Otobüsten indiğim anda eğlenceli bir temaşayı geride bırakmıştım. Kaldırımda rahvan adımlarla yürüyor, ruhumun dehlizlerinde kaldığım yerden devam ediyordum düşüncelerime.

Çoğu zaman kaldırımlarda hep kaçtığım, kaçındığım meselelerin içinde buluyordum kendimi. Yanımda bana eşlik edecek biri olsaydı bu meselelere dalmazdım sanırım diyordum. Ama kaldırımlarda benimle birlikte yürüyecek birisini düşünemiyordum. Kaldırımlar yalnızlığımın mihveri gibi, adımlarımla dönüp dolaşıyorum etrafında. Ama bu sefer adımlarımı atarken daha bir içliydim, beden yorgunluğum yanı sıra ruhum da yorgundu.

Bölük pörçük, yarım bırakılmış hayallerdi ruhumu yorgun düşürüp kederimi arttıran. Mutluluğa yelken açmış sonra da ilk rüzgârda yan yatıp, ıslanıp, denizin derinliklerine yol alan bir kâğıt gemiye benzetiyordum kendimi.

O sıra Makberin ön sözünü hatırladım, ” Kederimin artması için sevinmeliyim” . Kederinin artması için sevinmelisin çünkü bu sevincin ertesinde seni daha büyük bir keder bekliyor olacak, diyordu şair. Şimdi anlıyorum çocukken neden büyüklerin “ Çok gülme oğlum, sıkıntı basar” dediklerini. Aslında dilimize yerleşmiş nasihat niteliği taşıyan basit cümlelerin, hayata dair ne kadar da büyük bir gerçeği içinde barındırabileceğinin bir örneğiydi bu.

Hayal kurmaktan hep kaçınırım derdim kendime; çünkü bilirim hayal kurup iştiyak halinde beklemenin biz insanlara ne kadar büyük kötülük ettiğini. Ama her seferinde de kendime söz geçiremiyordum. Ben ve kendim çok farklıydılar. Kendim muhtevasında mükemmelliği temsil ediyor ama ”ben”, her zaman yarı yolda kalan mağrur bir kişilik oluyordu.

Kaldırımda yürürken ellerim boşlukta sallanıyordu. Hayal dünyamdan kopup, herkesin bildiği ama kimsenin kimseye söyleyemediği basit ama acı veren gerçeklerle yüzleşiyordum uzun bir süredir.

Yanaklarım alev alev yanıyordu. Oh! Olsun diyordum kendime. Kendimle ben çok uzaklardaydık ve kavuşabileceğimizi bir birimize denk düşebileceğimiz herhangi bir sükûnet, huzur anı yoktu. Biriktirdiğim elvan güller, her kendime yenilişimde kurumuştu avuçlarımda ve bir kum tanesi gibi süzülüp parmaklarımın arasından rüzgârla birlikte savrulmuşlardı.

O rüzgâr hep aynı yöne doğru esiyordu, renk renk güllerimi benden alıp çok uzaklara götürüyordu.

“Hayat da böyledir… Hayat da böyledir. Çaresizlik ve tehlike anları vardır ki o zaman çırpınmaya ve haykırmaya gelmez. Batar insan ve boğulur”

Nihayet yorgun adımda olsa gelebilmiştim iş hanına. Birkaç ders kitabı almam gerekiyordu. Girdiğim ilk dükkândan kısa bir süre de olsa pazarlık yaparak kitaplarımı aldım. Cebimde kıtı kıtına birkaç gün yetecek para kaldı.

Dükkândan çıktıktan sonra alt kattaki sahaflar çarşısına uğramak ve uğramamak arasında kararsız kalmıştım. Aklımda sormak istediğim birkaç kitap ismi vardı. Bunları düşüne dururken kendimi çarşının en büyük ve benimde sürekli müşterisi sayılabileceğim sahafçının kapısına gelmiştim. İçerisi her bir yanı iki insan boyu raflarla çevrelenmiş.

Raflarda sararmış, sayfaları yırtılmış, kapak resimleri solmuş kitaplar… Eskimiş kitap kokusunu içime çekerek raflarda göz gezdiriyor bir yandan dükkân sahibini gözlüyordum.

