyet etmek istiyorum.

Hem bir şeyler öğreneyim hem geçineyim derdine düşenler için ne yazık ki pek alternatif yok. Nihayetinde her birimizden müthiş kahramanlık hikâyeleri duymak istiyorlar. “Ben öğrencilik yıllarında adliye bahçelerinde uyudum, icra dairelerini evim bildim.” türevinde. Aslında asıl mesele, tam o zaman başlıyor. Umduğunu bulamayacağını anladığında bir yerlerden başlamak içgüdüsüyle boynunu hafifçe eğmeye başlıyorsun. Şöyle bir 45 derece falan. Ama bizden çok var-mış. Ve ver elini mülakat silsilesi. Benim maceram da bu noktada başlayıverdi.

Hukukla ilintili terleten bir yığın soru. 30 saniye süre. Hayatımızı 3,5 saate sığdırmaya çalışıyorlar diye veryansın ettik ya sınava girerken, heh işte onun mutasyona uğramış hali bu. Fakat bugün enteresan bir mülakata girdim. Tamamen entelektüel sorular. Bir an kendimi Kim Milyoner Olmak İster programında sandım. Fakat insafsız organizatörler joker hakkı tanımamıştı. Mülakattaki diğer adaya biraz daha politik sorular denk geldi. Stalin’in milliyeti mesela. Sahiden çıktı bu soru. Kızcağız söyleyemeyince avukat bey amcamız 10 Emir uzunluğunda bir nutka başladı. Konuşmaktan besleniyor sanırım amcamız. Çünkü böyle bir monolog aşkı görmedi bu gözler.

“90 kuşağı apolitik!”, “90 kuşağı entelektüellikten gram nasiplenememiş!”; bu ve buna çıkan bir serzeniş dizisi başladı hemen akabinde. Kulaklarınız aşinadır herhalde bu yakınmalara. Ben de bir 90 kuşağı mensubu olarak –neredeyse bir örgüt olarak telakki edilmeye başlandı çünkü- naçizane savunmamı yapayım. Restimi çekeyim o biçim, malum atarlı bir nesildenmişim ben. Sahi biz 90 kuşağını kimler yetiştirdi? Biz Etiyopya’da büyütülüp Tanzanya’da mı eğitim aldık da geldik Türkiye’ye? Türkiye dediğiniz yer neresi, vize uygulaması var mı o ülkeyle? Neslimi garipseyip yadırgadıklarına göre başka bir yerlerde yaşamış olmalıyım ben.

Ben kim olduğumu söyleyeyim size; 10’lu yaşlarının başında kilerdeki eski püskü o zamanlar dev gibi gelen ve sandığı andıran bir bavulun içine saklanmış onlarca kitap bulmuş biriyim. Kitap dediğin kitaplıkta olmaz mıydı? Hem kitaplıkta zaten sıra sıra kitaplar vardı. Bunlar çirkin kitaplar mıydı? Neden şiir kitapları da vardı içinde? Bol resimli kitapçıklar vs. Bu konunun üzerinde en azından bu yazıda fazla durmayacağım ama şunu söyleyeyim ben size; ben, korkunun nüfuz ettiği bir kuşağın ürünüyüm. Darbelerle refleksleri alınmış, tepkisizleştirilmiş, devlete sivri gelen tarafları(?) törpülenmiş bir nesildir benim ebeveynlerim. Öylesine sinmiş ki bu korku toplumun içine, siyaset dediğimiz kelime bile neredeyse “ismi lazım değil” denilerek açılacak bir konu olmuş misafirliklerde.

Üniversiteye gönderilen hemen her gencin kulağını küpe olsun diye, kalplerine ekilen korku tohumları yeşersin diye biraz da, siyasetten uzak durması öğütlenmiştir. Siyasetten uzak durmak nedir? Nedir bu siyaset denen meret? Ot mu? Tehlikeli beyazlardan mı? Uzakdoğu sporu mu? Belli ki hayati değil hani ayda yılda bir, özel bir yere giderken giymelik saklanan siyah düz elbiseleri olur ya annelerimizin gardırobunun bir köşesinde, bizim de beynimizin bir yerine belki lazım olur diye sakladığımız bir kelime olarak kodlanmış.

