ÖZGÜVEN Mİ, ÖZ’E GÜVEN Mİ?

 Ne çok duyar olduk şu “özgüven”i. Ne çok “özgüvenli” insanlar görür olduk etrafımızda. Ne kadar mühim bir vasıfmış şu “özgüven”.

Sizce de bu işte bir gariplik yok mu? Biraz bencillik biraz kendini beğenmişlik yok mu içinde? Bence var! Hem de fazlasıyla. Bencillik var, çünkü insan güveni sadece kendisinde arıyor şayet bulabilirse “özgüvenli” oluyor. Kendini beğenmişlik var, insan kendini her şeyin sebebi olarak görebiliyor ve her şey sadece onun elindeymiş gibi yaşıyor. Attığı her adım doğru(!) çünkü o “özgüvenli” aman Allah’ım!

 Öte yandan mutsuzluk ve tatminsizlik kaçınılmaz oluyor “özgüvenli” insanımıza. Ama o an öngöremiyor insanımız bu sonuçları, yola devam… Ta ki Sahibi’nin hayatındaki yerinin farkına varana kadar. Daha doğrusu hakiki manada iman edene kadar. Oysa en başında kendine değil Öz’üne, Rabbi’ne, Sahibine, Mutlak Kudret’e güvenmeyi bilseydi sonuçlar çok daha başka olacaktı. O kendini ne mutsuzluk ne de tatminsizlikte bulacaktı, aksine çok daha farklı bir Muhabbet’te çok daha Gerçek bir güvende bulacaktı.

Aslına bakarsınız sırtını kime dayadığın önemlidir hayatında. Ne kendine ne nefsine dayanmaktadır çözüm. Sana en yakın olanda, seni en iyi anlayanda, her nefesinde yanında olandadır yani Rabbinde. İşte bu noktadadır fakirin “Öz’e güven” kavramı. Hayatta kimimiz özgüveni kimimizse Öz’e güveni seçer. Bana sorarsanız Öz’e güvenmenin farkını yaşamaktadır hayatın tadı…

Fatma Esra Günaydın

Paylaş


     Fatma Esra Günaydın'ın Eski Yazıları

 

21. YÜZYILIN HUKUK MEZUNLARI:

FOTOKOPİ HUKUKÇULARI

 

Fotokopiler klasik ‘hukuk fakültesi öğrenciliği‘ algısını yıkmadı mı sizce de? Hukuk kazanmak isterken, ‘ben nasıl okurum o kadar kalın kitapları’ söylemi, daha birinci sınıfın en ‘kalın’ derslerinden Anayasa Hukuku dersinde yıkıldı bir kere...

 

Kalın kitaplardan kurtulduktan sonra bir kaynak olarak fotokopileri kullanamayacağımızın farkına varamadık. Hukuk fakültesini ‘açık öğretim’e çevirdik adeta. Bunu değişik çevrelerde hukuk fakültesi ile övünürken dahi yaptık.  Çünkü ‘hukuk çok zor lan, öyle böyle zor değil; kitaplar, notlar, hocanın ödevleri…’ demeyi biliyoruz biz sadece.

 

Henüz doğru düzgün kaynak taramayı bile öğrenemedik sarı kağıtlara basılı fotokopiler yüzünden. Benim de kısmen  dahil olduğum öğrenci grubu tarafından hep bir kurtarıcı olarak görüldü, kimin yazdığı bile belli olmayan bu  fotokopiler. Onları hiç satın almadan bir derse sadece akademik kaynağından çalışmadık, fotokopilere bakmadan sınava göze alamadık bir türlü.

 

Onun için hepimiz hukuk fakültesinden fotokopi hukukçusu olarak mezun olacağız.

 

Teorik bilgilerimiz hep ciltlenmeyi ve sistematikleştirmeyi bekleyen gelişigüzel kaleme alınmış fotokopiler gibi olacak.

 

Furkan Güven Tastan

Paylaş

DARÜLACEZE

Büyük bir fotoğraf karesinin içindeyiz şimdi. Üstümüzde yüzyıllar öncesinden kalan tabelaya inat, içten gülümseyen yüzlerimiz ve burası ‘Darülaceze Müessesi’.

Arkadaşlarla beraber, orak heveslerle gidilmiş bir gezi. Herkesin yüreğinde aynı sebep: ‘Yaşı çoğalmış ve hayatın köşesine sıkıştırılmış bu insanlar, ziyaret edilmeli, onlara neşe götürülmeli.’