Uygun bir zamanını bulup, Haruki Murakimi, Marcel Proust ve Faulknerr’in birkaç kitabını sordum. Yoktu. Sonra kolay kolay kimsenin tanıyamayacağı adı duyulmamış benimde bir rastlantı eseri yüz yüze de tanıma fırsatı bulduğum bir yazarın kitabını gördüm. Onun kitabını raflarda görmek beni sevindirmişti.

Dükkândan çıkmak üzereyken son kez göz gezdiriyordum. Bu sıra dükkânın öteki ucunda üst üste dizilmiş kitap yığınlarının arasından orta yaşlı bir adam el ediyordu bana. Herhalde kitaplar hakkında soru soracak düşüncesiyle yardım sever bir ruhaniyetle yanına gittim. Orta yaşlı mütevazı bir adamdı ama adamda yersiz bir heyecan vardı söze nasıl gireceğini bilemiyor gibiydi.

Sonra bana eskimiş, sayfaları sararmış bir kitap uzattı “ Bence bu kitabı okumalısın” dedi. Kitabın adı “Alevler ve Güller”di. Adama kanım çok ısınmıştı, tüm bu sıkıntısı bana bir kitap tavsiye etmek içinmiş. Bu durum bana çok değer verdiği bir gizi açıyor olduğunun göstergesiydi. Kitabın ismi de ilgi çekiciydi “Neden bu kitabı okumalıyım?” diye sordum.” Bu kitap benim hayatımda okuduğum en güzel iki romandan biri” dedi diğerini de çok merak etmiştim ama sormaya cesaret edemedim.

Kitabın sayfalarını karıştırmaya başlamıştım roman karakterlerinin isimleri hoşuma gitmişti bu sırada bir yandan da adam kitabı anlatıyordu. Siyasi iklimde geçen bir aşkı anlatıyormuş, kendisini sürekli sorgulayan bir adammış başkarakteri. Kitapta insanlar seviyor ya da ölüyorlardı.

Kitabı sizin için alıyorum diyerek adamı sevindirip, cebimdeki sınırlı sayıda parayı da kitaba vererek dükkândan ayrılmıştım.

Caddeye çıktım, kaldırımda yürümeye devam ettim bu sefer yalnız değildim bir kitap vardı, içinde insanlar seviyor ya da ölüyorlardı.

Okuduğunuz bu satırların bir yazarı, önünüzde bulunan ekranın bir mühendisi, kullandığınız yazılımın bir programcısı vardır; öyleyse hiçbir şey kendiliğinden olmamış ve hiçbir şey kendi haline bırakılmamıştır.

Ressamsız bir resim veya kâtipsiz bir kitap ya da nakkaşsız bir nakış yoktur.

Kâinat kitabının her kelimesinde bir başka kaside ve harika bir nida. Yeryüzü bir sayfa, ağaç bir cümle ve çekirdekler birer nokta.

Kuru bir tohum, kara toprakta yemyeşil desenler çizip her renkten meyveler sunar; hava molekülleri hiçbir harfi hasifleştirmez herhangi bir mikyasta.

Günbatımının turunç kızılı, bir kurumuş yaprağın sepyatik kahve tonu, taptaze bir eriğin göğem yeşili; bir ressam olmalı ki, çizmiş bahar ufuklarına tutunan bu rengârenk resmi.

O’ndan daha güzel boyası olan var mı?

Bahsi geçtiğinde çok derin soluklu tartışmalara kapı aralayabilecek, sayısız türde yorum ve mülahazaya gebe olabilecek kadar çetrefilli; kimilerinin kanayan yarası, kimilerinin sahiden korkulu rüyası, kimi yarım akıllılarınsa popülaritelerini artırmak istedikleri farklı arenalarda kullandıkları propaganda aracı diyerek, İslamofobi’ye sözlük anlamı dışında yeni bir tanımlama getirebiliriz.

Ya da yeni bir bakış açısı demeliyim.

Birkaç ay önce İslamofobi'nin konu edindiği bir seminere katılmıştım. O seminerde tuttuğum notlar bir iki gün önce elime geçti, şöyle bir göz attım, bıraktım. Daha sonra bir dergide yine bu mevzu üzerine baya geniş çapta yer alan bir yazı gördüm. Okudum, düşündüm ve ben de bu yazımda son zamanların eğilim fobisi üzerine paylaşımda bulunmak istedim.