Tüm bu korku için ailelerimizi yegâne sorumlu ilan edersek de fena haksızlık yapmış oluruz. Onlara bu tokadı atanlara sormak lazım asıl soruları. Tabii biraz da iğne çuvaldız denklemini kurmalı. İnternetin koynunda canlanmış bir nesiliz neredeyse. Bilgiye ulaşmak çok daha kolay. Hoş belki de bu yüzden değersizleşmiştir bazı şeyler. Ama bu koşullarda çok da savunulabilir bir yanımız kalmıyor. Bir parça açlık, bir parça merak, bir parça sorgulama arzusu pek çok şey katabilmemiz için elverişli koşullar da varken en azından bir ölçüde nitelikli hale gelmemize yetebiliyor. Evet, belki büyük bir kısmımız Anadolu’nun ufak tefek ama şirin, daha ziyade dışı seni içi beni yakar türden yerlilerinden koşup geldik büyük “moderen” şehirlere. Geldiğimizde de yaşımız 17-18 dolaylarında seyretmiş. Aslında tam omurgalanma çağı, kimlik edinme zamanları. Ben bu kimlik edinme meselesine çok takarım. Bunu da not edeyim, bu konuda da içimde bir volkan var. Neyse ben anlatma istediğimi pat diye bırakayım ortaya; değişim bu hayattaki en leziz süreçlerden biri. Daha doğrusu süreç zor, ama hayali bile pek bir lezzetli. Değişmeyen insandan korkulmalı oysa. Sabah uyandığı gibi yastığa koyuyorsa kafasını bir insan, orada ters giden bir şeyler vardır.

Serzenişimi şöyle özetleyeyim; şu yerden yere vurduğumuz 90 kuşağı var ya, işte onu elbirliğiyle mahvettik. Baskıcı, antidemokratik zihniyetler ve bu fikriyatta devlet yapılanması, ebeveynlerde fazla dozda endişe ve gençlikteki kahredici vurdumduymazlık. Ama bu noktada bir itirazım daha var, mahvedilen bir nesil olabilir bizimkisi. Fakat henüz kaybedilmiş bir nesil değil. O yüzden önyargılı, aşağılayıcı ve despot ifadelerin kimseye bir faydası olmaz. Düşe kalka öğreneceğimiz çok şey var. Ama birlikte, toplumun her bir zerresiyle beraber. Duymaktan hoşlanmazsınız belki, ama ölü toprakta yeşeremeyiz…

 

K A F A  K A Ğ I D I :

EZGİ YILDIZ

91 yılının sıcak aylarından birinin en sıcak gününde, haritada enteresan bir yer işgal eden ülkesinin en sıcak şehirlerinden birinde dünyaya geldi. Bir evin bir kızı, hatta bir yavrucağıydı ama hiç şımarmadı tabii. İlköğretimi, hayatına yön verecek Türkçe öğretmeninin 20 yıldır görev yaptığı okulda okudu. Hani her hikâyenin illa tuhaf bir kahramanı olur; bu genelde öğretmen olur ya, öyle bir şey... Ama onunkisi matematikten pek anlamazdı. Ardından ismini telaffuz ederken gereksiz bir tonlama arayışına girilen bir lisede okudu. Muhtemelen uzun dönem askerlik yapmış bir patates doğrayıcısından çok daha fazla malzeme toplayarak, yıllardır hayalini kurduğu mesleği ve rüyalarının şehrini kazandı. Rüyalar şehrinin pembe elbiseli narin kızların dolaştığı, erkeklerinin beyaz atlarla gezdiği bir kent olmadığını, şehir yolundaki sanayi sitelerinden sezinledi. Ha, hala bu şehre âşık o ayrı. Mesleki kariyerine gelince; gelinemedi henüz o aşamaya. Gününün büyük bir kısmını stajyerlik denilen ucuz işçiliğe söverek geçiriyor. Yağmuru, kahveyi, çölleri ve İskoçya’yı çok sever. Evet, İskoçya.

Paylaş

The world totally is in chaos today, and specially the muslim world. Headlines of daily international news do depict some kind of problem somewhere in the muslim world and many of them yes, manipulate news for their own sakes. However when the words ‘Muslim world’ are pronounced anywhere today it only reminds of a disaster other than tranquility. Let’s shortly find for the reason through this work of mine. 

