BÜTTEVERECEK MİYİZ?

Efsaneye göre yıllar yıllar önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine Ali Osman Aldıverdi isimli bir öğrenci gelir. Ali Osman Anadolu’nun güzide sakin ve muhtemelen uçsuz bucaksız otlakları olan (A) memleketinden gelip İstanbul'un ufunetli rutubetli karman çorman havasının insanların içine düşmüştür. Çiftçi Babası Hacı İsmail Rasim'in verdiği 3-5 kuruşla kendisine Çemberlitaş’ta bir bekâr odası tutar ve yerleşir.  Ali Osman Şehr-i Âzâm-ı İstanbul'a - en azından Beyazıt-Sultanahmet-Çemberlitaş üçlüsüne - kolaylıkla alışır.

Çok geçmeden babasının verdiği paralar suyunu çekince Ali Osman çalışmak zorunda kalır. Ne yapacağını bilemez, bir müddet dolaşır da dolaşır. İş arar fakat çetindir İstanbul’da iş bulmak. Zira Memleket '39’da askeri harbe girmemiş, fakat iktisaden allak bullak olmuştur.
Nihayet Cağaloğlu’nda, B Gazetesinde muharrir muavini ve daktilo olarak çalışacaktır. Sabahları fakülteye devam etmesine de müsaade etmiştir patronu.

Gazetedeki işine gelince adından da anlaşılacağı gibi Ali Osman, sahada çalışan muharrirlerin haberleri sâlim bir halde yetiştirmeleri için çalışacak, arşivleri tarayacak, gelen hâvadisleri daktilo edecek, hazır olan haberleri mürettiplere teslim edecektir.

Ali Osman arkadaşlarının çok sevdiği, dürüst, güvenilir, yardımsever ve karayağız bir delikanlıdır. Derslere eksiksiz devam etmeye çalışır. Dersleri de iyidir. Vize sınavlarının hepsini almayı başarmıştır, final sınavlarına girmeye hak kazanmıştır. (Sayın okurlar eskiden İÜHF de yarıyılda vize, yılsonunda final sınavları yapılırdı - yazarın notu)

İstanbul’u öğrenmeye başlayan Ali Osman tanıdıkça İstanbul'u daha da sevmeye başlamıştır. Gazete ne zaman bomba bir haber patlatsa; patron, haberin mimarı muharrire ve dolayısıyla gazetenin muharrir muavini Ali Osman Tan Matbaasının altındaki Filibeli köftecisinde köfte-piyaz ziyafeti çeker ardından da Cağaloğlu yokuşunun başında Steinbruch birahanesinde bira ısmarlardı.

Böylece sene sonu yaklaşmıştır. Ancak sene sonunda final sınavlarının başlamasına günler kala Ali Osman sabiyken çıkarmadığı kızamık hastalığına yakalanır. Ateşler içinde bir kaç gün hasta yattıktan sonra gelmemesinden kuşkulanan muharrir Mahmut Ersoy'un odasına gelip, Ali Osman’ı en yakında bulunan Esnaf Hastanesine yetiştirmesiyle ölümden döner. Ali Osman 15 gün hastanede kalır bu süre zarfında bütün final imtihanlarını kaçırır.

Ali Osman ilk senede sınıfta kalmıştır ve artık tek çaresi eylül ayındaki eski adıyla İKMÂL yeni adıyla bütünleme sınavlarına girmektir.
Bavulunu toplayan Ali Osman B Gazetesinden üç ay için müsaade ister ve memleketinin yolunu tutar.

Hacı İsmail oğlunun başına gelenleri duyunca kahrolur. Kızmak ister ama neye kızacağını bilemez. Elinden gelen yalnızca oğlunun eylül ayındaki bütünleme sınavlarına kadar sıkıca çalışmasını sağlamaktır.

Derken Eylül geleyazar, Ali Osman da yola düşer. Memleketi A'nın haşlanmış yumurta ve turşu kokan garından trene binen Ali Osman soluğu Haydarpaşa'da alır. Kalender vapuruyla Sirkeciye geçer. Bahçekapı’dan 32 numaralı tramvaya atlar vatmana öğrenci hüviyetini gösterir yarım ücret uzatır. II.Mahmut'un kabrini geçince, hamamın yanında iner. Peykhane Caddesi 19 numaradaki bekâr odasına yerleşir yeniden.

Derken Bütünlemeler-Ali Osman’ın deyişiyle BÜTler- başlar. Bir iki üç derken Ali Osman tek tek bütünleme sınavlarını verir. Sevinçlidir. Babası Hacı İsmail'e Büyük Postane'den telgrafla sevinçli haberi bildirir.

Bu arada ikinci yıl başlamıştır. Ali Osman geçen senekinden pek de farklı olmayan ikinci yılına başlamıştır. Ama sonunun da pek farklı olmayacağından henüz zavallı Ali Osman haberdar değildir.

Yine bahar yerini yaza terk ederken Ali Osman harıl harıl finallere hazırlanmaktadır. Mayıs ayının son çarşambası saat 16:30’da Patron Ali Osman’ı hem Ankara çekilecek bir telgraf için hem de gitmişken Mısır Çarşısından biraz kahve alması için yollar.

Dönüşte Ali Osman cüzdanını çaldırır. İçinde talebe hüviyeti de kayıplara karışır. İçinde pek bi’ para yoktur zaten Ali Osman paralarını biricik validesinin kendisi için diktiği, boynuna asılı kesede saklar. Yılsonu imtihanlarına günler kala hüviyetini kaybetmesinden daha kötü ne olabilir ki?

İmtihanlara asla ve kat'a hüviyetsiz girilmemektedir. Ali yine yanmıştır. Hüviyeti tekrar çıkartmak için uğraşmaya başlar. Fotoğraf, memleketten gelen ikâmetgâh, ilmühaberi, rektör imzası derken hüviyetin tekrar hazırlanması bir ayı bulacaktır. Bu arada imtihanlar da nihayeti...

İşler yine ikmâllere; yani BÜTlere kalmıştır.

İkinci yılı da yine Bütteveren Ali Osman üçüncü yıla başlar.
Zavallı Ali Osman üçüncü senesinin Haziran ayının 3'ünde Babası Hacı İsmail'in evin damını loğ taşıyla loğlarken damdan düşüp alelacele Ankara'ya götürüldüğünü haber alır. Validesi acilen gelmesini yazmaktadır. Apar Topar Ankara’ya gider. Babasının sağlık durumu tabii ki imtihanlardan daha önemlidir. Babası 2 ay hastanede kaldıktan sonra sağlığına kavuşur.

İşler bu sene de BÜTlere kalmıştır.

Tabii ki Ali Osman derslerini Büt’te vererek İÜHF deki son yılına başlar.
Son yıl dersler ağırdır ama Ali Osman da çalışkandır.
Yine yılsonu imtihanları gelir. Ali Osman bu sefer emindir temmuz olmadan diplomayı almalıdır. Fakat aksilikler yine peşinden ayrılmayacaktır.

Anadolu jeolojik olarak hareketli bir bölgedir. Sık sık deprem olmaktadır.

Ali Osman, bir akşam üzeri, dört yıldır çalıştığı B Gazetesinin Cağaloğlu yokuşunun sonundaki binasında üçüncü katta bir yandan karbonatlı çayını yudumlarken bir yandan da yokuşa iki de bir kesik atarak başmuharirin kendisine verdiği haberi daktilo etmektedir.

Aniden hem yokuşta hem de gazetede bir kımıldamadır başlar. Ali Osman anlam veremez. Ellerinde telgraf olan insanlar koşuşturmaktadır. Diğer gazetelerden tanıdığı bir kaç muhabiri gazetelerine koşarken görür.

Çeyrek saat geçmeden gazete çaycısı Gaynar Musa lâkaplı hafif hayta, otuzlu yaşlarının sonunda, tepesi iyiden iyiye açılmış, Pınarbaşı’ndan göçmüş bir zat-ı muhterem boşları toplamak için Ali Osman’ın yanına gelir.

Ali Osman sorar:
-Musa Ağabey hayırdır, nedir bu telaş bu saatte?
-Ali gardaş duymadın mı, bi’ de gazatacı olacaksın?
-Yok Ağbiy bi fevkâladelik mi var yoksa?
-A'da böyük zelzele olmuş. Herkeşler yarınki baskıya havadiş yetiştirme talaşında. Neyse sen şu bardağını bi’ uzat ağbiyin gözünü yesin.

Ali bardağı uzatamaz. Donar kalır. Zihninde bir yalnızca akis... Memlekete gitmeliyim, memlekete gitmeliyim...

Ali Osman’ın evi yerle yeksan olmuştur. Hayvanları telef olmuş, eşyaları kalmamıştır. Tek tesellileri ise ne annesi ne babası ne kardeşlerine zarar gelmemiştir. Çünkü ailesi tam o sırada tarlada çalışmaktadır.