Yazımı; katıldığım seminerin içeriği ve katılımcıların çok değerli bulduğum yorumları üzerine şekillendirsem, zannediyorum yeterli ve yerinde olacak.

Konuşmacı arkadaşımız farklı din ve milliyetten insanların oluşturduğu bir dinleyici kitlesine hitap ettiğinden, belki de henüz "İslam”ı öğrenmeden islamofobia'yla tanışan yabancılar için seminerin biraz daha anlamlı olması adına zihinlerde "tanım"ından önce "fobisi" yerleşmiş bir dinin gerçekte ne olduğunu söyleyerek başladı.

İlerleyen dakikalarda dünya genelinde Müslümanların maruz kaldığı çirkin muameleler ve elbette terörist damgasından bahsedildi.

Ama benim asıl etkilendiğim anlar, seminer bitiminde konuşma hakkı isteyen insanların birbirinden değerli yorumlarını dinlediğim anlardı.

Müslüman olmadığını söyleyen İngiliz bir dinleyici, islamofobinin biz Müslümanların "suçu" olduğunu söyledi.

Bu kavramın yaygınlık kazanmasının sorumluları adına bir hesap kesilecekse eğer, büyük payın Müslümanlara ait olduğunu titreyen bir sesle tabiri caizse bağıra bağıra söyledi.

İlk anda neyi kastettiğini anlamadım.

Sonrasında iddialarına tek bir cümleyle açıklık getirdi.

"Biz bilmiyoruz!"

"Biz İslamı bilmiyoruz, Müslümancın gerçekte kim olduğunu bilmiyoruz. Bizim bunları öğrenmeye, sizi dinlemeye ihtiyacımız var."

Çok yürekten gelen sözlerdi bunlar.

Ve o, konuşmasını bitirip yerine geçtiğinde benim gözlerim dolmuştu.

Haklıydı... İslamofobi Müslümanların alet edildiği çirkin ama çok çirkin bir şeydi. Bundan en çok acı çeken yine Müslümanlardı. Ama bu sorun, kötü zihniyetli grupların bizi yaftaladığı "katil, terörist" söylemlerine sürekli karşı tepkiler vererek, onların haksız, iftiracı insanlar olduğunu söyleyerek çözülemezdi.

Artık "ne olmadığımızı değil, gerçekte ne olduğumuzu söyleme vakti"ydi.

Ben terörist değilim demek yerine, bak aslında ben buyum deme devriydi.

Özetle İngiliz arkadaşımız, bize tebliğ vazifemizi hatırlatıyordu.

İnsan, bilmediğinden korkarmış.

Hatta sakallarını kesmemekte direnen Sokrates'e niçin şunları kesmiyorsun diye sorulduğunda, O da benzer cevabı vermiş."Bilinmeyenden korkar insan. Sakallarımı kestiğimde neyle karşılaşacağımı bilmiyorum."

Aslı bilinmeyen öcü olmak istemiyorum ben de.

Bizi bilmeyi isteyen daha nice İngiliz, Fransız, Amerikalı varken; sırra kadem basmak istemiyorum.

Ve hepimize bu yolda muvaffakiyetler diliyorum.

DEVLET BABA ÖZÜR DİLER Mİ?

 

1970’li seneler:

 

Bir Anadolu kasabası..

 

İlçenin Kütüphane Müdürü tam anlamı ile adam gibi adam….

 

Gençleri, ideoloji ve de özellikle komünizm belâsından uzak tutmak için durmadan mücadele eden..

 

Aynı zamanda, onları;

 

Kürtçülük hastalığından uzak bırakmaya gayret eden tam bir vatanperver.

 

Gayretli.

 

Sebatkâr..

 

Dâvâsına bağlı…

 

Çilekeş….

 

***

 

Şu;

 

Müzevir tipler vardır ya..

 

Hani;

 

Ciğeri beş para etmez, ama çamur atmaya gelince üstüne olmayan gudubet tipler!

