Türkiye’de tarih araştırmaları birçok kere siyasi ideolojilerin kurbanı olmuştur. Bununla birlikte şu durum insani olarak anlaşılabilir bir gerçektir: insanoğlu; kendi düşüncesine yakın gördüğü tarihi olay veya kişileri kendince yüceltebilir, aksi durumda da küçültebilir. İşte bu hadise insani olarak anlaşılabilir; ama tarih bilimi açısından bu doğru değildir. Bu “ anlaşılabilirlik”  Türkiye’de bazı zaman öyle haller almıştır ki, insanların kendi minik dünyalarında putlaştırmaya kadar gitmiştir. Bu tarihi gerçekler açısından bir anlam ifade etmez ve kabul görülmemesi su götürmez bir gerçektir.

Tarih bir bilimdir. Bilim olması hasebiyle bir görüş bildiriliyorsa bu görüş, bir bilgiye isnat edilmesi gerekmektedir ve her bilimde bu böyledir. Buna binaen de; bir tarihçinin bilgisi ispatlanabilir olmalıdır(belgeler, dokümanlar vs..).

Tarihin siyasi ideolojiyle bağlantısı diğer birçok bilimden fazla olması nedeniyle, tarihçi yorumlarında, daha doğrusu görüşlerinde mutlak nesnelliği yakalamak mecburiyetindedir. Bunun böyle olmadığı hallerde bu bilim, olaylardan ders çıkarma işlevselliğini yitirir ve fasit daire içinde boş lakırdıdan ileri gitmeyen bir hal alır.

Yukarıda kapalı bir biçimde anlatmaya çalıştıklarımı örneklerle açıklamaya çalışmaya gelelim

Kızıl Sultan mı Gök Sultan mı?

Kızıl Sultan veya Gök Sultan… Abdülhamit hakkında bu gereksiz iki ikilem yerine; 33 yıl hasta adam olan imparatorluğun dağılmasını engelleyerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına ortam hazırlaması, değinilmesi gereken çok önemli bir konudur. Zira Abdülhamit’ten iki önce Sultan Abdülaziz tahttan indirilmiş, onun yerine geçen V. Murat akli melekelerini yitirmiş bir durumda ve devlet müthiş bir boşluk içersindedir.(1) Bu Boşluk eğer güçlü bir iktidar tarafından doldurulmuş olmasaydı balkanlar daha o dönemde dağılıp gidecek ve imparatorluk birinci cihan harbi olmadan ve bu harp olmaması münasebetiyle hiç güç kaybetmemiş “itilaf-vari” güçler tarafından “sevr-vari” bir anlaşmayla karşı karşıya kalacaktır. Bu da asırlık Türk Devletini sonu demekten başka bir şey değildir.

16. Asırda bir faşist!?

Yavuz Sultan Selim’e “yobaz “ veya” faşist”  iddiasında( aslında safsatası) bulunmak yerine; o dönemde baş gösteren; Anadolu’nun kimliğini değiştirmeye yönelik bir hareket içinde bulunan Şah İsmal’i; dolayısıyla Şiileşme tehlikesini bertaraf ederek, Anadolu’nun asırlarca kimliğini korumasını sağlayan bir padişah olarak bilinmesi gerekir(2).

Bu çok önemlidir. Zira o dönemde “milliyetçilik” kavramı yoktur. Sünni bir devletin Şiileşmesi demek, ileride İran Devleti’nin sınırlarının Anadolu topraklarını kapsaması anlamına gelmektedir. Yani ileride Şii bir nüfusun varlığı nedeniyle, halkını koruma bahanesiyle, bu topraklarda egemenlik hakkının doğması demektir.