Sizin de anlayacağınız üzere Ali Osman son senesinde de yine yılsonu imtihanlarına vaktinde giremeyecektir.

Her sene olan yine olmuştur. Ali Osman Aldıverdi yine Büt’te vermek zorundadır sınavlarını.

Ali Eylülde imtihanlarını büttevererek okulunu başarıyla bitirir. Artık HF'de bir efsane olmuştur. Herkes Ali'ye Bütteverdi diye seslenmektedir. Hocalarından bile böyle seslenenler vardır artık.

Ali Osman fakülteyi bitirir bitirmez memleketine döner. Babasından bir konuda müsaade ister. Babasından müsaadeyi alınca, C Asliye Hukuk Mahkemesine başvurur ve Aldıverdi olan soyadını Bütteverdi olarak değiştirir.

Ali Osman Bütteverdi tekrar İstanbul’a döner. Baroya kaydolur stajını tamamlar. Artık Avukat Ali Osman’dır. Okulunu bırakmaz, sık sık okula gitmektedir, öğrencilerle konuşmakta yaşadıklarını onlarla paylaşmaktadır. Öğrencilerle yaptığı her mülakatı çocuklara şu soruyu sorarak bitirir:

Sayın Müstakbel Meslektaşlarım,
Olur da sınavları finalde veremesek bile

BÜTTEVERECEK MİYİZ?

BÜTTEVERECEK MİYİZ?

BÜTTEVERECEK MİYİZ?

İşte bu Av.Ali Osman Bütteverdi'nin kısa hikâyesidir.

 

Kerim Kürkçü

MATYASOĞLU SEYFEDDİN

17.04.08

(Büyük Usta’ya nazîre)

Vuruşmanın kızış ânında yan tepeden ‘yettim bre’ diye nâra atan kartal kanatlı bir akıncı belirdi. İnsan çığlığı, demir sesi, at kişnemeleri arasına yalınkılıç bir adam daldı... Abanî sarıklı, kurt yelesi saçlı, palabıyıklı, al cepkenli, sırma çakşırlıydı. Yoldaşları onu fark etmekte gecikmedi. Aralarına katılmasıyla da cenk alanı oyun yerine dönüverdi. Kılıç sallıyor, kalkan vuruyor, kargı saplıyordu. Bir ara atının terkisinden seslendi: Akın beyi kimdir? Zorlu bir kâfirle didişen yaşlı akıncı fırsat bulup Kurdoğlu’dur dedi. ‘Bu vuruşmanın yamanlığından anlaşılıyor’. Ardından, uzayan oyalanmasını bitirmek üzere titreten bir nâra daha koyverip ölümüne susamış iki şövalye kellesini yere serdi. Üç saat sonunda vuruşmanın seyri aşağı yukarı belli olmuştu. Sapa yer, kuytu bucak, açık yol gözeten kâfir dinli üzerine yapılacak son atağın vakti gelmişti. Omzuna gelen okla atın sağrısına yığılan kolbaşının akın yolunda hissedilen hafif bir dalgalanma ve çavuşların uyarısıyla bölüğün önüne geçti. Akın, aşağı bataklık kıyısında sona erdi. Kılıcın biçmediği, kargının ermediği yere ıslık çalan oklarıyla ulaştılar. Düşmanın alayları bozuldu, istavrozlu sancağı düştü, hurrâ sesleri kesildi. İkindi vakti girdiğinde sayım döküm yapıldı. Yetmiş üç gâzînin oruçlu olduklarını unutup ecel şerbetinden içiverdiği anlaşıldı. Küffâr bütün ağırlığıyla birlikte iki binden artık ceset bırakmıştı. Kalan sekiz yüz şaşkın kâfir yol bulup kurtulmak umuduyla bataklık içlerine sığınmıştı. Buyruk bekleyen kırk seçme akıncı, önlerine kattıkları leş düşkünü on parça domuz ardınca balçığa süzüldü. Uskok kırması ve Beç’in namlı piçlerinden olan kılavuz, yaratıklara olan güvenle önde gidiyordu. Bu kırk yiğit boğulmaktan kurtulan beş yüz kara dinli kâfiri tek tek avlayıp iki gün sonra beyin önüne duracaktı.

Atında dinlenen Kurdoğlu Ömer Bey dikkatini karşı tepeye verdi. Nerdeyse akın kolunun yarısı orada toplanmış, coşturan cenk türküleriyle kılıç şakırdatıyor... Sebebini çabuk öğrendi ve ‘Çok uzatmasınlar, ikindi gecikecek’ dedi. Hemen yedi tümsek üzerinde yedi ezan sesi yükseldi, namaz seferî kılındı. Ardınca bey akına sonradan katılan şu meşhur savaşçıyı görmek istedi. Haber ulaştığında akıncılar ‘Matyasoğlu... bre Matyasoğlu!’ diye nâra attı. Âdeti olmamasına rağmen, o da bu sevince mukabele etti. Adının övgü ile anılması, beyin takdiri, sunulan hediyeler, doyumluktan ayrılan yüklü pay... Hepsi birleşti ve Matyasoğlu’nun yüreğine kibir mührüyle yerleşti. Döndü övüldü, vardı övüldü, gitti övüldü, vurdu övüldü...

Hiç niyeti yokken ikinci bir evdeş aldı, çocuk sayısıyla gururlandı, mal mülk edindi, aşevi açtırdı, köprü kurdurdu, çeşme yaptırdı, ziyafetler verdi; aç doyurdu, yoksul donattı... Bir nam saldı kim, yedi düvele yayıldı, ama yetmedi daha çoğunu bekledi en iyi, en ünlü olmak istedi. Onun gibi kılıç sallayan, kargı saplayan, ok atan, at binen, kanat takan yoktu. Adı tâ Edirnelere ulaşmış İstanbullara varmıştı. Beylerbeyi, vezir-i âzam armağanı bir hilatı ona kendi eliyle giydirmişti.

Bir gün ortadan kayboldu; akındır, casusluktur, işine akıl ermez, Nemçeden kelle getirecekmiş dendi. Ama o kırk günden sonra, eli boş çıkageldi; kızgın, dalgın, daha hırçın gibiydi. Birkaç meraklı göz şakaklarındaki kırın arttığını konuştu. Dönüşünün ilk cuması, mescit kapısında hiç tanımadığı birine ‘Kimdir bu Deveci Baba, bilir misin?’ diye sordu. Haber adamın cevabından önce yayıldı.

Matyasoğlu Seyfeddin çoğa varmadı basit yol tedârikiyle evinden bir daha ayrıldı. Bütün şehir Demirci Dergâhı’na gideceğini duydu, hayır dualar edildi, selametler dilendi. Birkaç serhat kurdu sakal sıvazlayıp olacakları bilirmiş gibi gülümsedi.

Demirci Dergâhı, Zigetvar eteğine yakın yer tutmuş han bozması bir yerdi. Yetmişi bulmayan derviş kendi ekip biçmesi, az yiyip içmesi, çoğunu saçmasıyla tanınmıştı. Kale dizdarı dahi cuma akşamları bu ribata konuk gelir, hâfî zikre katılırdı. Deveci Baba yaşı henüz altmış üçü bulmuş Nakşî şeyhiydi. Kopup geldiği Taşeli’nde devecilik etmişti, soyu Horasan erenlerine giderdi. Sultan, Zigetvar’ın fethi için otağ kurduğunda ordu-yu humâyundaki üç yüz hâfızdan biri olarak hatme durmuş, gülbank çekmiş, zafer müyesser olunca da fetih selâsı için seçilmişti. Ölümü gizlenen padişahın cenazesine Belgrat’a kadar eşlik edilmiş, kendini ‘er kişi niyetine’ diyenlerden biri bulmuştu. Bu, yüz bin gaziyle uçlarda kılınan en kalabalık namaz olacaktı. O zaman artık buraya âit olduğunu anlamış, isteği sorulup niyetini gizlemeyince, dergâh yeri tımar olarak verilmişti.

Yedi iklim dört dolayın en iyi kılıç kullananı, en şaşmaz ok atanı, en delici kargı saplayanı olma yoluna baş koymuş Matyasoğlu dergâha büyük umutlarla geldi. Kendisini umduğu hale yükseltecek kişi Deveci Baba’dır denmesine rağmen, konuk olduğu mekânda bırakın kılıç kalkanı, bir demir kıymığı bile görünmüyordu. Sâkin bir gece sabahı, kuşluk vakti şeyhin odasına alındı. Selam ardınca yüzünde alaysı bir gülümseme belirdi. Baba, basit minder üstüne bardaş kurmuştu ve duvarda asılı tahta bir kılıç Matyasoğlu’na doğru bakıyordu. Hani, edebe aykırı düşmese geçen Belgrat ramazanında seyrettiği Karagöz kuklası mı diye sorardı. Düşüncesini yuttu ve isteğini söyledi. Deveci Baba çoktan nâmını duymuştu; elbette kendisiyle kılıç oynaşmak isterdi, sefâ gelmişti, hayırlı olsundu...