 

İşte bunlardan bazıları;

 

İlçenin bir anlamda Kültür Müdürü de olan, yukarda meziyetlerini saydığımız Kütüphane Müdürünü ispiyonlamışlar….

 

O gün için;

 

En kolay şekilde çamur atma tekniğiyle:

 

“Kütüphane Müdürü din propagandası yapıyor” diyerek.

 

O günlerin klasik suçlaması…

 

Bir gece, bu komik yaftalamayla bir grup insanımızı derdest edip karakola götürüyorlar.

 

***

 

Bundan sonrası akıl alır gibi değil…

 

Vicdan işi hiç değil!..

 

Bu olay esnasında ki; 1970’lerin henüz ortaları:

 

Müdür Beyin sohbet yaptığı ve müspet hareket etmeleri için didindiği bazı liseli gençleri de içeri alıyorlar.

 

Oysa bu gençleri kasabada bir tek o zamanlar kürtçülük, komünizm ve devrimcilik tuzağından uzak tutan sadece bir kişi var:

 

O da İlçe Kütüphane Müdürü…

 

İşte:

 

Derdest edilip “ayin yapıyorlar” yaftası ile göz altına alınan müdür ve gençler; kısa bir süre kurulan, daha sonra lağvedilen Diyarbakır DGM’ye bile çıkarılıyorlar!..

 

Bu olayı yaşayan ve anlatan okuyucum henüz ilk gençlik yıllarında…

 

Belli ki;

 

Olanlar ve yaşadıklarının derin izleri hâlâ dimağının en belirgin kısımlarında.

 

Yaşı 18’in üzerinde olanları tutukluyorlar…

 

18 yaş altını ise ilçenin doktoruna gönderiyorlar.

 

Niçin mi?

 

Muayene edilmeleri için.

 

Pek bir muayene de yok aslında.

 

Tam anlamı ile bir insan hakkı ihlâli söz konusu.

 

Doktor;

 

18 yaş altı gençlerin ağızlarını açtırıp kontrol ediyor.

 

Diş yapılarını esas alıp;

 

“Cezaî ehliyeti haîz olup-olmadıkları”na bakıyor.

 

Ne kadar medenî bir durum ve de tavır(!)

 

***

 

Zaman.. zaman:

 

İnsanımıza ne kadar da rahat bir şekilde hoyrat davranabiliyoruz.

 

Nasıl olur bu Allah’ım?

 

Şimdiki nesillere bunu nasıl izâh edersiniz?

 

Sonunda: Bu değeri bilinmeyen Kütüphane Müdürü; vatan ve milletin selametine çalıştığı için takdir edileceğine farklı bahaneler de üretilerek bir başka ilçeye sürgün ediliyor.

 

Dur-durak bilmeyen Müdür Bey uzun uzadıya süren dâvâlardan sonra beraat de ediyor…

 

Arada 12 Eylül İhtilali, PKK olayları.

 

Ve:

 

Bu ilçede de birlik-beraberlik sevdası dolu konuşmalar yapıp dönerken şehid düşen Şenkaya İlçe Halk Kütüphanesi Müdürü:

 

Muhterem Abdulbaki Bingöl Bey….

 

***

 

Bu Müdür Beyi ve bütün bu yakın tarihi çocukluğundan beri “12 Eylül Sendromu” ile birlikte yaşayan ve bize zorladığımızdan dolayı aktaran okurumuzun tek beklediği ne biliyor musunuz?:

 

“Devlet Baba”dan bir küçücük özür…

 

Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay, Kendi Bakanlığına bağlı Şenkaya İlçe Halk Kütüphanesi Şehit Müdürü Muhterem Abdulbaki Bingöl Bey gibi isimlerin çoluk-çocuğuyla ilgileniyorlar mı?

 

Bilemem…!

 

Ancak:

 

Bu muameleye tabi tutulan kişinin sembolik olarak da olsa Sayın Bakan gönlünü alabilir.

 

Şüphesiz:

 

O senelerde; hapishane ve kodeslerde çok daha acısı yaşandı bu olayların.

 

Ama Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay özür dilerken büyür…

 

Ancak:

 

Bu olay da eminim ki tarihe geçer.