Bilinmesi gereken bir önemli hususta şudur: Safevi Devleti Topraklarının büyük bir çoğunluğu Türk nüfusa ait idi(3). Ancak Şah İsmail’in Şii propagandası nedeniyle bu topraklar mezhep değiştirerek(..on binlerce Türkmen’i propaganda ile alevi yapıp Anadolu’dan bugün ki İran’a götürdü ve İran’ın her tarafına ve bilhassa kuzey batısına iskan etti.*)  kimliklerini kaybetmişlerdir. Yılmaz Öztuna bu olayı anlatırken;” …bu değişim kendini 1925 yılından tamamlamıştır.” der. Yani şu anlaşılıyor ki; eğer o dönemde Anadolu’dan bu büyük bela def edilmemiş olsaydı; bu toprakların kaybı anlamına gelecekti.(Bugünkü İran Topraklarında olduğu gibi ya da Balkanlarda Bosna’da… Ya da Musul-Kerkük… Ya da Bulgaristan’da… Farklı zamanlar, farklı topraklar; ama aynı kaybedilme tarzı…) 

“Hadi Yüzleşelim!?”

Ermeni meselesine gelelim birazda. Bugünler de kendini entelektüel sanan birkaç ahmak çıkıp; “Bu soykırımı tanımak gerek.” nevinden açıklamalar yapmaktadır. Şimdi bu cehaletten öte davranışı ben iki türlü sonuçla algılıyorum. Ya bunlar Ermeni diasporasının maşası ya da siyah’a beyaz demeyi bir meziyet sanan kişiler…

Bu meselede en büyük sorun , “bilim” kavramını açıklarken demiş olduğum, yorumların bir bilgiye(info, veri…) dayanması zorunluluğunun yerine getirilmemesidir. Yoksa bakılsın Ermenilerin yapmış oldukları katliamlara. O dönem birebir tanıklık etmiş Kazım Karabekir Paşa’nın yazdıklarına, Levon Panos Dabağyan’ın yazdıklarına vs... önce buradan bir birikim elde edilsin; daha sonra “Bu sözde soykırımı tanıyalım” denilebiliyor mu?

Unutulmaması gereken bir diğer hususta; Türkiye’nin hiçbir zaman bir milletin tümüyle bir sorunu olmamıştır. Ermeni diasporasıyla her Ermeni’yi bir tutmamak lazım gelir. Bu Tarihi bir misyondur. Buna da en güzel ispatlardan biride Ermeni Patriği Mesrob(II)’nin şu sözleri gösterilebilir.

 "Fatih Sultan Mehmet'in, İstanbul'u fethinden sekiz yıl sonra 1461'de, çıkardığı bir fermanla Batı Anadolu'daki Ermeni Episkoposluğu'nu İstanbul Patrikliği'ne dönüştürmesi, Fatih'in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir. Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih'ten önce, ne de sonra görüldü. Yeni bir bin yıla girerken dünyada yaşanan gerginlikleri, özellikle yakın çevremizdeki savaş ortamını göz önünde bulunduracak olursak, 538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz." (4)

“İntihar”

Daha da ayrıntılı sayılabilecek bir örneğe gelelim. Sultan Abdülaziz’in Tahtan indirilmesi ve “intiharına”. Bu olaya “intihar” demek kolaylığından ziyade; bir insanın ölmeden önce göğsüne nasıl tekmeleyerek ve yumruklayarak morartacağını ve iki kolunun bileklerini nasıl kesip “intihar” edeceğini düşünmek gerekir.

Bu olay düpedüz yapılan darbeyi örtbas etmek adına düzenlenen bir cinayettir. Bunun sebebini de darbeyi yapan Hüseyin Avni Paşa(dönemin genelkurmay başkanı), Mithat Paşa ve Süleyman Paşa’nın hangi yolsuzluk ve usulsüzlüklerinin ortaya çıkmasından korktuklarından ötürü bu darbeyi gerçekleştirdiklerini düşünmek ve anlamak gerekir.

Darbeyi destekleyen V. Murat’ın hangi borçlarından dolayı, bir gün amcası olan Sultan Abdülaziz tarafından hesaba çekilme korkusundan bu darbeyi desteklediğini düşünmek gerekir. Dahası, darbecilerin saraya elini kolunu sallayarak girip padişahın bu kolaylıkta hal edilmesi vakıasına kimin bire bir tanık olduğunu bilip; ilerde padişah olan bu zatın, neden bu tür konularda (Saray güvenliği) aşırı önlem alma hassasiyetinin olması doğallığını, tasvip etmek gerekir(5).

Bu saydığım örnekler kendi içlerinde çok kere etüt edilip, anlaşılması gerekmektedir.  Bu örneklerde geçen olayların bir kısmının bugüne gelen sorunlar olduğunu ve yegâne çözümün; olaylara tarihi gerçekler perspektifinden bakılması olduğunu görmek önemlidir.  Ayrıca bu tür konular tarihin esas konusunu teşkil etmektedir. Zira Abdülhamit Han’a; “Kızıl Sultan” demekle değerinden zerre kaybetmez veya “Gök Sultan” diyerek değerine de zerre değer katmaz. Keza Yavuz Sultan Selim için de… Kısaca; bu tür yakıştırmalarla, kendi ideolojik duygularını tatmin edenler, nazarımda anca bir zavallıdan ibarettir.  Yazımı Atatürk’ün bir sözüyle bitiriyorum:

“ Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir.”

Saygılarımla…

*** 

1.Kuruluşundan Cumhuriyet’e Osmanlı Tarihi-Dr Vahit Çubuk. Cilt IX-X

2.Şinasi Altundağ, Selim I, Selahattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, sy 37-38

3. Yılmaz Öztuna, Yavuz Sultan Selim. Sy 26-28

4. 22 Mayıs 1999 da Hilton Otel’de Yapmış olduğu konuşmasından.

5. Yılmaz Öztuna. Bir Darbenin Anatomisi-Büyük Osmanlı Tarihi Cilt-IX

* Yılmaz Öztuna Yavuz Sultan Selim Kitabından alıntıdır.

 

'RUHU KAYBETME' ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

'Ruhunu kaybetmek' tabiri düşüncelerimi ancak ortaya koyabiliyor. Ölü diyemiyorum çünkü hayat belirtisi olan hareket var. 

'Bir ...’ın ruhu' denildiğinde, bu tabirin hayat emaresinden daha farklı olduğunu biliriz; kimi zaman fikir akımları için kullanırız bu tabiri, 'ruhunu kaybetmiş'deriz, çizgisinden saptığını belirtmek için... Kimi zaman kavramlar için kullanırız, 'ruh-u aslisine dönmeli' deriz. Bazen de fethedilmesi ile tarihte yeni bir sayfa açılmasına öncülük  etmiş bir şehrin, modern zaman hallerine bakarak bu tabiri kullanırız, 'bu şehir ruhunu kaybetmiş' diye...

“İnsan, âlemini değiştirmeden ruhunu kaybeder mi?” sorusuna ancak bu tabirle karşılık verilebilir. 'Ruhunu kaybeden insan' sadece cansız bedenler için kullanılmaz olduğunu bu  tabirle anlayabiliriz. 

Ruhunu teslim eden dendiğinde daha güvenilir bir mana açılır önümüze. Kaybetmek ve teslim etmek manaları irdelendiğinde, birinin olmaması gereken bir durumu; diğerinin de olması gerekenin olması gerektiği gibi gerçekleştiğini çağrıştırdığını görürüz. Önceki olanı yitirilen bir şeyi, sonraki olanı ise bir emanet taşıma bilinci içerisinde eldekinin adrese ulaştırılmasını anlatır bizlere.

Hayat 'kaybetmekler' ve 'teslim etmekler' üzerine var ediliyor, denilebilir.

İradelerimizle yaptığımız seçimler, aynı fiillerin manalarını ya kaybetmek ya da teslim etmek olarak belirliyor.

Parmakların, klavye üzerinde heyecanla tuşları dolaşması, kaybetmek ve teslim etmek manalarına hizmet ediyor.

Çarşaf çarşaf gazeteler; renkli renkli dergiler; 24 saat konuşan TV'ler; her daim güncellenen web siteleri; dersine çalışan öğrenciler; maksadını arayan yolcular... Hepsi ya kaybetmek ya da teslim etmek için varlar.