One of the main action introduced by the final messenger of Islam(pbuh) was to unite vivid ideas and people of various nature under one concept; the concept of peace. Unity was one of which he emphasized the most throughout his lifespan and warned about even after death. Hence the religion of Islam is always been a powerful building tool and ever welcomed by any societies around the world because ‘Peace’ is always a global message and it’s the heal for a sophisticated  society with plural views.

But what we see in the muslim world today is something on the contrary. Burgeoning wars, dictatorship, illiteracy, improper management of wealth, social evils and all types of destructions crossing through your mind. This desperate scenario has confused the world with the concept of Islam. This is no doubt a clever depiction of mass destruction in the social and national structure of them muslim world.

But in my view all these happenings are the  flows of two main sources. One is the withdrawal of the muslims from the constitution of their life, Islam and the other is the unfair and and immoral interference of the west into the muslim world. Had it not been for these reasons  the conflicted muslim world we see today would have thrived a land of peace and prosper.

The muslim world was once glittering with knowledge and inventions. It was when the muslim world had known to be in the golden ages whereas the Europe was in the dark. Throughout this time the muslims offered this world a number of inventions among which a many are even considered to be as basics for today’s technology.  This education they got was due to the encouragement of the religion to explore and grasp the knowledge wherever it was available. But on the contrary we see that today’s muslims are away from the religion and thereby the other sciences. If I have to put it through a simple example, muslims have the food but not the spoon; the resource is available but not the mechanism to consume it. And even in the value aspects of life, muslims are so backward. So much indecent behaviors, extravagance, misusing of the term Shariah and more and more.

The next cause for today’s muslim world to be divided is that the west has started to intrude in to muslim nations mostly the arab nations and taken total control of the political system. The main motive behind this is that the availability of resource that are seen crucial by them and the expansion of commerce. They first find the week links in the muslim world and with the help of it, divide it into particles so that it’s more easier to influence the components of it. This’s what they have been doing since the past century. Then what they simply do is to exploit all the resources by waging wars. It’s as if the more instable the Muslim world is, the more stable the West or the modern day representive of the west, US. 

This was a very short article on the divided muslim world and its causes. I just wanted to pinch your thoughts giving up the reasons that I found using my limited knowledge, and I’m sure that such a topic would deserve pages rather ending with a pinch.

 

Müslüman Kardeşler’le fiilî manada tanışıklığım 2010 senesine uzanıyor. Yani Mübarek’in kendisinin ve rejiminin dimdik ayakta olduğu ve mutlak otoritesine muhalefet edebilen tek örgütsel yapının İhvan olduğu bir dönemde, teşkilata mensup arkadaşlarla tanışma ve hareketin muhteviyatını öğrenme fırsatı elde etmiştim.

Zihnimdeki İhvan tanımı; o zamanların baskıcı rejimi altında devamlı zulme uğrayan mazlum muhafazakar müslüman topluluğu olarak yerleşmişti. Nitekim adaletten uzak suçlama ve yargılamalar, hapisler, ölümler zihnimdeki tanımlamayı doğrular nitelikteydi.

Ve seneler geçti...

Önce Arap Baharı geldi. 30 yıllık hükümranlığın ardından Mübarek gitti; Mısır reelde ilk demokratik seçimini yaptı ve Mohammed Morsi, İhvan’ı temsilen Mısır’ın seçimle gelen ilk cumhurbaşkanı oldu. Buraya kadar yaşanan süreç, averaj standartlardaki bir sosyal medya kullanıcısının takip edebileceği olaylar zinciri olsa gerek.

Bir adım ötesine geçildiğinde ise; sürece dair uzman görüşleri, sosyo politik analizler ve -benim çok da itimat edemediğim- siyasi parti mensuplarının değerlendirmeleri geliyor.