 

Dünya tarihinde bir ilk:

 

Güçlü Türk Devleti, mağdur ettiği vatandaşından özür diledi!

 

Buna var mısınız Sayın Bakan?

 

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

İKİ MEZARLI ÖLÜ

-Mîrim, duydunuz mu, İzzet Hulûsî Bey de tevkîf edilmiş.

-Evet, haberimiz oldu. Allah yardımcısı olsun.

-Olsun da Mustâ Efendi, bu işin sonu...

-Kader dostum, kader... Tevekkülden başka silahımız yok.

-Tevekkül ne zamandan beri silah oldu?

-Biz tevekkül diyeliden beri.

-!

Mustâ Kâzım Efendi, kendi gibi yaşlı, güngörmüş, âlim bir zât olan dostunun hayretiyle ilgilenmedi. Bazı insanlar mutlak bitiş sonrası bile, umutsuz bir çâre arayışına girerdi. Memduh İhsan da bunlardandı. Belki de kabullenemiyor, hâlâ izlenecek yol, yapılabilecek bir şeyler olduğuna inanıyordu; inanmak istiyordu. Kendini ilme adamış, münevver ve hassas birisiydi. Kendinden ve kendine yapılacaklardan çok, olan ve olacaklarla ilgiliydi. Daha ne ve neler olabilecekse... Mustâ Kâzım Efendi, bir ân ona benzemeyi istedi.

İşte, kaç gün oluyor, İstanbul kanlı cendereye dönmüş, malzemesi insan olan bir yumağı sıktıkça sıkıyordu. İfâde diye çağırılanlardan bir daha haber alınamıyor, mahkemeye çıkanların boynuna hürriyet kordelası bağlanıyordu. Daha tetik duranlar kaçıp saklanmış, izlerini kaybettirmişti. Küçük mahalle câmisi dışında cenâze namazına yasak getirilmiş, uzak akrabalar bile mezarlığa sokulmuyordu. Cuma kılmaya yeter cemaât bulunamıyordu. Bazı kafalarla birlikte maaşlar da kesilmişti. Çoğu müderris yaklaşan ramazanda fırınlarda gececi hamurkâr olarak iş bakıyordu. Çoluk çocuk akraba evlerinde sığıntıydı. Bunlar yetmezmiş gibi, adı şimdiden karaya çıkmış bir kış adım adım yaklaşıyordu. Kimse mangal üfürmenin kaça patlayacağını kestiremiyordu; belki de hiç tütmeyecekti. Ocaklar söndükten âr, hayâ ve şeref pây-i mâl olduktan sonra bir iki mangalın hesabı yapılmazdı. Herkes sıranın ne zaman kendine geleceğini bekliyordu. Bu menfur bekleyiş fazla gecikmiyor, bir sabaha karşı kapılar dipçik darbeleriyle sarsılıyordu.

Sabır, ne zamandır sığınak olmaktan çıkmıştı. Çatlamadık yeri kalmamış taşlar, paramparça halleriyle tozdan bir sis olarak bütün şehri örtmüştü. Bu habis şalı delip geçemeyen ışık huzmeleri sızacak yer bulamayıp karanlığı daha da arttırmak üzere güneşe geri dönüyordu. Bu arada gözler, yavaş yavaş karanlığa alışmaya başlamıştı. Karanlığın artık kararlı olduğu anlaşılmış, gözler de bunu kabullenmişti. Bu puslu hava ve loş şehirde bitkin, çâresiz yüzler, dikliğini kaybetmiş omuzlar, sürüyen adımlar ve edeceği duâları tüketmiş, kıpırtısız, yumuk dudaklar sahipsiz birer gölge gibi dolaşıyordu. Mânâsından uzaklaşmış akl-ı selîm, olana bir ad koymakta zorlanıyordu. İtiraz kurumunun kapısı ağ bağlamış, geleni gideni kalmamış, bomboş bekliyordu. ‘Korkma, Allah bizimledir’ diyen ses kendine muhâtap arıyor, muhtemel muhâtaplar sığınacak bir in dahi bulamıyor...