Geceyarısı olmaz vakitte uyandırıldı, pusat kuşanıp avluya indi. Dervişler halka olmuş bekliyordu. Çok geçmeden, Baba elde kılıç göründü, bismillah denilip karşılıklı hamle edildi. Sabah ezanı okunmaya durduğunda Matyasoğlu ilk belirtiyi hissetmekle şaşırdı: Yorulmuştu! İki kere yere yığıldı, bir hamle boğazını tırıs geçti; karnı, kolu, omzu ve bacağı kanadı. Neden sonra hiç çelik sürtünmesi duymadığını akıl etti; çerağların yakılmasıyla da aklını yağmaya verip fikrini şaştı... Deveci Baba’nın elindeki nesne, duvarda asılı gördüğü tahta kılıçtı! Dervişlerin ölçülü gülümsemesi altında ilk önce küçüldüğünü, sonra eridiğini hissetti. Tımarlı yaralarıyla yine bir kuşluk vakti şeyhle oturdular. Devam etmesi halinde uyacağı kurallar sıralandı. O günden başlayarak çilehâne benzeri bir odada inzivâya çekildi. Kırkıncı gün saatlerdir yanan mum seyreden sol gözüne bir örümcek gelip ağ döşedi. İki akrep avucundan yem gıdalandı. Bir yılanla aynı tastan çorba içti. Bir keresinde, duyduğu acı çığlık üzerine hücresinden seslendi. Dervişler, kucaklarında üç konak ötede uçuruma sarkmış buldukları yaralı bir geyik yavrusuyla döndü. Üç ay henüz dolmuştu ki, yine bir sabah alacasında ikinci kez meydana çağrıldı. Deveci Baba’nın tahta kılıcıyla vuruşmaya başladı. Son hamlede alışık olmadığı bir çıtırtı duyuldu, ses ardınca kırk derviş hû çekti. Şeyh ‘Nasibin tamam olmuştur’ demekle, tahta kılıçtaki çentiği gösterdi. Matyasoğlu’nun kalmaktaki ısrarı karşısında Deveci Baba, dilerse Pırnal Dede’ye gidebileceğini, kabul edilirse çırağı olabileceğini, silah ustalığında şahikalar tutabileceğini söyledi. ‘Bizim haddimiz budur. Sonrası Pırnal Dede’nin tasarrufundadır, uyanık olasız. Zora tâlip bâtıla gâliptir inşallah’ duasıyla onu selâmetledi.

Geyikli Baba torunlarındandır denen Pırnal Dede’nin Nemçe içinde kök saldığını öğrenmekle afallamıştı. Kendi gibilerin yalınkılıç, akın için dalabildiği küffâr yatağı o beldede oturmasını aklı almadı. Öğüt üzre gezgin dilenci kılığına bürünüp yola düştü. Araya sora herkesin garip, kimisinin deli saydığı kişiye ulaştı. En yakın Macar köyüne bir günlük uzaklıkta ve bir dağ yamacındaki barakayı bulmak zor oldu. Yoran son tırmanış ise, çiçek gibi döşenmiş bir vâdi içine oturmuş mimarlık harikası sâde bir külliyeyi önüne seriverdi. Çalı kaplı keçi yolundan yaklaştı. Küçük avluda iri güller arasında dolaşan yaban geyikleri ve birkaç vahşi dağ hayvanı seçiliyordu. Omzunu örten saçlı, ak sakallı pîr-i fânîyi görünce durakladı. Sindiği gür pırnal yığınları içinde bırakmayan bir merakla -doğruluğunu yanlışlığını düşünmeden- olanı seyretmeye başladı. Dede izlendiğinden habersiz gibiydi. Alçak taş duvar üzerine dizilmiş kabakları kılıcıyla ikiye biçiyordu. Sonra yüksek uçan kuş sürüsüne ok saldı, kuşun biri ayağına düştü. Ardından, mızrak savurduğu ağaç dalından kucak dolusu meyve döküldü... Matyasoğlu her şeyi çok yakından, gün ortası, apaçık görmüştü. Gözleri faltaşı gibi açılmış, yüreği küt küt, beyni allak bullak kıpırtısız kalakalmıştı. Tanık olduğu manzarada onu hareketsiz bırakan şey olanlar değil, olmayanlardı: Pırnal Dede’nin elinde kabakları biçerken kılıç yoktu; kuş vururken yay yoktu; ağaca fırlatırken mızrak yoktu! Matyasoğlu Pırnal Dede’nin çağıran işaretiyle kendine gelip barakaya doğru atıldı. Ancak bir yıl sonunda evine geri dönebildi.

Demirci Dergâhı’nda olanları bilmeyen kalmamıştı. Ama Matyasoğlu, Pırnal Dede’nin yanında aylar boyu ne yaptığını, ne geçtiğini kimseye anlatmadı. Durgun, doygun, içli, güleçyüzlü birisi haline gelmişti. Evi ve çoluğu çocuğundan pek ayrılmıyor, küçük çiftliğinde kabak ekiyor, gül yetiştiriyordu. Çiftliğin adı şimdiden kabakçıya çıkmıştı. Akın zamanı ise bazen birkaç gün kayboluyor, zafer müjdesi duyulmazdan önce şehre dönmüş oluyordu.

Matyasoğlu Seyfeddin son birkaç yıl diline hacca gitmeyi doladı. Sonunda mevsiminde Kâbe’de olmak üzere yola çıktı. Ana durak Edirne’de eski bir akın yoldaşına konuk indi. Akşam yemeğinden sonra şerbet ikrâmı için çekildikleri geniş sofada süren dost sohbeti koyulaşmaya yüz tuttu. Kendini yıllar öncenin zorlu bir savaş anısına kaptırmış arkadaşını dinleyen Matyasoğlu’nun gözü bir ânlığına karşı duvarda asılı bir şeye takıldı. Sözü bölmekten çekinmeyerek sordu: Şu nesne nedir? Ev sahibi gizleyemediği bir şaşkınlıkla bir duvara bir konuğa baktı ve şöyle dedi: Dostum, gerçekten başarmışsın. Bir kılıcı tanıyamaz ölçüde büyük usta olmuşsun...

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

Kavuşmak anı; bir neyzenin dudaklarından çıkan nefesin neyin delikleri arasından geçip yeniden havaya dağılırken çıkardığı duygu yüklü ses gibidir. Ancak o sestir ki kavuşma bestesini somutlaştırıp kulağa dökebilen tek şey. O inleyen sestir ki özlemin, hasretin, bekleyişin verdiği amansız ızdırap dolu zamanların bitişinin habercisi. 

İnsan… hataları, kusurları, noksanlıkları, kötülükleri… İnsan… iyilikleri, erdemleri, becerileri… Kainat misalidir insan. Nasıl ki kainatta her şey zıttıyla mevcutsa; bu tezat haller de insanda mevcuttur.

 Başka türlü de benzer kainata insan. Mesela; nasıl ki volkanlar patlar, kasıp kavurur lavlar düştüğü yeri… İnsanında öfkesi de buna mukabildir. Sabır haddi taşan insan volkandan farksızdır. Ne bir güzellik görebilir karşısında ne de başka bişey. Bir çırpıda, ateş misali, siler yakar her şeyi. Kasırgalar kopar yeryüzünde. Ya insan? İnsanın içinde pişmanlıklar volta atmaya başlayadursun… Ve kainatta güneş vardır. Dünya ondan ısı alır enerjisini alır. İnsanın aşkı buna karşılık gelmez mi? Aşk değil midir insana yaşama gücü veren? Aynı zamanda insanı yakabilen kavurucu yaz sıcakları gibi. Aşk… Güneş misalidir. Yakıp kavurur yeri geldiğinde; ama onsuz da devr-i alem olmaz. Aşksız da insan olmaz…

Peki ya aşk nedir?

Aşk şiir gibidir. Tanımlamaya kalkmanız tam olarak onun ne olduğunu anlayamamanızdan kaynaklanır. Tanımlanamaz aşk. Onu sözcüklerle anlatmaya çalışmak anlamsız gelir. Onu ancak misallerle misallendirebilirsiniz.

Mesela aşk bazen hayaldir. Beyninizle düşlediğiniz bir sevgilinin kalbi acıtmasıdır. Ağlatmasıdır sizi; sevgiliye dokunamayışınızdan, onunla her dem olamayışınızdan ötürü. Basittir bazen aşk. Para gibi basit bir şeydir bazen. Aç gözlülüğün, bencilliğin, hodgamlığın, savurganlığın insanda hasıl ettiği kokuşmuş duygularla maddiyata karşı durulamayan bir tavır almasıdır aşk.