Peki ya herkes bu geziye gitmeli mi? Sorusunun cevabı pek yok bende. Belki herkes gitmeli belki de herkes böyle bi yerin hiç olmaması çaba sarf etmeli.

İşte Darülaceze gezisinin en zor kısmı bu.

Kafanızda canlanan her soruya cevap vermemelisiniz burada. Kendinizi sorgulamayı bırakmalı, size sıkı sıkıya sarılan ve bir türlü bırakamayan o ele yardım etmelisiniz. Ona sevgi hissettirmelisiniz, hiç hissetmediği gibi.

Konuşmalısınız onunla ve belki en çok bunu yapmalısınız; çünkü eğer giderseniz bir gün, bakarsınız o, tek kalmış suratlara, anlarsınız; yalnızlık gerçekten Allah’a mahsus ya da giderseniz bir gün, görürseniz o kemik erimesinden mahvolmuş teyzeleri; söylenirsiniz kendi kendinize ‘Her şeyden önce sağlık.’

Sonra sizin yanında kalmanızı isteyen yaşı 50 gösteren; ama 38 olan biri vardır karşınızda; tek arkadaşı, çakmağıyla sigara paketi. Ne düşünseniz şaşarsınız; ama dedim ya ‘Burada sorgulamak yok.’

Uzun, soğuk koridorların içindeki her bir odaya kulak vermelisiniz burada. İçlerine girince mutlu hissettirmelisiniz. İşte o zaman, siz de boncuktan cami yapan amcanın kanaryalarını görüp ne kadar özgür olduğumuzu anlarsınız ya da bunun yerine oda arkadaşıyla ‘iddia’ muhabbeti yapabilir, kapıda sizden sigara isteyen amcalarla konuşup onlara yanlışları için hak verebilirsiniz.

En güzeliyse, sorduğu bilmecelere cevap veremediğiniz amcanın bilmecelerinin cevaplarını kendisinin de bilmediğini fark etmenizdir, bu kısa gezinin içinde.

En sonunda, yaşadığı hayata, yaşadığı yere, yaşadığına şükreden bu insanlara, son kez gülümseyerek bakar ve fotoğraf karenize geri dönersiniz.

Şimdi sorgulamaya izin var. Artık düşünebilirsiniz hayatı, amacını, sizi, büyüklerinizi. Artık kendinizi burada hayal etmemek için daha sıkı sarılabilirsiniz hayata.

Kendi dedenizi hatırlayıp arka arkaya defalarca ‘iyi ki’ diyebilirsiniz. Hatta sonra büyüyeceğiniz gelirse aklınıza ‘dünyayı daha güzel bir yer yapma’ hayali kurabilirsiniz yeniden ve belki ileride bir gün tekrar ziyaret edersiniz burayı ve ileride bir gün asla bavulunuzla aşındırmazsınız bu kapıyı.

Merve Karagül

Paylaş

CANI SAĞOLSUN

“Canı sağolsun” diyebilmek bir erdemdir. Bizim insanımıza mı hastır bilmem ama erdem sahibi olan herkesten duyabileceğim bir cümle olduğu düşüncesindeyim. Bu cümle kişi seçer pek tabi; ahlaksızlarla, düşmanlarla işi olmaz.

Candan Erçetin’in  “Canı sağolsun” parçasında çok güzel özetler bu erdemi:

Sevenin de sövenin de ah edenin de canı sağolsun

Gelenin de gidenin de dönmeyenin de canı sağolsun

Bu dünyaya sevmeye geldim, eşi dostu görmeye geldim

Mutlu oldum, dertli oldum, aşk uğruna sarhoş oldum

Hancı oldum, yolcu oldum, meşk uğruna sırdaş oldum

Güçlü oldum, suçlu oldum, dost uğruna yoldaş oldum

Hem soruldum hem sürüldüm ben

Ama hepinizin canı sağolsun

Soranın da bilenin de öğrenenin de canı sağolsun

Alanın da verenin de isteyenin de canı sağolsun

“Canı çıksın”ın panzehiridir. Tüm olanlara rağmen “canı sağolsun” diyebilmek “canı çıksın”dan çok daha başka kılar hayatı.Gönlü geniştir ve de ferahlatır.

“Hayat kısa”; çok klişe fakat çok da doğru bir söz. Üzülmeye değmez çoğunlukla karşılaştığımız olumsuzluklar. Çünkü geriye dönüp baktığımızda üzüldüklerimize üzülürüz.