Mustâ Kâzım Efendi ‘Bu böyle gitmeyecek’ dedi. Artık buralar duracak yer hükmünden çıkmıştı. Şartlar tamam oldukta, hicret müyesserdir... Karşı koyacak ne güç vardı ne de niyet. O halde, kaçıp saklanmak ve gününü beklemek; düzeleceğini ummak üzere beklemek; beklerken de güvende bulunmaktan başka çıkar yol yoktu. Böyle düşünen bir kendisi değildi; nice yakın dostu ısmarlama bir vedâ ile ücrâ yerlere çekilip gitmişti. Kaçmak, artık ayıp sayılmaktan çıkmıştı. Becerebilenler için ‘kurtuldu’ deniyordu. Duyulanlar doğruysa -ki hiç şüphesi yoktu- Âtıf Efendi îdam edilmiş, Âkif Bey Mısır’a sığınmıştı. Gelen diğer dost haberleri de bunu aratmayan birer fâciaydı. Tahammül mülküne Hulâgu Han saldırmış, bülbül sürüsüne şahin dalmış gibi, dört yan feryât halindeydi.

İlk önce birkaç yakın dostuna açtı, sonra evdekilere söyledi. Gizli hazırlık ve gerekli tedârik çabuk bitti. Bandırma yolu açık, deniyordu. İşin ucu üç beş mecidîyede bitiyordu. Celep kılığına bürünmek zor olmadı. Kadınlar yeldirmelerini atıp yaşmak örtündü. Büyük oğlan güvenilir bir kavafa emânet edildi. Yan komşularla vedâlaşmadan, sabah alacasında iskeleye vardılar. Serhoş memurlar, bu basit yolcu kafilesiyle ilgilenmedi. Hergün yüzlercesini gördükleri bir manzaraydı. Gemi yolculuğu sâkin geçti. Çıkındakileri yiyip tütün balyaları üzerinde yattılar.

Rıhtıma çıktıklarında, ikindi ezanları okunmaya durdu. Mustâ Kâzım Efendi ‘Buna da şükür, ezan sesi bâri duyabiliyoruz’ dedi. Ama ardından, bunun da uzun sürmeyeceği yollu bir ürperişle içi cız etti. Zorlu bir pazarlık sonrası bir yaylıyla anlaştı. Başka zaman olsa, bir çeyreğe bitecek Biga yolculuğu tam üç altına patlamıştı. Gönen’e yaklaştıklarında çeteler yol kesti. Yolcunun boş adam olmadığını anlayan çetebaşı, el öpüp yanlarına iki üç adam katıp Ulukır’a kadar selametledi. Kısmen sâkin bir Biga ile karşılaşmak hepsini rahatlattı. Daha İstanbul’dayken işitilen bir söylentinin doğruluğunu öğrenmekle, yeniden sarsıldı; Ahmet Bey’in şehâdetinin üzerinden -neredeyse- üç yıl geçmişti.

Baba dostu bir değirmencinin evine indiler. Yaşlı dost, ertesi gün Kazmalı’ya dönecek bir manda arabası olduğunu söylüyor, bir yandan da ‘Burada kal, kiralık uygun bir ev bakalım’ diyordu. Daha ilk gün Biga’nın da Mustâ Kâzım Efendi için yeterince güvenli olmadığı anlaşıldı. Rüzgârın ne yönden estiği belliydi. Ata ocağı dağ köyünde belki de unutulur, izi sürülmezdi. Şehrin henüz durulmamış, kaynayan bir kazanı andıran istikrarsız havası hiç de iyi şeylere gebe değildi.

Un çuvallarını öne yığıp arkada yolculara yer açıldı. Fakat, kutsal emânetmiş gibi yanlarından ayırmadıkları bir sandığı kaldırıp yerleştirmekte zorlandılar. İçinde ne olduğunu soran adamı, Mustâ Kâzım Efendi ‘Hiç işte... Öte beri’ diye savdı. Arabacı sözünü bilmez cinstendi; köylüsü olduğu unutulmuş bir efendiyle nasıl konuşacağını bilmiyordu. ‘Gâvur ölüsü gibi mübârek’ diye takıldı. Mustâ Kâzım Efendi’nin içi bir daha cız etti. Mırıldayan bir sesle ‘Müslüman cenâzesi oğlum, müslüman’ dedi. Adam baltayı taşa vurduğunu anlayıp bir şeyler geveledi.