Bazen vatandır aşk. Vatan sevgilidir maşuk için ve o söz konusu olunca can, canan, evlad-ü iyal hep vatan aşkından silinir. O’na karşı zarar gelecek olursa akan sular durur ve gerekirse akan tek şey vatana göz diken hâyinin veya sevgilisi vatan olanın damarlarındaki kan olur. Aşk bazen bir kadındır. Kaşı, gözü, saçları… Bir tatlı sözü güzel bakışı aşığın ayaklarını yerden kesmesine yeterlidir. Bazen de beklenmedik tavrı taş eder maşukun kalbini. Aşk gerçektir. Gerçek aşkın bestesi ancak sonsuzlukta yankı bulur. 


Afitâb-ı hüsn-ü hûbân akıbet eyler ufûl,

Ben muhibb-i lâ yezâlim "lâ uhibbü-l âfilîn"

Aşkı olan insan aşkı için yaşar; gerekirse aşkı için ölür. Ölmek kolaydır da; aşk için insan nasıl yaşar?

Vuslat, yani kavuşmaktır;daha doğrusu kavuşabilme ihtimalinin varlığıdır aşkı yaşanır kılan. İşte yaşanan bir çok andan çok az bir ana tekabül eden, belki hiçbir zaman kavuşulanamayan; ama ümidin hep var olması yaşanabilir kılır ancak hayatı. 


“Aşk bir yaraysa vuslat onun merhemidir.”

Vuslat sevgiliye erme anıdır. Hani dedik ya aşk muhteliftir; ancak misallerle anlatılabilir. Vuslatta buna mukabildir. Mesela açgözlünün maddi açıdan zengin oluşu aşkına ermesidir, vuslatıdır; aşık olduğu kadının saçları gözleri önünde dalgalandı mıydı bu misaldeki aşıkta erer vuslata… Gerçek aşkın vuslatı visaldir. İnsanın hakka yani asıl sevgiliye kavuşmasıdır visal. Visali en iyi visale eren anlatır…

Beni zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiş;
Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş...
Perde perde verâar, ışık başka, nur başka;
Bir ânlık visal başka, kesiksiz huzur başka.
Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;
Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?
Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?
Fezada dipsiz sükût, duyulmazın sesi mi?
Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, âlemlerin Rabbi, sen!
Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen!
Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş!
Azap var mı âlemde fikir çilesine eş?
Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!
Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;
Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!
Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli?
Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli?
Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;
Belki de benliğinden kaçabilene hazır.
Hâtıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!

Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!
O visal, can sendeyken canını etmek feda;
Elveda toprak, güneş, anne ve yâr elveda!

Kavuşmak anı; bir neyzenin dudaklarından çıkan nefesin neyin delikleri arasından geçip yeniden havaya dağılırken çıkardığı duygu yüklü ses gibidir ; ancak o sestir ki kavuşma bestesini somutlaştırıp kulağa dökebilen tek şey. O inleyen sestir ki özlemin, hasretin, bekleyişin verdiği amansız ızdırap dolu zamanların bitişinin habercisi.

 

“Hayat hikmet serili bir çilehanedir” derdi mahallemizin part-time filozofu Hikmet abi... Ve eklerdi “Nahoş şeyler ince bakışlarla ibretlik haller alabilir...”

Olay malum; zihni cumhuriyetin ilk yıllarındaki modayla döşenmiş bir “prodigy”, arabesk müzik dinlemeyi –kesmemiş olacak ki daha sonra bir ruha saldırdığını ifade ettibit yavruluğu olarak ifade etmiş, utancını da üç kere yineleyerek ifade etmiş ki ben sünnetin bu kadar iğrenç durduğu bir ifade de görmemiştim.

İrdelemeye başladığımızda; Fazıl “Baba”nın açıklamalarında masum olduğunu görüyoruz. “Kimi hatalardan, hatayı yapandan çok hatanın yüzyılı sorumludur.” derler.

Çünkü Fazıl bir indigo velettir, o evrensel bir sanatçıdır, ülkesinde gereken ilgiyi görememekte ve her çocuk gibi pamuk şekeri saflığıyla ilgi toplamaya çalışmaktadır. O özel yetenekli bir çocuk olmanın getirisiyle, millete sövme hakkını doğuştan(!) elde etmiştir.

Bakışlara odak olma çabası hoş görülebilir, belki de gerçekten belleğimizin bir kısmı da şu alkış tutan avuçlarımızdadır…

Normal bir vatandaş olsa dahi meşhur(!) ifadeler mazur görülebilir belki, herkes istediği gibi düşünebilir, düşünmelidir ve ifade şekli de karakteriyle ilgilidir. Kızamayız…

Ben de Facebook eşrafının Ceyhun Yılmaz’la başlayıp Küçük İskender’le devam eden foşurt edebiyat yavşaklığından utanıyorum mesela.

Peki Fazıl Babanınkiler gibi basite indirgenmiş (eminim kendisi bunu halka inmek olarak görüyordur) ifadeler neden sinir uçlarımızı çimdiklemekte, beyin zarımızı mıncıklamaktadır?

Kanımca; Fazıl Babanın görüşü isabetli ama duruşu karavanadır..

Yüzyıllar boyu belde taşınmış görünmez kılıç, “Müzik zevkine yönelik basit bir eleştiri”yi aşmaya “Onlar %70 biz %30’uz” cümleleriyle başladı;ulusalcı çevrelerin cüzamlı ideolojilerinde sacayak teşkil eden “Türkiye İslam Cumhuriyeti” paranoyasıyla bilendi, klişeleşmiş Çünkü korkuyorum” cümlesiyle kınından sıyrılarak karanlık(!) dimağların üzerine “alçak düşman al sana bombe” edasıyla sallanmaya koyuldu.

Anladık ki Fazıl Say’ın problemi Sezen Aksu’yla değilmiş, Türk milletiyle de...

“Ak Partiyle çok meselem var.” diyor baba. Ters çevirip sallarsak bakalım daha neler dökülecek; “İranlı mollaların eline düşeceğiz” ya da 22 Temmuz sonrası bir yabancı gazeteye verdiği demeçteki “Tüm bakan eşleri türbanlı.” meselesi altlarındaki insanlarla örülü tahtın artık kendi kendisini sırtlamasıymış meğer...

Karanlık da güneşe sırtını döndüğünde önüne vuran elitist kibrin gölgesi... Kurusıkı "Küserim, giderim baak" tehditleri de cabası…

İşin dikkat çekici bir yönü de şu; herkesçe kabul gören “müzikal deha” titrinin ardına saklanarak mevcut karanlığın(!) müsebbibi gördüğünüzkitleye –çok afedersiniznah çekmek, ayriyeten büyük bir yavşaklıktır.

Daha nazik bir ifadeyle, sanatı siyasete alet etmek, onu gökyüzünden tekme tokat indirmektir.

Endemik kaktüsler de, sahip oldukları tek şey olan “janti”likten feragat ediyorsa bu uğurda; milletçe güneşi bile solladık demektir.

EVRİMCİLERİN İÇ HASTALIKLARI

en-berbat-mursit_v2.jpg“Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı acaba o meşhur sözünü geri alır mıydı?” diye düşünüyor insan Einstein’ın Roosevelt’e yazdığı (ve orijinalini yazının sonuna koyduğumuz) mektubu okuyunca.

Ünlü bilim adamı Albert Einstein  Atatürk’ün ölümünden sadece 9 ay 21 gün sonra tüyler ürperten bir mektup kaleme alıyordu. Zamanın ABD başkanı F.D. Roosevelt’e “yol göstermek için” yollanan mektupta Einstein uranyum kullanarak çok güçlü bir bomba yapmanın mümkün olduğunu anlatıyor ve bunu yapmak için Roosevelt’i ikna etmeye çalışıyordu.

Roosevelt de “en hakiki mürşit” olarak ilimi ve fenni seçti.

Sonrasını hepimiz biliyoruz.

Mısır doğumlu Fransız bilim adamı ve diplomat Tobie Nathan’ın dediği gibi bilimin en sorunlu “yan ürünü” bilimcilik ideolojisi. “Bu ideoloji bilimin ürettiği faydaları gölgede bırakacak kadar büyük bir sorun teşkil ediyor insanlık için.”

Bilimin dinleşme süreci
chercheur-g1.jpgBilim adamı toplumda güven uyandırıyor. Ortaya koyduğu somut ilerlemelerle bilim, inancı ve politik görüşü ne olursa olsun kimsenin reddedemeyeceği deney ve gözleme dayalı sonuçlarla bulgularını ispat ediyor.

Fakat aynı zamanda “bilimciler” beyaz önlükleri, kalın gözlükleri, anlaşılmayan kelimeleri ile gitgide bir ruhban sınıfını andırıyorlar. Zira sadece uzman oldukları alanda değil hemen her konuda fikir beyan eden hatta gelecekten haber verenler var içlerinde. Gerçekte fikirleri ve tercihleri sıradan bir vatandaşınkinden daha kıymetli tutulmaması gereken bu insanlar çağımızın şamanları , rahipleri oldular.