Gelecek kaygısı ile yaratılan haller; güvenle dolu hayaller; kaygılı gözlerle izlenen gençler; zamanın ruhuna uymadığı düşünülen yaşlılar...  Kaybetmek ve teslim etmek manaları etrafında geziniyorlar. 

İnsanları konuşmaya sevk eden de kaybetmemek veya teslim etmek kaygısı olmalı.

İfade etmek istediklerimiz ya kaybetmek ya da teslim etmek hanesine yazılıyor gibi bir durum söz konusu. Belki de teslim ettiğimizi zannederken kaybediyoruzdur...  En güzeli de  söylemek istediklerimizi 'kaybetmeme' kaygısı taşıyarak ifade etmek oluyor bu noktada. Zaten konuştuklarımıza güzel elbiseler giydiren de bu kaygı değil mi..?

Kaybedenlerden olmama arzusu.

Hava akımına vesile kılınan sıcaklık farkı gibi, ortaya koyduğumuz manalar arasındaki 'kaybetmek' ve 'teslim etmek' ayrımı bizleri konuşturuyor. Birbirimizin dilinden kulağına veya gönlüne doğru akıyoruz... 

Hayatıma bu pencereden baktığımda ne görüyorum?

İki kavram arasında bir tercih.

Ve bu tercihlerden ortaya çıkan manalar.

 Ve bu manaların toplamından ortaya çıkan bütün insanlığın genel bir görünümü. 

Sanki ibre 'kaybetmek' tarafını gösterir bir durumda; ruhunu kaybedenlerin çokluğu rahatsız edici bir seviyede, sanki... 

Ruhunu yakalayan kavramlar, ruhunu kaybetmeyen şehirler 'teslim etmek' uğruna yola çıkan düşüncelere bağlı. 

Teslim etme kaygısı taşıyanlara selam olsun.

M.Said Çakır

SÖKÜLMÜŞ GÖMLEĞİN DAVASI

İsrail, Ortadoğu'nun mikseridir.

Eli kanlı İsrail; çocuk katili İsrail; savaşla beslenen, kana susamış bir devlet: İsrail.
İsrail; öldürmeyi iyi bilen İsrail!

Silah sanayiniz sırtını İsrail'e dayamış da ondan olmasın!? Bu devlet bu işin taciri, bilmeyeniniz var mı?

Depolitik durum analizi:

Uluslararası sularda insani yardım amacıyla çeşitli uyruklardan insanların bulunduğu gemiye saldırıyorsunuz.

Pardon u y a r a r a k saldırıyorsunuz. Adamlar ölüyor. Evet, birileri ölüyor. Evet, 21. yy.da birileri birilerinin attığı kurşunla ölüyor. Siz yattığınız yerde mışıl mışıl uyurken birileri ölmüş.

Sabah kalkmış kanalları gezerken görüyorsunuz. Altta kırmızı yeşil oklar biri piyasalardan bahsediyor. Takım elbiseli beyefendiler toplanıp karara varacaklar, herkes heyecanla bekliyor.

Uluslararası hukuk diyor biri, “…meşruiyetini kaybetti.”. Dile kolay. BM diyorlar. ''Obama'nın tepkisi ne olacak?'' diye büyük puntolarla altyazı geçiyor bir haber kanalı.

İlgi uyandırıyor değil mi?

Oradan biri çıkıyor bir siyaset bilimci, bilmem hangi yabancı ilde doktorasını yapmış. O'nu buraya Yahudi Lobi'si getirdi, kolay mı?

 Ayalon çıkıp basın açıklaması yapıyor, diğeri de mimik analizi... Diplomasi nasıl işleyecek bakalım diyorlar. Bu bir soru cümlesi anlamı taşıyor. 

Yazılar, konuşmalar, kulisler, son dakika haberleri, çeşitli hukuki terimler, dünya dengeleri, ülkelerin kaderleri konuşuluyor. ''Vay be!'' diyorsunuz artı sonsuza yakınsayan envaye çeşit komplo teorilerine. Aslında işin özünde basitacı bir gerçek var.

O insanlar ÖLDÜ.

Merak ettiğim her şeyi bilen bu düzgün giyimli, düzgün diksiyonlu; direksiyon elde vites beşte ülkeler yöneten b i r i l e r i ölen i n s a n l a r ı n ismine bir kez olsun o i n s a n ı düşünerek zihinlerinde yer verecekler mi? Büyük bir devrimde enstrüman olacağı inancıyla eli silahlı b i r i l e r i n i n ambargosunu yıkmaya çalışan i n s a n l a r ı …
Global, politika, denge, kuvvetler, güç, Ortadoğu, para, silah, bloklaşma, konum, lider, hukuk, diplomasi... Hepsinin, her şeyin insana eşit olduğu bir ideoloji var mı, olabilir mi?
Çok fazla kaba belki ama ekranlarda izlediğimiz sökülmüş gömleğin davasıdır.


Politik dinamik analizi:

Ortada bir yanlış olduğu konusunda kimsenin tereddüdü yok fikrimce. Netanyahu hükümeti çıkıp uyarmıştık diyor, üzücü tabi diye de ekliyor. Ortadoğu'nun kolağası olma yolunda kendisine pas verildiğine inanan başbakanımız hükümeti o insanlar bizim onayımızla gitti, yapılan yardımın arkasındayız diyor. Özetle herkes her şeyden haberdar, sorun yok.


Anlaşılamayan bu kriz İsrail'in planlanmış bilinçli hareketi mi yoksa planların şaştığı, tongaya düşülen ''o an'' mı? Soğuk savaş yıllarında Sovyet güdümlü Arapların karşısında ABD-İsrail çizgisinde ilerleyen Türkiye'nin politikası nereye kayıyor; ilerleyen zamanlarda anlayabileceğiz umudum. Recep Bey önderliğinde antisemitik bir çıkış yakalandığı aşikâr. Ancak kendileri açıklamalarında ısrarla eleştirilerini hükümete yönlendirerek gerginliğin genele yayılmasını doğru bulmadığını gösterdi. Böyle bir genelin içinde Türk vatandaşı olan yatırımcı Yahudiler de var, hiçbir şeyden haberi olmayan sade vatandaş da... Vatan millet Filistin derken bir küçük faşistcik olup piyasaya çıkmamak lazım gelir.

Olayın İran'la yapılan nükleer anlaşmasından sonra vuku bulması ve Yahudi çevrelerinin insani değil İslami yardım vurguları da ilginç... Türkiye'nin İslam perdesinde gösterime sokulmak istendiği söylemleri de mevcut. Yıllardır denge politikası izlenmesine karşı çıkıp, sen kimsin de İsrail'e kafa tutuyorsundiyen, alayına karşı aydınlar ise komik.

Trinidad-Tobago'ya mı tavır alacaktık?

 Hükümetin her şeyi ölçüp biçip buna göre hareket ettiği kanısına dayanarak(!) söyleyebiliriz ki madem politik bir duruş sergilendi, bu bir kararlılık gerektirir. Hadi Türk insanı bünyesi yıllardır söylenip söylenip yapılmamasına alışmış, uluslararası arenada beyefendiden şırıngayla kan elde ederler, kan. Ya da tabi beyefendiye ne olacak biz Filistinli kardeşlerimiz için her türlü bedeli ödemeye hazırız.

Dönüp kürkçü dükkânından alışveriş yapma ihtimalimiz yüksek olsa da, birileri bu babalık seremonisinin Erdoğan'a kalmadığını belki haklı sebeplere dayanarak söylese de güçle her yaptığını meşru kılmaya çalışan fundamentalist bir devlet var; nefes alan ve soykırıma maruz kalan atalarından bağımsız, somut bir hükümet var.

Denge oyunları, kümelenme yarışları dışında da dur denilmesi gereken bir devlet.

Hamas'ın terör örgütü olarak gösterilmesi hatta olması dahi çocukların öldürülmesini haklı çıkarmaz.

Barış şarkıları İbranice ezberletilmeye çalışıldığı sürece barış bir ütopyanın ötesine geçemeyecektir.