Kaldırımbaşı alçağı şimdiden balçığa dönmüştü. Hamidîye, Pekmezli ve Karantı’yı geçip Kozçeşme’ye vardılar. Ne yolcular ne de mandalarda güç kalmıştı. Akşam ezanıyla teyze oğlunun tokat kapısına dayandılar. Karşılarında İstanbullu Efendi Amcaları ve âilesini gören yeğenler, onları koyacak yer bulamadı. Evin gelini pek hamarat bir şeydi. Yarım saat geçmeden tarhana, koyultmaç, pekmez ve somun ekmekli mükellef bir sofra kuruldu.

Arabacı, bacanağında kalacağını söyleyip ayrılmıştı. Artık acele etmiyorlardı. Tâkip, tevkif endişesinden kurtulmuşlardı. Yarın öğlen çıkıp ikindide Kazmalı’ya ulaşırlardı.         

Kendileri varmazdan önce haberleri gelmişti. Yıllardır boş duran ev, akraba gelin ve kızların becerisiyle şimdiden onları yıllarca ağırlamaya hazırdı. İrice bir koç kesilip bulgur kazanları kaynatılmıştı. Yolcuların inmesiyle, genç imam şükür duâsına el açtı, herkes ‘âmin’ dedi. Mustâ Kâzım Efendi ise ‘Bunlar ahvâli bilmiyor. Beni burada durduk yere meşhur edip mahvıma sebep olacaklar’ diye iç geçirdi. Ama, bu samimî, candan akrabalara kızamadı. Her şeyi her zaman ve her yerde açıklamak uygun düşmezdi. Herkes kaderini yaşıyordu. ‘Demek, irşat vazifemiz daha bitmemiş’ dedi.

İki delikanlının el attığı sandık, düşünülmüş bir özenle içeri taşındı. Etraf ‘hoş geldin’le ilgilenirken, Mustâ Kâzım Efendi yan odada bekleyen sandığa gitti, besmeleyle açtı ve sevinçle hiçbirinin zedelenmediğini gördü. Evet, kitapları da en az kendileri kadar güvendeydi!

*

İki yıl dolmadan kötülüğün eli sığındığı bu köye de ulaştı... Suç delili olarak aranan kitapları bulamadılar ama, o yine de karakola düşmekten kurtulamadı. Haftalar sonra bırakıldığında, bir enkâz yığını halindeydi. Evet, bir insan enkâzı...

İşkencenin izi aylarca gitmedi. Sonunda o da câmiye gidemez, helâya çıkamaz oldu. Ziyaretçileriyle topluca görüşüp öğütler veriyor, sözünü ‘Bu da geçer yâhu’ diye bitiriyordu. Yalnız görüştüğü bir tek kişi vardı: Aşağı mahalleden kardeş çocuğu Fevzî. Onunlayken, saatlerce konuşuyor, içeri kimseyi sokmuyordu. Fevzî her ayrılışta ağlıyor, kimseye bir şey demeden dağdaki ağılın yolunu tutuyordu.

Son görüşmede Fevzî daha yeni girmişken, telaşla dışarı koştu. Ev halkıyla birlikte ziyâret için bekleyenler de odaya doluştu. Hasta, emâneti teslime hazır bir sükûnetle helâllık diledi, salavat getirdi. Son mırıltısını anlayamadılar. Terekesinden de bir şey çıkmadı.

Üç gün sonra Mustâ Kâzım Efendi’nin yanında bir mezar daha belirdi. Fakat köyde yeni mezara konacak cenâze yoktu. Pek konuşkan olmayan bir çoban ağıldan inmiş, burayı kazmış ve içine tabuttan küçük, içi kitap dolu bir sandık uzatmıştı. Çoban Fevzî, işi bittikten sonra üşenmeyip yeni mezar üstüne bir de fâtiha okudu.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

Ölüm; ne abartılacak kadar korkunç ne zannedildiği kadar acı ne de insanı geceli gündüzlü kederlere gark edecek kadar duygu hegemonyası değildir. Zira ölüm herkese, somut anlamda, bir kere gelmekle beraber, ölenlerden de tecrübe niteliğinde bilgi alamayışımızdan bir bilmez oluyor adeta. Her bilinmeyende olduğu gibi de ölümde insana korku vermektedir.