Bilimcilik ideolojisinin hâkim olduğu cemiyetlerde artık bilime de ihtiyaç yok. Çünkü bilimciler “mutlak hakikat üretiyorlar” bir zamanlarVatikan’ın yaptığı gibi.

Bu aşamada şunu da sorgulamak gerekiyor elbette: Yoldan çıkan bilim adamları mı yoksa onları yozlaştıran, yobazlaştıran cemiyetin kendisi mi?

Aerodinamikte kullanılan Mach sayısına adını veren Ernst Mach’ın  Ludwig Boltzmann  tarafından geliştirilen atom teorisine“atomların gözlenemez olması” sebebiyle karşı çıkmasına bakılırsa evet, bilim adamlarında böyle bir yozlaşma potansiyeli var.

Fakat biz sıradan insanlarda da “Madem depremleri veya nükleer enerjiyi bu kadar iyi biliyorsun, memleketi nasıl yönetmemiz gerektiğini de bilirsin sen!” gibi kestirmeden gitme merakı var ki bu noktadan itibaren işin içine bir “teslimiyet” giriyor. “Falanca bilim adamının öngörülerine inanıyorum.” Yani:

1) Vicdanını teslimiyet çengeline asıp mollaların erdemine iman eden İranlılar,
2) Ahlâkını süngünün ucuna asıp askerlerin erdemine iman eden yerli militaristler gibi bir de bilimciler çıkıyor ortaya.

“Dine veya felsefeye ne gerek var? İyiyi ve kötüyü ayırd etmek için bilim ve akıl varken? Bilimsel bulgulardan şüphe mi ediyorsunuz? Demek ki siz gericisiniz. Siz toplumun ilerlemesine karşısınız! Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. Bunun dışında mürşit aradığınız için sizler gafilsiniz ve cahilsiniz!”

Evrim bir teori mi yoksa bir senaryo mu?
“Ben görmüyorsam yoktur” saplantısı kendini “her şeyi gören” bir varlık zannetmenin bir tecellisi. Bu çerçeveye giren bazı evrimcilere göre ne can ne de ruh  diye bir şey var. Zira moleküler biyoloji rastlamadı izine DNA zincirleri arasında.

Fakat gün geçmiyor ki “hayatın sırları çözüldü” veya “ruh beynin neresinde?” başlıklı “bilimsel” bir makale yayınlanmasın. Ruha ve nefse bir kılıf olan bedenin evrilişini açıklamak için yola çıkan evrimcilerin gözleri kendi bulgularından öylesine kamaşıyor ki hayatı, canı ve ruhu çözdüklerini vehmediyorlar. Bu bilim adamlarının kibirleri alanlarına verdikleri isimlerden bile okunuyor: Life Sciences (ing.) veya Science du vivant  (fr.) kadar tevazu fakiri bir terim daha düşünülebilir mi?

Bir kemanı kıymık kadar küçük parçalara ayırarak Mozart bulunabilir mi?

“Bulamadık, demek ki Mozart diye biri hiç olmadı. Zaten Don Giovanni Operası da olsa olsa pencerenin kulpuna asılı duran bir kemanın rüzgârın etkisiyle arşesine sürtmesinden çıkmıştır.”

İnsan denen karmaşık varlık onun sadece fiziksel boyutunu oluşturan bir kaç kilo karbon, azot, kalsiyum ve suyla eşleştirilebilir mi?

Peki neden bilim adamları evrim üzerine bu kadar duruyorlar? Türkiye’nin ilk atom mühendisi ve eski TAEK  başkanı Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin  Milliyet’te yayınlanan röportajından  :

“…Bilim adamları arasında ‘publish or perish’ (yayınla ya da yok ol) sözü çok geçerlidir. Ya makaleni neşredersin ya da yok olup gidersin. Onun için bir hipotezin üzerinde konuşuluyor, saçma da olsa bu konuşmadan neticeler çıkabiliyorsa ve bunu yayınlayabiliyorsan, bu, mali destek, bilim aleminde popülarite ve zikredilme demektir. Zikredilmek ise birtakım yerlere gelebilme ihtimali demektir. Bütün bu sosyal dürtüler arasında insan, yaptığı bilimi unutabilir.

[Evrim Teorisi] Aklı okşayan, akla yatkın bir senaryo. Ama ispatı yok. Buna karşı, mesela Cenabı Hakk’ın “Yaratma Teorisi” var. O da bir senaryo. Teori olması için en azından yanlışlığının ispatlanabilir olması lazım. İspatlayamadığınız zaman, pozitif ilmin dışındadır.
…. Zaten bütün senaryolar böyledir. Mesela kâinatın big bang (büyük patlama) ile ortaya çıktığı teorisi. Harikulade, şiirsel bir senaryodur, ama önünde sonunda bir senaryodur. Buna alternatif senaryolar da var. Hâlbuki gerçeğin ancak bir temeli olabilir. Teorinin bazı varsayımlarını bugünkü fizikle izah etmek mümkün değil. Demek ki fiziğin dışında bazı elemanlar, sırf bu teoriyi ayakta tutmak için ithal edilmiş. Bu durumda fiziğin ötesinde kalınır ki, onun adı da fizik değil metafiziktir. Buna 
epistemoloji açısından itirazım var….”

Bilgi yerine önyargı üreten bilim
danger_virus1.jpg1949′da fizyoloji ve tıp dalında Nobel Ödülü alan Portekiz bilim adamı Egas Moniz  1935’ten başlayarak 20 yıl boyunca birçok akıl hastasının beynine cerrahi müdahale yaptı. Lobotomi adı verilen bu “tedavi” ile beynin frontal lob denen kısmı ile geri kalan kısım arasındaki bağlantı kesiliyor, hatta bazen frontal lob kasıtlı olarak tahrip ediliyordu. (not : Frontal lobun önemi için bir başka Portekiz bilim adamı olan Antonio Damasio’nun  çalışmalarına değindiğimiz Psikopatlık ve Karizma adlı yazıya bakılabilir.)

1950’den itibaren terk edilen bu yöntem gerçekte şizofreni veya şiddetli depresyon geçiren insanları tedavi etmiyor onları sakatlayarak bitkisel hayata sokuyordu.

Bu şekilde Egas Moniz toplumu kendini oluşturan bireylere karşı sorumluluklarından “kurtarıyordu” bir anlamda. Yani biz bir toplum olarak “suçu teşvik eden bir şey mi yapıyoruz?” gibi rahatsız edici soruları kendimize sormaktansa altına sığınacağımız bir şemsiye arıyoruz ve bilim adamı da bu rahatlatıcı inancın rahibi, imamı olarak çıkıyor karşımıza.

“Bir insan mutsuzsa veya saldırgansa bu mutlaka beynin bir bölgesindeki fizyolojik bir bozukluktan kaynaklanıyordur” diyen bir kimseye “mürşit” denebilir mi?
Suçluları hapse atarak suçtan kurtulacağını zanneden bir toplumun ailevî değerlere, ahlâka, özeleştiriye ihtiyacı yok mudur?

Ortaçağ Avrupası’nda Katolik kilisesi yüksek meblağlar karşılığında “endüljans” denen belgelerle insanların günahlarını “affediyordu”. Bu inanca göre daha ölmeden cennete gitmeyi garantileyebiliyordu fiyatını ödeyebilenler.

Doğrudan ve dolaylı katkılarımızla bilimi finanse ediyoruz güya bilgi üretmesi için. Ancak bilim bazen karşımıza:
1. Bilim camiasını,
2. Toplumun vicdanını,
3. Siyasî rejimi
rahatlatacak veya destekleyecek bir takım dogmalarla geliyor.

Bir başka Nobel kazanmış bilim adamı Charles Jules Henri Nicolle (mikrobiyolog) bu konuda şöyle diyordu : « Bilimde dogma olmaz! Hiç bir şey önceden kazanılmış değildir, icad okulu saygısızlık okuludur ».

Bilimsel olmayan “bilim”
image2_dna.jpgBilimciler bu rahiplik rolüne o kadar ısınmışlar ki bilimsel yöntemlere bile sırt çevirmeye hazırlar yeni tapınaklarından insanlığa hükmedebilmek için:
Örneğin bir gen ile bir hastalık arasında bağlantı ihtimalini hesaplamaya yarayan LOD Score  (fr.  ). Boston’lu gen mühendisleri J.S. Alper ve M.R. Natowicz’in Trends in Neurosciences dergisinde (volume 16, n° 10) 1993’te yayınladıkları makaleye göre şizofreni ve manyako-depresif psikoz türü “akıl hastalıkları” ile genler arasında bağlantı olduğunu “bilimsel olarak ispat eden” bir çalışmada modeli kurmak ve modeli test etmek için AYNI veriler kullanılmış!

Makalenin yazarları J.S. Alper ve M.R. Natowicz’e göre hemen bütün araştırmacılar bilimsel çalışmalara başlarkenbir takım önyargılardan kurtulamıyorlar ve araştırmalarını neredeyse farkında olmadan bu önyargıları “ıspatlayacak” biçimde yönlendiriyorlar.