Türkiye; en ciddi meselelerde dahi, duygusallığının tesirinden çıkamayan insanların memleketi. Bu tanım yeni yetme muhafazar gençleri de kapsıyor, yıllanmış solcu zihinleri de, devrimci Türk & Kürt’ü de... Bundan mütevellit hangi mesele üzerine konuşulursa konuşulsun; âlâkadar olmak ya da olmamak, mevzu-bahsin takip edilen ideolojiye uygun olup olmamasıyla ilişkilendiriliyor. Bu çerçeveden bakıldığında; İhvan yönetiminin darbeyle indirilmesi siyasi bir gelişme olarak görülür, savunuculuğu ya da karşıt olma hali meseleye dair iç-dış parametreler göz önüne alınarak belirlenebilir. Bunlar düz mantıkla dahi bakıldığında kabul gören yaklaşımlardır. Ancak darbeyi takrîben gerçekleştirilen katliam “insanî” bir meseledir. İdeolojilerin kısıtlamalarından münezzeh, tamamen vicdanlara seslenen bir olaydır.

Mısır halkı Morsi yönetimine şikayetlerini haykırmak için Tahrir’e çıktığında, “yabancılar” olarak meseleye müdahil olmamamız gerektiğini savunmuştum. Benzer senaryolar birkaç hafta öncesinde Taksim’de yaşanmışken, “yabancı” basın ve yorumcuların olayı ne boyutlara taşıdığına daha yeni şahit olmuşken, Mısır’ın iç meselesini kendisi halletmesi gerektiğinde nettim. Hele ki İhvan’a yöneltilen şikayetlerin birçoğunu haklı bulurken, İhvan savunuculuğu yapmak doğru değildi. Ta ki, yönetimin darbe eliyle değiştirilmesi ve hemen arkasından vuku bulan katliamlara kadar...

Türkiye’yi duygusal bulmamdaki örnekler süreç takibini bir adım geriden yaptığınızda netlik kazanıyor. Gençlerin birçoğu İhvan’ı sosyal medyada paylaşılan fotoğraf ve haber linklerinden tanıyor; kendilerine yakın buldukları siyasi parti ve grupların söylemlerine sarılıp ya muhafazakar İhvancı oluyor ya da ulusalcı söylemlerle darbeye destek veriyor.

Mevzuya hakimiyetleri “duyduklarından” ve onlara “söylenenlerden” ibaret. İstisnalar elbette mevcuttur; ancak kesin olan gerçek şu ki ilmimizle, bilgimizle değil; etkisinden kurtulamadığımız duygusallığımızla yargılar ve peşin hükümler verir olduk. İnsanlar “birey” olduklarının şuurunu kaybetmiş vaziyette; kitleleri oluşturan figuranlar edasında holiganlık yapar hale geldi.

İslamiyet’te hizmetin yolu anarşi ve terör değildir; nasihattir, irşattır. İhtiyaç duyulan; birbirimize sıklıkla bu hakikati hatırlatmak ve yıkıcı olmaktan ziyade yapıcı olmaktır.

 

Birazdan yazacaklarımın benim kalemimden çıkıyor olması, beni garib duygular hülyâsında uzun bir yolculuğa mecbûr bırakıyor. Diyorum ki kendime, nedir bu kadar önemli olan, neden bu kadar kızıyorsun? Sen değil misin ki uzun süredir eline televizyon kumandası almayan, sen değil misin insan zamânın en büyük düşmanı olarak bu tek gözlü deccali gören? Benim için böyledir gerçekten de, televizyon karşısına geçilip yayılmayı, ömrümüzün değerli saatlerini "zaplamayı" insanın kendine yapabileceği en büyük kötülüklerden biri olarak görürüm. Hiç mi televizyon izlemiyorum? İzliyorum elbet, televizyon izlemesem de internet üzerinden görsel medyayı tâkib ediyorum; ama diziler ve  daha sonrasında dizilerin tartışıldığı programlarla vaktimi hebâ etmiyorum.  Ve hep de kızarım ömrünü dizilerle hebâ eden insanlara. Nedir bu dizi dediğiniz şey, kim neyi diziyor? Önümüze olmayan hayatları dizip onlara özendirmekten başka ne işe yarıyorlar?

Peki ya şimdi? Bir dizi yayından kaldırıldığı için üzülmekler, diziyi yayından kaldıran kanalı boykot etmekler de neyin nesi? Evet, günlerdir ahvâl ve şerâitim budur. Yalnızca bir dizinin arkasından üzülmek değil benimkisi, yıllarca dizileri, "televizyon dizisi" kavramını mümkün olan her platformda yeren birisi olarak bu hâllerimden sonra doğal olarak insanların yüzüne bakacak yüzüm kalmadı. Sonra dedim ki bu işte bir başkalık var, ben dizi yayından kaldırıldı diye üzülecek adam değilim! Bir boşluk, bir arayış, bir kendinden utanış! Aynalar, aynalar bile bana düşman! Ne yapmalı, bu bunalımdan, bu ikilemden nasıl çıkmalı? Bir yolu, bir çözümü, bir cevâbı olmalı! Vardı da elbet, hattâ cevablar cevablar...

Cevab basitti: benim üzüldüğüm bir dizinin yayından kaldırılması değildi; zîrâ yayından kaldırılan bir dizi değildi. L&M idi yayından kaldırılan. Bir İskender babası vardı meselâ, Baba İskender. Baba gibi babaydı da hani, Mecnun'u kenara çekip aşk ile ilgili iki kelâm ettiğinde aslında hepimizi kenara çeker, hepimize unutamayacağımız bir hayat dersi verirdi. Dostluğu anlatırdı bize; çünkü dostluğu en iyi o bilirdi. Nasıl bilmesindi? Dostluk ettiği adam dünyânın en şimbilli insanı, anasının gözü Baggal Erdal'dı. Fırsatını bulsa kendi ciğerini satıp baralar baraları yüs yüs yüs iki yüs yüs yüs iki yüs diye sayma potansiyeli olan, insanlıktan nasîbini almamış, bıyıkları çekecise baggalla dostluk yapabilen bir adam İskender B. Ve Erdal için yataktan kovulmaya, 3 dede 4 adam 1 Azrâil ile aynı yatağı paylaşmaya değecek bir dostluk. Çünkü o dostluk doğumhâneden gelen kötü haberle yıkıldığında yaslanabileceği tek omuz. Hırsız Yaviz'i unuttuk sâhî, müzmin âşığımız. Belki tek bir mevsimi sevemedi, gerçi izin verseler severdi de, kursağında bıraktılar zavallının. Sonbahar Eylül'de ânî gelen yağmurlarıyla sırılsıklam etti H.Yavuz'u, düşene bir de İlkbahar vurdu Nîsan rüzgârlarıyla. Ama yılmadı Yavuz, sevdi. Sevilmese de sevildiğini sansa da kendinden ödün vermedi, çiçekler aldı sevdiceğine, şiirler okudu. Günümüz erkeklerine bir şeyler göstermek ister gibiydi. Dede vardı sonra dede. 1 tâne mi dersiniz? Olur mu hiç, 3 tâneydiler: Az sakallı, ak sakallı, dost sakallı. Dedeler dedeler. Birisi aşk çölünde kalana İsviçre çakısından değerli,  diğeri Dünyâ Edebiyatı'nın incisi. Az sakallı dede de L&M'nin tuzu biberi haciii.

İsmâil abi. Hoooooop! Ayrı paragraflara paragraflara lâyık. Onu kendi dizisine layık görmeyen kanalın "ağzından çıkanla kulağının dediğinin duyduğunu ben bi kere olsun artık Allah aşkına farkına var bildiğin lafı konuşurken ya." Ölüm var hayatta, ayrılık var, ihânet var, at var. Üzüntünün her türlüsü var. Peki ya beklemek? Gelmeyeceğini bile bile sevgiliyi beklemek? Gelmeyecek bir gemide gelmeyecek bir babayı kendine gelememecesine beklemek. Bize aşkı, aşk acısını öğretecek çok adam vardır belki; ama böylesine beklemeyi başka kim anlatabilirdi? Beklerim diyip de var mı bekleyen, İsmâil abi gibi? Hayır yol + yemek + sigorta yoksa boşuna beklemeyelim hacı, sigorta önemli.

Leylâ'yı Leylâ yapan Mecnun'un aşkı, Mecnun'u mecnun yapan Leylâ'nın özlemi. Onları L&M yapan İskender Babası, İsmâil Abisi, Yavuz'u, Şimbilli Erdal'ı, dedeleri, gözlüklü çocuğu, Melül'ü, Arda'sı, kafasında orman yetiştiren lastikçi Ömer'i, Kubilay-lay-lay'ı, altyazılı Leylâ'sı, kutupayısı, Kireçburnu Çakalları, Nadya ile İvan'ı, Metonya'sı, doktoru, çekip giden annesi, Şekerpâresi, kıvırbaşı, hor-hor sesli Nîsan'ı, Orhan amcası, eriği, inciri, üzümü, mısırı, atı...  Ve öyle bir şey idi ki bizim Leylâ ile Mecnun, ne Leylâsı'ndan ne Mecnunu'ndan sözetmeye gerek bıraktı.