“Gül, geç” diye bir mantık vardır hayatta. Aslında “Canı sağolsun “ de ve geç diyebilmektir.

“Değmez!” diyebilmektir. Bunu yıllar önce Ömer Hayyam fark etmiş ve demiş ki rubailerinde: 

Boş yere gam yeme yaşamını şen götür

Zulüm yolunda, adaletle geçsin ömür

Sonu yokluk olduktan sonra şu dünyanın

Hiç olmamış gibi davran, olasın özgür

Herkese; gülüp geçebileceği, “canı sağolsun” diyebileceği, güzel ve bir o kadar anlamlı günler dilerim.

 

Fatma Esra Günaydın

Paylaş


     Fatma Esra Günaydın'ın Eski Yazıları

ÖKÜZ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Türk kültüründe öküzün -çok önemli olmasa da- uygun bir yeri vardır. İnsanlık tarihi boyunca öküz, onun en büyük yardımcısı olmuştur. Erkek buzağı (dana) olarak dünyaya gelmiş bu hayvan, insan eliyle iğdiş edilerek öküz haline getirilmiştir. Kuşkusuz, bu daha güçlü hayvan türü elde etmek için başvurulmuş bir yoldur. Hayvanın üreme kabiliyetinin sona erdirilmesiyle sağlanan güç olgusu, ahlâkî yönden tartışılabilir bir durumdur. Fakat aslolan insan ve onun ihtiyaçlarıdır denirse, mantıkî bir kabule ulaşılabilir. At ve eşeğin çiftleş(tiril)mesinden doğan katır için de benzer bir yaklaşım söz konusudur; yaratılış özelliğine (fıtrat) müdahalenin öncelik ve sonralığı pek de önemli değil gibidir. Günümüz genetik mühendislik ahlakı eğer bir çıkış arıyorsa, işe buradan başlayabilir! Konu bu noktada tam da bir hayvan hakları meselesidir.

İnsanın iğdiş edilip enenmesi ise herhalde en büyük insan (kul) hakkı cümlesinden olsa gerektir. Böyle olmakla birlikte hadım edilmiş (erkekliği giderilmiş) köle çocuklar (harem oğlanı) insanlık âlemi için yüz ağartmayan bir gerçeklik olagelmiştir. Günümüzde bırakılması veya çok azalması vicdanî bir rahatlama sebebidir.

Tarım ve taşıyıcılıkta insanın yardımcısı hayvanlar olmuştur. Öküz de bunların başında gelir. Makineleşmeyle birlikte zımnî bir azalma süreci yaşanmış, ülkemizde de otuz kırk yıl önce danayı öküz eylemekten vazgeçilmeye başlanmıştır. Günümüz Türkiyesinde traktör kullanımının yaygınlaşmasıyla öküz kırsaldan çekilmiştir. Besiciliğin önem kazanmasıyla da erkek buzağılar dana olmuş ve/fakat boğalığa geçemeden et halinde tüketilme kaderi yaşamaya koyulmuştur! Bu noktada hayvanseverlerin belirginleşen tutumu dikkat çekicidir. Sağlık ve şahsî tercihten tutun da Hint dinleri etkisi ya da vejetaryen konum eliyle kırmızı et tüketimi aleyhine durmadan gelişen ve etkisini arttıran bir faaliyetin varlığı bilinmektedir. Aynı kişi ve kurumların beyaz eti temsil eden tavuk tüketimiyle ilgili bir tutum üretemediği ise diğer bir gözlemdir.

Kimi kişi ve çevreler de et elde amaçlı hayvan öldürmeyle ilgili değişik görüş sahibidir. Kültür ve din farkına dayalı kabul ve uygulamaları önceleyenler olduğu gibi  -ki Avrupa kamuoyu böyledir- dine mesafeli yaşam sürme ve nâzenîn kaygılarla hayvan kesimine karşı protest bir tavır sergilendiği de söylenebilir. Daha çok Kurban bayramı zamanı yükseldiği gözlendiği bilinen bu tepki, göreceli bir mâhiyet arz etmektedir.

Görüldüğü üzre insanın, hayvan (ve et) tasarrufuyla ilgili bir meselesi vardır ama bu bizimle öküz arasına fazla girmemelidir! Bunlar denmeden de öküz hakkında fikir sahibi olmanın güçlüğü teslim edilmelidir; çünkü öküz bahsinde asıl konu güç’ün tasarrufudur.

*

Hayvan ve hayvanla ilgili adlandırmaların her kültürde belli bir temsil kimliği (alegori) bulunur. Bir kısmı benzerlik gösterse de ayrılıklı yönü pek çoktur. Bunu belirleyen ise kültür kodu, kabul ve ihtiyaçlar; yer, iklim; mizaç, algı, tepki, zevk, özdeşlik eğilimi vb. unsurlardır. Temsilde olumlu ve olumsuz tasniften söz edilebilir ve bu, hayvanın doğrudan fizik özellikleriyle ilgili olmayabilir. Öne çıkarılan ve örnekleme yapılan unsur tercih’le ilgilidir; mutlak değildir, yer ve zamana bağlı âmillere göre değişime uğrayabilir.

Olumlu ile olumsuz’u açmak gerekirse şunlar söylenebilir:

Türk kültüründe (Türkiye Türkçesi) arslan yiğitlik bildirimli iken tilki kurnazlık, ayı ve deve kabalık, pire ise çalışkanlığı ifade eder.

Pire rahatsız edici (olumsuz) bir hayvandır ama mevcut telakkiye göre “beceri, başarı, çalışkanlık” bildirir (pire gibi adam). Yine kişilik yüklemesi (atıf) yapıldığında rencide etmez (Pire İsmail).

Deve yararlı, sevimli, mübârek (olumlu) bir hayvandır ama mevcut telakkiye göre “kabalık, hantallık, görgüsüzlük” bildirir (deve gibi herif, devenin teki). Kişilik yüklemesi yapıldığında ise incitir (Deve Tuncay).

Yukarıda geçen kişilik yüklemesi, psikolojiye ait bir terim olmak yanında, anlambilim alanına da giren ve anlam yüklemesi başlığı altında incelenen bir konudur. Anlam yüklemesi insanla insan, insanla hayvan, insanla bitki ve insanla eşya arasında yapılır. İnsanlar arası benzetme kişilik, imaj, taklit vb. biçiminde görülür (yavuz gibi adam, nemrut suratlı). İnsanla bitki fazla yaygın değildir ve Dîvân Edebîyâtındaki mazmunlar akla gelir: çınar, fidan, filiz, gül, servi; serv-i revân. İnsanla eşya ilgili birkaç örnek de şunlardır: minare kılıklı, seyyar minare, sırık, taş kâlpli... İnsanla hayvan ise zaten bu kitabın konusudur ve örneklerini ilerleyen sayfalarda göreceğiz.

Kültür ve algı farkına gelince... Ayı, Türk kültüründe -deve gibi- kabalık, görgüsüzlük bildirir ve bu temsile sahipken, İsviçre’de çok yaygın kişi ve soyadı biçiminde karşımıza çıkar; başkentinin adı da ayı’dır (Bern).

Kişi adı olarak konan pek çok hayvan adına karşılık bir Türkün adının ayı, deve, domuz, inek olması düşünülemez. Öküz de kişi adı olarak verilmez; takma ad (lâkap) biçiminde işlektir.Anchor[1]

Bu kısa girişten sonra, şimdi öküz’le ilgili teşhis ve tespitlere geçebiliriz. Öküz, mevcut kabule göre olumsuz’u temsil etmektedir. Bütün yararı ve emrimize sunduğu güç’e rağmen olumsuz bir karakterdir; aşağılama, dışlama, kınama ve yergi vesilesidir. Tek olumlu özdeşlik erkeklik (cinsî) güç bildirimiyle ilgilidir (öküz gibi sevişmek). Enenmiş bir hayvanın kimliğiyle cinsî güç ifadesi oldukça gariptir ve zıtlık ilkesiyle açıklanabilir. Benzer bir olumlama örneği de XVI. yy. devlet adamı Öküz Mehmet Paşa’da görülür (bkz. İlgili metinler). Ayrıca yine Selçuklu veziri Saâdeddin için de benzer bir zıtlıktan söz açılabilir.

Zıtlık ilkesi, hayatı anlamada üzerinde durulması gerekli bir kavramdır. Burada sadece dildeki yansıması üzerinde duracağız. Anlamı çok açık; bir şeyi tersinden ifade!

Nazar bütün kültürlerde varlığı bilinen bir olgu; bizde de var ve dindeki yerini biliyoruz. Türk, çocuğuna nazar değmesin diye mavi boncuk takar, başı ağrıyınca dua okur ve adını -yerine göre- “nazar, çirkin” koyar. Türk, Müslüman olduğu için domuz yemez hatta nefret eder ama çocuğuna, domuz anlamına gelen “çocuk” der.Anchor[3]Bazı yörelerde ise yetişkin çocuklara moza (mozak) diye seslenilir, ki domuz yavrusu demektir.

Türk kültüründe sevgi bildiriminde de bir zıtlık ilkesinden söz edilebilir. Nazar değmesin diye bebeklerin ‘aman ne çirkin şey’ diye sevilmesi, annenin bebeğine ‘anneciğim’Anchor[4] biçimindeki hitâbı, ablanın kardeşine ‘ablacığım’ veya ‘ablası’ demesi buna örnek verilebilir. Ayrıca, kadının kocasından söz ederken ‘babamız’ demesi de bu cümledendir.

*

Öküz, Türkçeye Sanskrit dilinden geçmiş bir kelime: *ökör/ökür>öküz.Anchor[5] Diğer şivelerde de kullanılıyor:Anchor[6] hökiz (Özbek), hökuz (Uygur),Anchor[7] ögiz (Kazak), ogüz (Kırgız), ügiz (Başkurt,Anchor[8] Tatar)

TT’de öküz’e akraba diğer adlandırmalar ise şunlardır: boğa,Anchor[9] buzağı, dana,Anchor[10] düve (tüge), evire,Anchor[11] inek,Anchor[12] kele (boğa, tosun), manda,Anchor[13] sığır,Anchor[14] tosun.Anchor[15]

*

Aşağıda Türkiye Türkçesinden öküz’le ilgili birkaç adlandırma ve deyim örneği verilmiştir:

Deyim anlamlı adlandırmalar

öküz ayağı (mantar adı), öküz ayaklı (düztaban), öküz gözlü (şehlâ), öküz gözü (mantar adı), öküz güzeli (çirkin),öküz herif (sövgü), öküz kafalı (sövgü), öküz ünüğü (büzme tatlısı), öküz ünüklü (obur)...

Şathiye (alay, yergi)

öküz aleyhisselamöküz hazretleri

Deyimler

öküz aydamak, öküz bakışlı olmak, öküz bakmak, öküz gibi ağnamak, öküz gibi bakmak, öküz gibi böğürmek, öküz gibi süsmek, öküz gibi tepişmek, öküz gibi yatmak, öküz gibi yayılmak, öküz gibi yürümek, öküz gütmek, öküz koşmak, öküz olmak, öküz sanmak, öküz sürmek, öküzden yana olmak, öküze benzemek, öküze uymak, öküzle bir olmak, öküzle çift sürmek, öküzle öküz olmak, öküzleşmek, öküzlük etmek, öküzlük yapmak, öküzü andırmak, öküzün tirene baktığı gibi bakmak; öküz öldü ortaklık bozuldu...

Osman Kibar

 


Anchor[1] “oğuz”un -aradaki sesteş benzemeye bakılarark- öküz’den geldiğini söyleyenler olmuştur ama bu kökenbilim açısından doğru değildir; oğuz “ok+uz” biçiminde birleşik adtır.

Kişi adlarıyla ilgili geniş bilgi için bkz. Osman Kibar, Türk Kültüründe Ad Verme, Akçağ Yay., Ankara-2005

Anchor[2] kö-p-ek>köpek [ET’de kömek fiili bağlamak anlamı verir. “kök, köl (göl), köprü, kör...”]

Anchor[3] bkz. Dîvân, c. I, s. 381

Anchor[4] Saadet Çağatay, Türk Lehçeleri Örnekleri-I, ‘Kalyanamkara ve Papamkara’, DTCF Yay., Ankara-1977, s. 34; amrak ögüküm: Sevgili anneciğim (Annenin oğluna hitâbı).

Anchor[5] Türkçedeki “ögüz (ırmak)” ile öküz arasında sesteş benzerlik vardır.

Anchor[6] Geniş bilgi için bkz. Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü-I, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara-1991

Anchor[7] Uygur Türkçesinde öküz için “kotaz” da denmektedir. Eski Uygurda ise “ud” biçimi görülür; “adakı ud adakı teg (ayağı öküz ayağı gibi)” bkz. Oğuz Kağan Destânı, (Haz. Muharrem Ergin), Hulbe Yay., İstanbul-1998, s. 29

Anchor[8] Başkurt Türkçesinde öküz için “konan” da denmektedir.

Anchor[9] Diğer şivelerde “boka, buğa, buka”

Anchor[10] Sanskritçe thene>dana [torpok (Kırgız), göle (Türkmen)]

Anchor[11] Dört yaşını doldurmamış dişi manda

Anchor[12] Diğer şivelerde de “inek”

Anchor[13] camış, dombey, su sığırı (TT), camış (Azerbaycan), eneke (Kazak), gavmış (Türkmen); camış ve gavmış “geviş getirmek”le ilgilidir.

Anchor[14] hıyır, iri mögözlü (Başkurt), iri kara (Kazak), uy (Kırgız), kara mal (Özbek, Uygur), sıyır (Tatar)

Anchor[15] Eski Uygur metinlerinde “sert, kaba” anlamındadır (bkz. Kalyanamkara ve Papamkara, s. 72)

Anchor[16] Arabaya koşulu çift öküzün önüne ayrıca koşulan ikinci çift öküz.

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

BİR İNCİ SÖZLE YAZILMALI BELKİ; YENİ ÂLEMLERİ AÇACAK OLAN BİRİNCİ YAZI

Nasıl başlasam diye düşünüyordum; bu yeni defterin, ilk sayfasında bir ilk yapmak, harika şeyler yazmak istedim. Ama bulamadım. Bilemedim. Tıpkı kendimizi bilmediğimizi bilmediğimiz gibi.. Hani bilmezdim beni. Ben beni bilmez iken, bilmişti biri. Bilince, bildirince beni bana, bilmediklerimi bildiği halde göndermişti, bilmediğim yerlere beni.

 İlk başlarken de bilmiyorduk, başladık bilmiyoruz, bitirirken yine bilmediğimizle bitiriyoruz. Bitirirken biliyoruz. Ve bitirmekle bir bilinmeyene daha başlıyoruz. Meğer ne de çok şey-aslında hiç bir şey bilmiyormuşuz. Bilmedikleri korkutur insanı. Bilmediğin bir yerde daha da tedirginsindir. Bir bilen gerek, seni senden de iyi bilen bir(i) gerek. Öyle ki 'Bir'le bin olasın. İşte; hiçliğimi bin eyleyecek, beni emin kılacak 'biri' bu yazıya başlarken buldum. Onunla başlamak. Bilmediğim yerlerde kendimi bile bilmezken beni bilenin, beni benden iyi bilenin adıyla başlamak.

 ''Bismillahirrahmanirrahim...'' Bir(inci) sözdür... Öyle değerli ki, hiçi bin yapan bir inci.

Ve biterken başlamak.. Biterken bilmek.. Bitiriyorum, bildiğimi söyleyerek; Bismillah!

İki yıl önce böyle başlamışım yeni aldığım defterimin ilk sayfasında. Yeni bir yerde, her birinin apayrı dünyaları içinde sakladığı insanlarla muhatap oluşlarımı, kuracağım dostlukları, yaşayacaklarımı,hüznümü sevincimi.. Kısacası her sahifede her gün bambaşka âlemlere kapı aralamak isteyişim; her birimizin her gün kendi dünyasında yapmak istediğimiz bundan başka nedir ki. Her birimiz sürekli bir arayış yolculuğunda yol alan seyyahlar değil miyiz? Sadece kimimiz  bu dünya denizinde kendi içinde tek başına bir yolculuğa çıkmayı seçer, kimimizse gittiği yolda seyrederken, diğerlerini de seyreder. Diğer dünyaların içini görmeyi başarabilenler, sonunda kendi içlerini de görüp asıl yolu bulmayı başaranlar olacaklardır. Bunun en güzel yolu ise yazmaktır. Kaleminizin kâğıdınızda yol alışına bırakın kendinizi. Kimi zaman kısa, kimi zaman uzun soluklu olacaktır bu yolculuğunuz. Ama ne yazılırsa yazılsın, okunmaya değerdir yazılan her yazı. Çünkü serilen yeni bir âlem önünüze.. Bu yolculukta isteyelim ya da istemeyelim aslında beraberiz.. Aynı yoldan, farklı dünyalara bakarak, gerçekleşmesini istediğimiz bir âleme doğru Yol almıyor muyuz?  Öyleyse dünyalarımıza şans tanımaya ne dersiniz?

Seyma Canbaz

Paylaş

Online dergiler Online dergiler