Tabi “şizofreni geni bulundu” diye basın toplantıları yapılıyor ama “pardon, yanılmışız” demek için kimse ortada görünmeye niyetli değil.

Bilimsel olmayan bilimin en traji-komik örneği belki de Fransız bilim adamı Edouard Zarifian’ın(psikiyatrist) kitaplarında defalarca altını çizdiği bilimsel modelleme hataları: Örneğin “Psikolojik tedavi etkisine sahip” ilaçların geliştirilmesinde denek olarak ahtapot, fare ve eklembacaklıların kullanılması. Eşinden ayrılmış, ailesinden baskı gören ve depresyona sürüklenen bir kadın doktora gittiği zaman kendisine yazılacak ilacın geliştirilmesi için “model olarak” bir eklem bacaklı kullanılmış olacak. Toplumun, anne olma duygusunun, geleneksel ve ekonomik baskıların bir ahtapot için ne ifade ettiğini bilmek zor tabi. Ayrıca ABD’de yaşayan bir kadına “iyi gelen” bir ilacın Türkiye’de yaşayanlara iyi geleceğini varsaymak o denli “zor” bir hipotez ki buna ancak önyargı denebilir.

Bir başka “bilimsel” önyargı da “duygu = kimya” biçiminde çıkıyor karşımıza.

Zarifian’a göre belirtileri ülkeden ülkeye ve bir yüzyıldan ötekine değişen depresyon bir hastalık değil, bir duygu hali. Fizyolojik anlamda bir hastalık söz konusu olmadığı için bir iyileşme değil bir “hal değiştirme” söz konusu. Yani bireyin kendini ve toplumu algılayışı üzerinde olumlu ve kalıcı bir etki yapmak.

Ne var ki insanların çektikleri “psikolojik sıkıntılar” sayesinde büyük kârlar elde eden ilaç sektörü “ruh halimiz” ile ilgili sorunlarımızı da biyokimyaya daha doğrusu beynimizdeki nörotransmitterlere indirgemeyi tercih ediyor.

Nefsine yenik düşmüş, karamsar, endişeli, sıkıntı içindeki bir insanın hayatını, geçmişini, korkularını anlamadan onu standart bir yöntem ve/veya ilaç ile iyileştirmek mümkün değil. Ama o insanı kandırmak mümkün. Bunun için beyninin kimyasıyla yani nörotransmitterler (acetylcholine, norepinephrine, dopamine, serotonin, GABA, glycine, neuromodülatörler) dediğimiz maddeler ile “oynamak” gerekiyor. Zira ancak bu şekilde dünyanın neresinde olursa olsun bütün insanların kendilerini geçici olarak iyi hissetmelerini sağlayabilirsiniz ki bu da onlara deterjan satar gibi ilaç satabileceğiniz anlamına gelir.

Terörün ve siyasî rejimlerin hizmetindeki bilim adamları
Geride bıraktığımız eylül ayında İngiltere ve Almanya’da tutuklanan Arap kökenli El-Kaideci teröristlerin doktor olmaları, tıp ve kimya alanındaki bilgilerini sivilleri öldürmek için kullanmaya çalışmaları herkesi şaşırttı. Fransız Le Figaro gazetesi hayretle “hayat kurtarmak için okumuş bir doktor nasıl olur da bilgilerini öldürmek için kullanır?” diye soruyordu.

Aslında söz konusu Fransız gazeteci Avrupa’nın yakın tarihini bilseydi bu kadar şaşırmazdı. Zira o zaman Alman doktor Josef Mengele’nin ve Avusturyalı doktor Aribert Heim’ın Auschwitz-Birkenau toplama kampında insanları anestezi kullanmadan kestiklerini ve beyinlerine zehirli maddeler zerk ettiklerini bilebilirdi. Bilimi insanlara zarar vermek için kullanan doktorlar arasında Heinrich Himmler’in emriyle Çingeneler gibi “aşağılık ırkları” kısırlaştırmak için bilimsel araştırmalar yapan Karl Clauberg de anılabilir.

Fakat bilim ile zulüm yapmak Nazilerin tekelinde değil elbette. Rus bilim adamları tıp, kimya ve psikoloji alanlarındaki bilgilerini Sovyet Rusya’nın gizli servisi KGB’nin(Комитет Государственной безопасности) sorguları için kullandılar soğuk savaş yıllarında. Ama bundan daha da çarpıcı olanı psikyatristlerin yardımıyla politik muhalefetin bir akıl hastalığı olarak ilânı ve kabulü oldu. Öyle ya, komünizme karşı çıkmak için insanın deli olması gerekirdi(!) Bu şekilde mahkeme gibi masraflı bürokratik detaylardan kurtulan komünist idare binlerce insanı hızla tımarhanelere gönderdi. Tabi gene doktorların yardımıyla verilen “kimyasal eğitim” sırasında“yanlışlıkla” ölenler de oluyordu!

radovan_karadzic_3mar941.jpgBosna Savaşı sırasında işlediği soykırım ve savaş suçlarından dolayı hâlâ aranan Radovan Karadziç de doktor değil miydi? Kaçak nakil organ piyasasında Komünist Çin’deki idam mahkûmlarından alınan organların bolluğu da Çinli cerrahların irşada ihtiyacı olduğunu göstermiyor mu?

Bilim adamları acaba sadece savaş gibi istisnaî durumlarda mı vicdanlarını askıya alıyorlar? Bu o kadar da kesin değil. ABD’dekiVanderbilt Üniversitesi bünyesinde fakirlere ücretsiz sağlık hizmeti veren bir bölümde 751 hamile kadına radioaktif madde vererek çocuklar üzerindeki etkisini 20 yıl boyunca test eden araştırmacılar bunun en güzel örneği. Elbette bazı çocuklarda tümör oluştuğunu söylemeye gerek yok.

Dogmatik bilim adamları faşizmi desteklemeye dün olduğu gibi bugün de hazırlar. Fransa’da cumhurbaşkanı Sarkozy’nin uygulamaya çalıştığı potansiyel suçluları daha anaokulunda iken “yakalama” fikri ABD’de başka boyutlarla hayata geçiyor : “Violence Initiative” adı verilen ve daha şimdiden 42 milyon dolar yatırılan program suçu önlemek için bilimden istifade etmeyi amaçlıyor. « Neden olmasın ? » diyor insan. Sosyologlar, psikologlar vb bir araya gelerek sorunun üzerine eğilebilirler. Ama programın mimarları bir dogmaya iman ederek çıkmışlar yola: “Suç bir hastalıktır, sebepleri fizyolojiktir.”
Şimdilerde binlerce çocuktan kan ve doku örnekleri alınıyor, serotonin gibi nörotransmitterler ile suç arasında ilgileşim (korelasyon ) aranıyor.

Bu “özgürlükler ülkesinde” hâlihazırda okul çağındaki oğlanların %10’u kızların ise %5’i Ritalin® denen bir ilaç alıyor. Amfetamin içeren bu ilaç yetişkinleri “canlandırırken” çocukları “sakinleştiriyor”. “Uslu çocuk” isteyen ama ebeveynlik görevini yerine getirmekten aciz anne-babalar evlatlarına şefkat yerine Ritalin® veriyorlar. Ritalin® Fransa’da yasak.

Normalde sadece hiperaktivite gösteren sorunlu çocuklara verilmesi gereken bu ilacın milyonlarca çocuğa verilmesi elbette Novartis Pharma gibi bir ilaç firmasını rahatsız etmiyor. Bu çocukların Ritalin® yüzünden ileride uyuşturucu bağımlısı olmaları ihtimali oldukça yüksek ama bu sorun kâr peşindeki Novartis Pharma’yı sitesinde Ritalin®’in uzun uzadıya reklâmını yapmaktan alıkoymamış. Aynı sayfada Novartis Pharma’nın hisse senetlerinin günlük fiyatlarının da görüntülenmesi acaba bir lapsus calami olabilir mi?

İnsanın vicdanıyla ateşkes imzalaması
Buraya kadar bilim adamlarının da yoldan çıkabileceklerini ve ellerindeki bilgi gücünden dolayı normal insanlardan daha tehlikeli olabileceklerini anlattık. Peki bir bilim adamı nasıl işkence yapabilecek noktaya geliyor? Bu soruya en güzel cevaplayanlardan biri Avusturyalı Yahudi tarihçi Raul Hilberg. “Avrupa Yahudilerinin imhası“ adlı eserinde anlattığına göre işkenceci Alman doktorlar deneyleri için devletten idam mahkûmlarını talep ediyorlardı. Araştırmacı şöyle diyordu kendi kendine : “Suçluların, iltihap yüzünden ölebilecek bir Alman askerinden daha iyi muamele görmesi için hiç bir sebep yok!”