Aysel Serpil Gorgun

 

Paylaş


     Aysel Serpil Görgün’ün Eski Yazıları

Onlar da ne yaptıklarını ve İnsanları nasıl bu kadar rahat öldürebildiklerini biliyorlar. Hiç insan öldürmemiş bir insana, bir insanı öldürmesi için silah verseniz. Silah o insanın elinde başka şekillere girer, titrer, soğur, sıcaklaşır artık elinde tuttuğu şey silahtan başka bir şeye dönüşür. Vicdana dönüşür, huzursuzluğun zahiri olur. Ama ilk kullanışla beraber o artık bir silahtır ve sonrasında, ele alındığı vakit silahı ateşlemeye engel olabilecek diğer anlamlar anlamını kaybetmiş olacaktır. Bunu yapmış bir insan hayatının geri kalan kısmında,  kolayca öldürebildiği ve bir insanın kolayca ölebildiğine yakından şahitlik ettiğin için başka bir günde, başkası tarafından kolayca öldürülebileceğinin korkusuyla yaşar. Ve bu korku, şiddeti tetiklerken vicdanını susturur

Gemideki İsrailliler bu yüzden kendilerine yumruklarla saldıran Türklerden korktular. Çünkü kolayca öldürdükleri gibi kolayca ölebileceklerinin korkusu vardı İsrailli askerlerde de. Ve bu zaten onların vicdanlarını çoktan susturmuştu, geriye konuşacak bir tek şiddet ve kokuşmuş öfkeleri kalmıştı. Ve onları konuşturmakta tereddüt dahi etmediler.

Oysa bundan nerdeyse altmış yol önce silahın diğer tarafında onlar vardı. Şimdi acılarını nefrete dönüştürerek, daha önce uğruna acı çektikleri tüm kutsallarını değersizleştirdiler. Ben Yahudileri severdim. Edebiyatta ve sanatta hep ağırlıkları vardı. Güzele ulaşmaya çalışır ve güzellikler yaratmasını bilirlerdi.

Şimdi hala tüm bu dehşetten uzak güzeli arayan Yahudiler var. Ama sesleri çıkmıyor. Onlarda tüm dünya gibi bir köşede oturmuş tüm olanları büyük bir dehşet ve acıyla seyrediyor. Ama diğer Yahudilerin bu sessiz duran Yahudilerin sesine ihtiyacı var; çünkü Yahudiler bu kokuşmuşluktan ve pislikten kurtulursa ancak sessiz duran Yahudilerin sesinde kurtulur.

Yahudi bir çocuğun acısını anlatan İbranice bir şarkıdan alıntı:

“…Değiştin mi sen hiç?

Ben değiştim bu sene.

Ve her gece, her bir gece

Sadece dört soru sormuştum sana.

Ama bu gece başka bir soru düşündüm

Bunca delilik ne kadar daha sürecek böyle?

Bu gece başka bir soru düşündüm

Zalimin mazlum ile cellâdın kurban ile

Dönüp durduğu bu dehşet çemberi

Bunca delilik ne kadar daha sürecek böyle?

Bu yıl ne değişti?

Bu yıl, benim değişen.

Eskiden uysal bir kuzuydum

Sonradan bir kaplan oldum ve vahşi bir kurt.

Güvercindim önceden bir ceylandım

Bugünse bilmiyorum ne olduğumu.”

Irkçılık, ötekileştiren ve kendini de ‘öteki’ kılarak var eden bir olgudur.

Sinsi planlar yapan karanlık güçlere, bölücülük peşindeki işbirlikçi vatan hainlerine; kısacası bir ‘düşman’ siluetinin varlığına ihtiyaç duyan bir zavallılıktır.

‘Milletinin menfaatini her şeyin üstünde tutmak’ mefhumuyla pırıltılı bir zırha büründürülmüş milliyetçilik, söz konusu çıkarlar için her şeyin mübah olduğu sonucunu doğuran bir fanatizmdir.

Bireylerin birlikte yaşadıkları insanlara yakınlık duyması ve birtakım manevi değerleri müşterek kılması, milliyetçilik değildir.

Türkiye’de mevcut bulunan toplumsal zenginlik, beraberce hissedilen sevinç ve keder, hatıra olarak yer edinmiş tarihi miras; milliyetçi zihniyetin ‘bizler-onlar’ ayrımına indirgenemez.

Bu ülkede doğru düzgün iş yapacağın bir yere gelmek neden hep torpilden geçer? Kendi yakın arkadaşlarıyla ve yakın ideolojiye sahip insanlarla etrafını doldurup daha istikrarlı çalışma yalanları neden söylenir?

Ülkenin kimin olduğu tartışması alttan alttan sürerken torpilleşmek bunun en önemli ve etkin aracı konumundadır. Birilerine göre bu ülke birilerine bırakılamazdı, bırakılmadı da. Bitmek tükenmek bilmeyen güç isteği kargaşayı, kavgayı, karşıtlığı körükledi de körükledi. Herkes kendince haklıydı. Onlar bu vatanın asıl sahipleriydi ve yalnız onlar kalana kadar her şey mubahtı. Birbirleriyle olan mücadeleleri karşı taraftan olsun olmasın herkese cephe almayı gerekli kıldı. Artık önemli olan ne kadar faydalı olduğu değil, ne kadar bağımlı olduğuydu. Bürokrasinin üstünde çatışmalar sonucu vatandaşların uzun uğraş dedikleri kağıt bürokrasisi, bunun yanın da hiçbir şey kaldı. Devletin kurumları işlemez hale geldi. Yargı’ya dahi sıçrayan bu çatışma işlemleri olanaksız hale getirdi. Bu ülkede birisi bir mevki makam sahibi olacaksa o benim tarafından olsun anlayışı kadrolaşma denilen şeyi meydana getirdi. Halkın sorunları ya da insanların sebepsiz yere ölmeleri konumlarını kaybetmekten daha fazla korkutmuyor ve ilgisini çekmiyor devlet büyüklerinin. Kendilerini sağlama alma anlayışı felakete sürüklüyor ülkeyi.

En tuhafı da bu işi dindarız diyenlerin de yapması. Onların inancına göre katıksız günahtır kul hakkı, telafisi de yoktur. Ama etraflarına yakınlarını doldurma çabaları ağır bastı inançlarına ve dini kullanmaktan öte geçemediler. Torpil’i herkes yapıyor diye bunu meşrulaştırma için de olanların gafleti, torpil mekanizmasını kullananlardan daha çok suçlu hale getirmedi mi o insanları. Verilen destekten çok susulan her olay onları daha da güçlendirdi ve önü alınmaz bir hukuksuzluğa yol açtı. Daha büyük haksızlık var mıdır, işin ehli yerine çıkarlarını destekleyen insanları desteklemekten. Ülke neden bu halde diyoruz, yeteri kadar açık değil mi. Çünkü işini bilen ve ülkesini seven insan olması gereken yerde değil. Biz de buna susarak onay verdik, kimsenin kimseye bağırmaya hakkı yok. Bunlar olurken kim neredeydi, belki onlarda birilerini yanlarına almanın rahatlığı için de evlerinde oturuyorlardı.

Devrin değişmesi ile daha batıcı gelen bir kelimeye geçiş: Referans. İsmi değiştirmek hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. İlginç olan devletlerin son zamanlarında yıkılmasına sebebiyet veren bu adam kayırmacılığın bu kadar genç bir ülke de, bu kadar erken çıktığıdır. Devlet anlayışını bu sistem üzerine kurmak kimseye yarar sağlamayacaktır. Demokratik olmasa da seçimlerin olması iktidarı değiştirmeye yeterlidir, en azından şimdilik. Sizden sonra yerinize gelecek olanlar lehe olanı aleyhe çevirecektir. Bundan da en çok vatandaş etkilenir, zaten o da kimsenin umurunda değil.

Çocukların oynadığı torpillerin patlaması gibi bu torpilin de kullananın elinde patlamasını umarız.                                                                                                                      

Online dergiler Online dergiler