Ölümü bu denli abartılacak durumu getiren en önemli şey dünyeviliktir. Yani hayatımızı sadece dünya endeksli yaşamamızdan kaynaklanmaktadır. Bu böyle olunca ondan ayrılma manasına gelen ölümde, sevgilisine bir daha kavuşamama benzetmesinde olan insana bir sıkıntı yükler. Hâlbuki hayat bu değildir. Hayat bir dengeler, çerçeve ve yollardan oluşan geçici bir sınav yeridir. Daha açık söylemek gerekirse asıl gidilmesi gereken bir yolda konaklama yeridir. Elbet bir gün tren kalkacaktır ve o da ölümdür elbet.

“Ölümden korkmayanlar kimdir?” diye bir soru sorulacak olsan benim aklıma ilk önce gelen Mevlana Hazretleridir. Zira ölüm gününe ebedi sevgiliye kavuşma günü olarak gören bir mantık koyar önümüze; ki biz buna Şeb-i Aruz diyoruz. Onun düşüncesinde var olan ölüm kavramı anlaşıldığı üzere asıl yere varmaktır. Asıl yerde de aslolana yani; ebedi sevgiliye vuslat vardır. Bu kavuşmada burada her gününü dünyaya bağlılığına bir perçin atmakla değil, sevgilinin hasretinden yanmak vardır. Bu dünya da yanmakta ebedi yanıştan kurtulmaya bir bilettir.

Burada dini ilimlerin meşgul olduğu öbür dünya hayatını bizim ilmihal kitaplarının ibadet hayatımızı belirleyen eylemler için koyduğu kurallar çerçevesinden düşünmemek gerekir.

Zira o bu dünyanın manasını anlamamıza yetmez. Elbette gerekli ve zaruri bir şeydir; ama uhrevi hayatı kazanmanın tek ve yeter yolu değildir. O sadece önümüze usuller koymaktadır. Mesela namazın nasıl kılınacağını söyler bize. Ama secdede dökülen iki damla gözyaşını yani o denli büyük samimiyetin Allah katında ne değerde olduğunu söylemez elbette.

Sevmeden sevilmeden nasıl bir insan cennetlik olabilir.  Bunu hangi usul kanun kıstasları belirleyebilir. Hangi kural cennetin dahi ötesini bize sunabilir. Yani oda en güzel Yunus’un tabiriyle açıklanır:

Cennet cennet dedikleri,

Birkaç köşkle birkaç huri.

İsteyene ver onları

Bana seni gerek seni.

Dillerinden bu türlü güzel sözlerin dökülen insanların yaşam tarzını ve ölüme nasıl baktıklarını anlamamız zor olmasa gerek. Ve ben ne kadar onların hayatını kelimelerle anlatmaya çalışsam da, herhalde kabalık etmiş ve elbette eksik, noksan anlatmaktan başka bir şey yapmış olamam.

Ölüm bir yok oluş değildir. O ebedi bir hayata açılan bir kapıdır. Biz bu algılayış içinde olmadığımız sürece de aslında bu dünya da bir cehennem olmaktadır. Zira aklımıza takılın, canımızı sıkan, huzurumuzu kaçıran o kadar çok gereksiz şeyler vardır ki… Hâlbuki ahiret eksenli ve Rıza-ı ilahiyi yakalamak ekseninde bir hayata sahip olsak bu tür problemler anından çözülecektir. Tevekkül etmeyi ve O’ndan gelene “eyvallah” demeyi öğreneceğizdir.

Daha sonra da yüce bir zatın dediğin gibi “bizim işimiz ölümün yüzünü güzelleştirmektir.” deyip hakikate yürüyecek, yürütecek insanlar olacağız.

Dünyayı ve ahireti ve onun başlangıcı olan ölümü gerçek manada anladığımız zaman önümüz aydınlanacaktır. Yazımı ölüm anlayışının nazarımda son noktası olan şu mısralarla bitirmek istiyorum:

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber;

Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü peygamber?

Saygılarımla…                                       

Online dergiler Online dergiler