Bu “suçluluk” kavramı elbette SS subaylarının zihninde çok izafî bir kavramdı: Meselâ “Temiz Alman ırkını kirleten akıl hastaları, Çingeneler veya Yahudiler” de suçluydu.

Romalı devlet adamı Marcus Tullius Cicero’nun « vicdanın kırılma noktası » adını verdiği bir tür sorumluluk transferi yapıyor bilim adamı. Yani vicdanıyla bir tür ateşkes antlaşması. Böyle bir andan itibaren bilim kalıyor ama “adam” gidiyor. Yaptıklarından pişman olmayacak, gerekeni yapan bir tür robot çıkıyor ortaya.

Özetle bizim yerimize iyi-kötü ayrımını zaten yapmış bir Führer, bir ulu önder, bir millî şef varsa vicdanının sesini dinlemeye ne gerek var? İnsan denen varlığın bu zayıflığını analiz eden Serdar Kaya’nın « Endoktrinasyon » adlı yazı dizisi bu konu üzerine hazırlanmış son derecede kapsamlı ve öğretici bir çalışma. 10 makaleden oluşan bu dosyayı herkesin okumasını tavsiye ederiz.

Bilimin mürşidi kim olacak?
Liberal Düşünce Topluluğu’ndan Mustafa Erdoğan Aydınlanma, Bilim ve Bağnazlık adlı makalesinde şöyle diyor:

“Bilimin yol göstericilik iddiasıyla ilgili olarak daha sade ve soğukkanlı bir şekilde konuşursak, ilk yapmamız gereken onu tevazuya davet etmek olsa gerektir. Çünkü bilimin değil hayata “mürşit” olması, onun kendisinin ahlaki bir kılavuza ihtiyacı vardır. Hayatlarımıza yön verecek değerleri bilim üretmez, üretemez; dolayısıyla eğer bir mürşidimiz olacaksa, bunları üreten her ne veya neler ise asıl mürşidimizin onlar olması gerekir.”

Bilim dünyası kendisini üreten bilim insanları gibi kusurlu. İnsanlarda görülen kusurlar bilimsel kurumların işleyişlerine de yansıyor. Türkiye’deki bilim kuruluşlarına içerden bir bakış için yazarlarımızdan Fethi Sipahi Tan’ın kaleme aldığı “Yeni Üniversiteler Hayırlı Olsun” adlı esprili ve bilgilendirici makale okunabilir.

Araştırmacılara sadece bilimle uğraştıkları için atfedilen erdemler bu camianın kusurlarını örtüyor. Nobel  gibi ödüller, patentler, özel araştırma laboratuarları ve finansmanları, bilim dergileri… Bütün bunlar çok büyük maddî çıkarların yarıştığı hatta çatıştığı ortamlar. 

                         
Evrim Teorisi’nin müşterisi kim?
Yazının başlangıcından beri açıkladığımız gibi bilim adamları sık sık nefislerine yenik düşerek bilimin dışına çıkıyorlar ve bilimcilik yapıyorlar. Evrim teorisi / senaryosu da istisna değil. Hücre yapısı konusunda ileri bilgiye sahip bir bilim adamı evrim senaryosunu desteklediği zaman bu o senaryoyu ispat etmekten çok uzak. Zira biyolog artık biyoloji olmayan, metafizik bir alanda “dans ediyor”. Haliyle tahminlerinin, varsayımlarının, inançlarının herhangi bir insanınkilerden daha fazla değeri yok. Ama nasıl bir futbolcu diş macunu reklamı yapıyorsa bir biyolog da “evrim vardır çünkü BEN diyorum!!!” diyebiliyor. Ancak burada da durmayarak “işte hayat böyle çıkmıştır ortaya” diye dayatıyor başrahip biz sıradan ölümlülere.

evrim_image4.jpg

Hayatın bilimsel tarifini yapmaktan bu kadar aciz iken  bu kibir niye? Öyle ya, yeni ölmüş bir insan  ile komadaki bir insan arasındaki fark nedir? Birçok insan öldü sanılarak morga konduktan sonra ayağa kalkmamış mıdır? Kalp atışlarını, solunumu özetle bilimin “hayatî belirti” dediği şeyi göremeyen doktor “ben görmüyorum, o halde yoktur” dogmasına göre nice canlı insanı resmen ölü (=hayatsız) ilân etmemiş midir?

Bilim, evrim senaryosunu destekleyerek bir kez daha kendi alanının dışına çıkıyor çünkü “bilimin müşterileri” bunu istiyor. Peki, kim bu “bilimin müşterileri” ? Yazarlarımızdan Mustafa Akyol’un deyimiyle  :
“Varolma amaçlarını daha fazla paraya, kariyere, statüye, cinselliğe ve eğlenceye ulaşmak olarak belirleyen çağımız insanlarının çoğunda, yaygın bir mutsuzluk, bir depresyon hali var.”

Hayat-ölüm ekseni günümüzün tüketici, bencil, hedonist insanı için ciddi bir sorun. Hayatın varlığı ister istemez “bana hayat veren kim/ne?” sorusunu getiriyor. Ölüm ise “ya sonra?” sorusunu. Bunlar kafa karıştırıcı sorular. Üstelik sırrına tam olarak ermemiz mümkün görünmüyor. Oysa bizim bencil insanımız her şeyi kontrol altında tutmaya öyle alışmış ki. Yarınki hava durumunu televizyon bildiriyor, gittiği yeri GPS gösteriyor, evi yanarsa sigortası var. 21ci yüzyıl insanı riske, belirsizliğe tahammülü olmayan bir insan.

İşte Evrim senaryosu bütün bu endişeleri elinin tersiyle süpürüyor. Sırrına vakıf olamayacağımız, muhtemel bir “Yaratıcı” fikri ve O’na karşı, diğer insanlara karşı muhtemel sorumluluklarımız böylece “iptal edildikten” sonra “hayatın maymunlardan hatta tek hücrelilerden geçip bize geldiği” dogması hayatı kimyaya, biyolojik bir kılıfa indirgiyor. Bunu “avantajı” ise ölümün dolayısıyla ölüm sonrası korkusunun ortadan kaldırılması.

Evrimcilerin iç hastalıkları

Evrim senaryosunu akla yakın bulanlarla bulmayanlar kanaatimizce aynı derecede saygı hak ediyorlar. Ancak tartışmanın metafizik platformda yapılması icab ediyor. Eğer evrim okullarda anlatılacaksa bunun yeri biyoloji değil felsefe dersi olmalı ki diğer inançlar ve senaryolarla birlikte ele alınabilsin, evrim senaryosu zorunlu din dersi gibi dayatılmasın.

Bu bağlamda eleştirimiz evrim senaryosunu akılcı bulanlara değil ama evrimcilik yapıp bunu topluma dayatanlara. Evrimcilik bilimciliğin özel bir hali ve Fenerbahçe’yi veya Galatasaray’ı desteklemek ne kadar bilimsel ise evrimi desteklemek de o kadar bilimsel bizim gözümüzde.

Yazının başından beri aktardığımız veçheleriyle bilim yobazlarının ve haliyle evrimcilerin iç hastalıklarını şöyle özetlemek mümkün:
1) Ben bulamadım, o halde yoktur,
2) Fizyolojik oluşumları açıklayan teoriler hayatı da açıklar. Hayat et ve kemikten başka bir şey değildir,
3) Ruh yoktur, insan akıllı hayvandır,
4) Aşk, vefa, nefret, vatan hasreti birer kimyasal tepkimedir,
5) Bilim adamları erdemlidir, ahlâka ihtiyaçları yoktur,
6) Bilimi eleştirmek, toplumdaki rolünü sınırlamak gericiliktir,
7) Bilim en iyi yol göstericidir,
8) Bilim mutlak ve değişmez bir referanstır,
9) Bilim dışında bir bilgi birikimi veya bilişsel bir disiplin olamaz. 

                        

Bilime alternatif mürşidler
Hz Muhammed “Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü ise, insanların en kötüsüdür” derken neyi kasdetmişti?

Bilim bir güç. Para veya kaba kuvvet gibi. İnsanlığı irşad etmek şöyle dursun her güç gibi onun da bir mürşide ihtiyacı var. Mürşidi vicdan olmadığı zaman yaptığı zulmün örneklerini aktardık, sebeplerini tahlil ettik. 21ci yüzyıldaki bilim Dünya yüzeyinden insan uygarlığını bir kaç kez silebilecek bir güce erişti.

Fransız bilim adamı ve filozof Bergson’un dediği gibi:
“insanlık kaydettiği ilerlemelerin ezici ağırlığı altında sürünüyor. Yüzyılımız insanı mekanik icadların ahlâkı ve insan soyunun mutluluk seviyesini yükseltebileceğine çok kolay inanıyor.”