Şimdi sorarım size ey dostlar; ne yapacağdık, diğerlerinin dizi olduğu yerde L&M'ye de mi dizi diyacağdık? Ah be L&M, keşke sen de diğerleri gibi dizi olsaydın da rekor reyting oranlarınla reyting yüzünden yayından kaldırılmasaydın.

Kendimi ve düşüncelerimi anlatmaya çalıştığım  zamanlar çok olmuştur;  ki olmaya da devam eder.

Çünkü insan anlatmaya çalıştıkça anlıyor insanoğlunu, vicdanın, düşüncenin önemini daha iyi kavrıyor.

Bunu yapamayan her insan susuyor hiddetin, haksızlığın karşısında.

Kendimizi anlatmak için seçtiğimiz yolun bir önemi yok, müzikle, şiirle, yazıyla, resimle dahi başarabiliriz bunu, yeter ki isteyelim.

Ben bunlardan bahsetmeyecektim gerçi, çok farklı bir düşünceyle çıkmıştım yola. Demek ki içimde birikmiş bu dört cümle, söyleyemeden geçemedim.

Son 4-5 aydır beni tanımlayan bir cümle var; 'Ülkenin derdine üzülmekten kendi derdimi unuttum.'

Biz ayrılıklardan her zaman canı yanan bir toplumuz, ayrılmak bizi süründürüyor, ayrılık kelimesi bile içimizi dağlıyor.

Fakat buna rağmen ayrılmaktan alıkoyamıyoruz kendimizi.

'Neden?' diye çok soruyorum kendime, 'Hangisi doğru, hangisi yanlış?' ' Haklıyı, haksızı nasıl ayırdedeceğiz?' 'ayrılmadan nasıl birleşiriz?'

Beynimde dolanan milyonlarca cevap oluyor, tam bir cevaba odaklanıyorum, 'tamam işte bu yüzden!' diyorum, başka bir ayrılık çıkıyor karşıma.

Sosyal medya canımı sıkıyor  bu yüzden, neyi nasıl kullanmamız gerektiğini bilmediğimiz için, birbirimize küfretmeyi maharet sayıyoruz.

Dört bir yanda savaş sesleri yankılanıyor, kulaklarım tırmalanıyor.

Sosyal medya savaşları, gerçek savaşlar, içsel savaşlar, aile savaşları...

Hangisine dur demek gerek, hangisi dur deyince duracak bilmiyorum.

Anlaşmamız ve anlamamız gereken tek konu 'insan' aslında.

Bir insan öldüğünde 'dili, dini, ırkı' için değil,  sadece  'insan'  olduğu için üzülmeli insan dediğimiz mahluk.

İnanıyorum ki herkes bunu başarabildiğinde bu dünyada yaşamak için gerçek bir nedenimiz olacak.

Aksi halde 'ölmek için nedenler' listesine bir adet madde daha eklenecek.

Ölmek kolay, yaşamak için nedenlere ihtiyacımız var.

Dünya, savaşmak için çok küçük. İnsanlar savaşmak için çabaladıkları takdirde,  dünyadan daha da küçük oluyorlar.

Hepimiz biliyoruz ki, bir savaş  çıktığı takdirde, olan 'gönlü dünyadan büyük, yüreği zengin, namuslu gariban çocuklarına olacak.

Neyi, neden desteklediğinizi iyi kavramanız gerekiyor.

Yalan, insanı kör eden en sinsi hastalıktır.

Çok içime sinen bir yazı olmadı bu, affınıza sığınıyorum..

Fakat bir şekilde kendimi yine anlattığıma inandığım bir yazı olduğunu hissediyorum.

Körlüğümüz daim olmasın, güzel insanlar.

Sadece kendinize değil, dünyanın bütün canlılarına iyi bakın.

Online dergiler Online dergiler