Bilimi ve bilim adamlarını “en hakiki mürşid” kabul edenlere elbette saygımız var. Ancak biz bilim adamlarına da yol gösterebilecek başka bazı mürşidleri anmak istiyoruz. Zira onlar da bilgi sahibi kimseler ama bize miras bıraktıkları ve irşad edici bulduğumuz bu bilgiler bilimin kapsamı dışında kalıyor :

“İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan?
Sen göremiyorsun diye bu âlem yok değildir.

Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.

Cömertlikte akarsu gibi ol. Şefkatte güneş gibi ol. Kusur örtmekte gece gibi ol. Öfkede ölü gibi ol. Tevazuda toprak gibi ol. Müsamahada deniz gibi ol. Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol. “ (Mevlâna)

Yazıya Einstein’ın Roosevelt’e “yol gösterdiği” bir mektupla başlamıştık. Einstein’ın mektubunun orijinaliyle bir âlimin gene bir hükümdara, Gazali’nin Selçuklu Sultanı Sencer’e nasihat için yazdığı bir başka mektubun yanına koyuyoruz. Mürşidinizi seçmek size kalmış…

“Allahü teâlâ İslam beldesinde muvaffak eylesin, nasibdâr kılsın. Ahirette ona, yanında yeryüzü padişahlığının hiç kalacağı mülk-i azim ve ahiret sultanlığı ihsan etsin. Dünya padişahlığı, nihayet bütün dünyaya hakim olmaktan ibarettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır.

Cenab-ı Hakk’ın, ahirette bir insana ihsan edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yeryüzünün bütün beldeleri, vilayetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedi sultanlık ve saadet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip mağrur olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği padişahlıktan başkasına aldanma.

Bu ebedi padişahlığa (saadete) kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bir gün adalet ile hükmetmek, altmış senelik ibadetten efdaldir.” Madem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsan etmiştir, bundan daha iyi fırsat olamaz! Zamanımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adaletle iş yapmak, altmış yıl ibadetten efdal olacak dereceye varmıştır.

Dünyanın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: «Dünya kırılan altın bir testi, ahiret de kırılmaz toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedi olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünya, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir.» Ahiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâki kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyaya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misali iyi düşününüz ve daima göz önünde tutunuz…”

Einstein’ın Roosevelt’e mektubu (Orijinal metin)

500px-einstein_szilard_p11.jpg

500px-einstein_szilard_p21.jpg

Alternatif mürşidler

Kur’an
“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkeplerin durumu gibidir” (Cuma 5)

Hz Muhammed (s.a.v.)
“Allah ilmi insanların kalbinden zorla sokup almaz. Fakat ilmi ulemayı kabzetmek suretiyle alır. Öyle ki, tek bir âlim kalmaz. Halk da cahilleri kendine reis yapar. Bunlara meseleler sorulur onlar da ilme dayanmaksızın fetva verirler, böylece hem kendilerini hem de başkalarını dalalete atarlar (Buhari ilim 34, Müslim ilim 13, Tirmizi ilim 5)

İmam-ı Gazali
Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: Benim sermayem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermaye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes hiçbir şeyle tekrar ele geçmez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. O halde bu günü elden kaçırmamak bunu saadete kavuşmak için kullanmamaktan daha büyük ziyan olur mu? Yarın ölecekmiş gibi bütün âzâlarını haramdan koru.

Ey nefsim, sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım, diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeyi bugün tevbe etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun.

Kaynak: http://www.derindusunce.org/2007/11/07/evrimcilerin-ic-hastaliklari/

HAYIR DEMEYECEĞİM! BÜTÜN KABAHAT BENİM…

Atadan kalma şartlanmaların bugün somut iki neticesi vazgeçilemeyen “Güçlü Ordu Güçlü Devlet” fenomeni ve seçilmiş bir iktidarın sivil anayasa çalışmalarına koparılan yaygaradır.

Onun içindir ki seksen yedi yıllık geçmişinde demokratik yollardan bir anayasa yürürlüğe sokamamış toplumun altı yaşından itibaren ulusalcı bilinçle yetiştirilmiş fertlerini yargılamadan ipe götürme basiretsizliğine kapılmayacağım.

Ulusalcı bilinç diyorum; sosyalistiz naralarıyla gönülleri sarhoş eden kitlelerin avuçlarına 82 anayasasını alıp sol ellerini yukarıya kaldırmalarını nasıl bir bilinçaltıyla açıklayabiliriz, bilmiyorum.

Ancak gömleklerinin üstüne apolet takmış, Dersim canavarı CHP ile omuz omuza bu yola koyulduklarına göre kabak aşısı yapılmış karpuzdan daha kof bir görüntünün var olduğu gerçek. 

[Hey gidi Pavlov ve Freud ne büyük adamlarsınız!]

Türk Silahlı Kuvvetlerimizdeki dostlarıyla bütün statülerden soyutlanmış olarak yan yana yargılanmak şerefine nail olmak istemeyen anne muhalefet partimiz, anayasa değişikliğinin AKP iktidarını güçlendireceği düşünce ve iddiasıyla seçim kampanyası yaparmışçasına hayır propagandaları yürütüyor.

Anayasa paketinde genel seçimlerle ilgili bir değişiklik olmadığından bu hareketi CHP’nin önümüzdeki seçimleri de kazanamayacağının kendileri tarafından asil kabullenişi olarak görmekten başka bir şekilde yorumlama seçeneğimiz kalmıyor.

İyimser bir geçmiş olsun da denebilirdi ama bu apaçık bir başınız sağ olsundur. Tavsiyem; on yılların getirdiği çözüm üretememe problemlerinigenel başkanlarının ayağını ahlaksızca kaydırarak değil; sorunları realist bir tabanda ele alarak çözmeye çalışsınlar ve sorsunlar kendilerine:AYM’nin 11 üyesini cumhurbaşkanı atarken yargı kimin elindeydi?

Yoksa kuvvetler ayrılığı sadece yargı-yasama kombinasyonunda mı zedeleniyor?

Ensest evliliklerle özürlü çocuklar meydana getiren üst kademe yargı organlarındaki kir bağlamış kadrolaşma artık sacayağının diğer ikilisinin kanatlarında kendini gizleyemez, gizleyemeyecektir.

Bir de… Bu değişiklikte yer almayan, yakın gelecekte hiçbir değişikliğe konu olamayacağını düşündüğüm bir madde vardır ki: Madde 66. 

Aynen şöyle geçer: Türk Devleti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Sonra her etnik kökeni ayrı ayrı yazacak mıyız diyenleri düşünüyorum, sonra da yarım yamalak bir açılım düşünüyorum on parmaklar gırtlağında.

Sonra düşünmemeye karar veriyorum, sırf kendilerine zulmedenlere ceza yolu açan anayasaya evet mi desinler, yığılmışken sorunlar çıkılan dağlar gibi... Ya da ot bitmeyen dağlara makineli tüfekleri taşıyıp terörü körükleyenlere mi sorsunlar?

Ama en iyisi sayın Gül'e söylesinler, güvercinin ayağında İmralı’ya mesaj gitsin. Bırakalım boykotlasınlar, su yatağını bulur.

Şimdi ucundan gösterip bak bizi seçerseniz öyle yapacağız böyle yapacağız diyen AKP, bu işi iktidarının ikinci döneminin son dakikasınabırakmasaydı başka şeyler düşünülebilirdi.

Mesela Ahmet Necdet Sezer döneminde cumhurbaşkanının yetkileri çok denip daha sonra adeta başkanlık rejimi yerleştirilmeye çalışılmasaydı, eksenimizi kaydırmak değil de eksenimizi kaydırtmasalardı, sendikal haklarla YAŞ’ın sınırını aynı kalemle çizip halkı farklı konularda tek bir karara itmeselerdi... vs. değiştirilmesi gereken çok şey vardı; evet.

Ancak ben yapılan dayatmalara, elle çevirilen dolaplara pek sıcak bakamıyorum.

Yavaş ve yaşlı işleyen bir yargının köklü değişimi gerekli.

Yetmez ama evet deyip beklemek için fazla geç, seçimi referandumla garantilemek içinse fazla uyanık değiller. Devletin kutsal kitabı bu denliucuz siyaset malzemesi haline geldiği için fazla mağrur bu günlerde.

Her şey fazla üst üste geliyor gibi. Muhafazakar bir partinin taslağına evet diyemedikleri için boykot diyen solculardan değilim,ben bu oyunu bozarım diyen postmodern tatar ramazanlardan da…

Bir şeyler paylaşılırken altta ezildiğini bile bile sağa sola nevale taşıyanlardan olmamak için referandum günü bir Menderes belgeseli izleyeceğim. Bir de şekersiz çay içeceğim.

Bildiğim bir şey var ki ben olmasam da ölmesem de görmesem de bu oyunun cast ekibine bir teşekkür borçluyum.

Elveda smokinli jakobenler…

Pardon, au revoir!

 

Aysel Serpil Görgün

Paylaş


     Aysel Serpil Görgün’ün Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler