Cuma akşamını ve Cumartesi gününü İstanbul’da tanıdıklarımın bir düğün organizasyon işine yardım ederek geçirmiştim. Geçen iki günde tüm bu yorgunluğun üstüne ve İstanbul’un insanı yıpratan hatta insanı hor gören yanına yakından tanık olduktan sonra, cumartesi gecesi bir dostum eğleneceklerini söyleyerek beni evine davet etti. Davete icabet ettim. Ama gittiğime de pişman oldum. Tek ihtiyacım dinlenmekti ama evde can sıkıcı konuşmaların ve budalaca gülüşlerin gürültüsü vardı. Maddi ve manevi açıdan o kadar yıpranmıştım ki bir roman bulup kuşluk vaktine kadar okumak, karanlıkta öten sabah kuşlarının çığırtkan ama umut veren sesini dinlemek, mavinin her tonuna bürünen gökyüzünde güneşin doğuşuna tanıklık etmek böylece yenilenmek istiyordum. Ama böyle bir imkânım olmadığı için kendimi bir odaya attım bir an önce sabah olmasını istediğimden kendimi zorlayarak, uykuya daldım.

Pazar öğlene doğru kalktım, diğerleri de yavaş yavaş kalkmak üzereydi. Dostuma selam verip evden çıktım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Tek bildiğim, bir an önce Yenikapı’dan Feribota binip Yalova’ya gitmek istiyor olduğumdu. Topkapı’dan trene bindim Aksaray’a doğru gidiyordum. Trende oturmuş camdan dışarıyı seyrediyordum. Aksaray’a gelmek üzereydim ama birden trenden inmekten vazgeçtim. İstanbul nihayet mütereddit bir şekilde de olsa güzel yüzünü göstermişti ve nicedir aklımda olan ve bir türlü yapmak isteyip de yapamadığım bir şey geldi aklıma. Murat Belge “İstanbul ana caddelerde değil, ara sokaklardadır “diyordu. İki gün boyunca hayatın benden aldıklarını düşününce içimde intikam duygusuna benzer bir duygu belirdi. Birazda ben hayattan zevk almalıydım. Artık üşenmemeliydim. Arthur Schopenhauer “Boş vakit hayatın meyvesidir” diyordu. Bu meyveyi üşengeçliğime yenik düşerek ziyan etmemeliydim. Bu yüzden Beyazıt’ta indim ve ara sokaklara daldım kendime şöyle diyordum sürekli:

 “Üşenmek yok.”

Bir sokak görüyordum ne kadar da güzel diyordum içimden ama sokağın sonuna kadar yürümek zor geliyordu. Kendime söz vermiştim üşenmek yoktu bir kere, sokağa dalıyor sokakları çepeçevre saran taş duvarları, eski binaları İstanbul’ a ilk defa gelmiş bir turist gibi meraklı ve şaşkın bir ifadeyle geziyor, hayal gücümü kullanarak tarihe tanıklık etmeye çalışıyordum. Uzaktan tarihi bir konak görüyor üşenmeden ona doğru yürüyordum.

Yoruluyordum, ama attığım her adımda hayattan intikam aldığımı ve üşenmeyerek onu yendiğim düşündükçe bitmez bir haz duyuyor ve yürümeye devam ediyordum. Cebimdeki parayı da hiç acımadan harcıyordum. Bu durum bende öyle bir his uyandırdı ki, zengin olmak için çok para kazanmaya gerek yokmuş demeye başladım içimden; çünkü param yetmese bile canımın istediği her şeyi alacakmışım gibi hissediyordum. Zaten canım da fazla bir şey istemiyordu içimdeki mutluluk ve huzur katlanarak büyüyor, böyle de olunca insan fazla bir şeye ihtiyaç duymuyordu.

İnsan ihtiyaçları azaldıkça özgürleşiyordu.

Beyazıt, Sultanahmet, Gülhane derken bilmeden Eminönü’ne gelmiştim. On sekiz otuzda feribota binecektim daha iki saatim vardı. Eminönü sahil şeridinden Yenikapı’ya yürümeye karar verdim; yürümeye başladım ama daha çok zamanım vardı. Yanımda Turgenyev’in İlk Aşk romanı ve Doğan Hızlan’ın, Özdemir Asaf’ın şiirlerinden derlediği Dokuza Kadar On şiir kitabı vardı. İlk Aşk’ın büyük bir kısmını bitirmiştim ama içimden bir köşeye oturup kalemimi de elime alıp Dokuza Kadar On şiir kitabını okumak geliyordu. Sahil şeridinde biraz yürüdükten sonra, surların içinde hem kafe hem park tarzında bir yere girdim. Sade bir kahve alıp küçük bir banka ayaklarımı bağdaş yapıp yanlamasına oturdum, kalemimi ve şiir kitabını çıkardım. Hiçbir şeyi umursamadan kendimi Özdemir Asaf’ın kapalı ve münzevi dünyasına bıraktım. Bir buçuk saat boyunca o dünyadaydım, sevdiğim şiirleri işaretledim ve şiirlerin güzel bölümlerinin altını çizdim, bazen de notlar düştüm. Ama fazla zamanım kalmamıştı; o yüzden okumayı yarım bırakarak Yenikapı’ya doğru yürümeye devam ettim. Bir yandan da içimden okuduğum şiir kitabından aklımda yer eden şiirleri tekrarlıyordum.

“Her seven

Sevilenin boy aynasıdır

Sevmek

Sevilenin o aynaya bakmasıdır”

Tarihi suru takip ederek Yenikapı’ya geldim. Bilet almak için gişeye geldiğimde öğrendim ki, yanlış bilgi almıştım. Daha Yalova Feribotunun kalkmasına bir saat kırk beş dakika vardı. Üzülmedim bu habere nasıl olsa bu vakit boşa geçmeyecekti, hayatın bir meyvesiydi boş vakit. Zaman kaybetmeden İDO’nun kafeteryasından atıştırmalık bir şeyler ve bir de çay alıp boş bir masaya oturdum. Bu sefer Turgenyev’in İlk Aşk romanını bitirmeyi tercih ettim. Dirseklerimi masaya dayayıp okumaya başladım, kötü bir roman olduğunu düşünüyordum ama son on sayfası beni derinden etkiledi. Heyecanını yitirmemiş bir baba ve oğlu, aynı kadına âşıklar. Kadın, babanın son aşkı oğlunsa ilk aşkıdır. Bu gerçek yüzünden evlilikleri çocuğun annesi tarafından bozulmuş ve ömürlerin sonuna kadar baba ve oğul birbirini görmeden ayrı yaşamak zorunda kalmıştır. Ama baba oğul arasında hiçbir zaman düşmanlık yoktur. Zamanında aynı kadına âşık oldukları için aynı çaresizliğin içinde acı çekerek kıvrandıklarından dolayı aralarında normalden daha sağlam bir bağ vardır. Baba yalnız ve kimsesiz bir şekilde ölmek üzereyken oğluna yıllar sonra ilk defa ve son defa olacak bir mektup yazar ve mektubunda şöyle der:  “ Kadın aşkından koru kendini, oğlum. Bize mutlulukla birlikte zehir sunan bu duygudan kork.”Kitap aklımda yer eden bu iki cümleyle bitmişti.

Feribotun kalkmasına bir süre daha vardı; bu yüzden bir kahve alıp Özdemir Asaf’ın şiirlerini okumaya devam ettim. Etraftaki masalar değişiyor Araplar kalkıyor, İspanyollar oturuyor bense Türkçe şiir okuyordum, bir süre de okumaya devam ettim. Feribotun kalkma saati gelmişti kitabın bitmesine az kalmıştı. Kitabın geri kalan kısmını da feribot seyirdeyken denizin güzel manzarası eşliğinde bitirmeyi düşündüm.

Yolculuk başlıyordu, herkesle bir Feribota doğru yürüyordum ama feribotun ince ve dik merdivenleri çıkarken herkesten ayrı bir güzellik gördüm; merdivenlerin eşiğindeki masada gözleri iri, kumral bir kız dirseklerini masaya dayamış ellerini de masa üzerinde birleştirmiş çenesini de ellerine dayamış, iri gözleriyle dalgın bir şekilde etrafı süzüyordu.

Biletimin o masa olması için yürekten bir istek duymaya başladım; merakla baktım bilete ama o masaya değildi. Benim oturacağım yer, masası bile olmayan ve denizi görmeyen bir koltuktu. Günüm güzel ilerliyordu bir kere, her şeyi güzelleştirebileceğime dair bir inancım vardı. Diğer salona geçtim kız hala çenesini masaya dayamış etrafı dalgınca izliyordu. Bu ara fark ettim ayak bileğinde bir dövmesi vardı, yeşildi sanırım. Başka boş bir koltuğa geçip masasına birisi gelecek mi, gelmeyecek mi diye feribot kalkana kadar bekledim.

Feribot kalkmıştı ve masası boştu. Biletime ve masaya dikkatlice bakarak, sanki biletimi o masaya kesilmiş gibi çekinmeme gerek kalmadan masasına oturdum. Bu sırada kızın dalgın, iri gözlerini ürkütmemek için hiçbir göz teması kurmadım. Oturduğum gibi kitabı çıkardım ve göstermeden masanın altından okumaya devam ettim. Kitabı bitirdikten sonra onunla konuşmaya başlayacaktım. Ama kitabın bitmesi biraz zaman aldı, ben hiç ondan yana bakmasam da başını masaya yaslayarak gözlerini kapayıp uykuya daldığını fark ettim. Kitabı bitirdikten sonra ayağımı masaya bilerek çarptım. Ani bir silkenimle iri gözlerini açarak bana baktı. Ben ona özür dilercesine baktım o da kabul edercesine sıcak bir şekilde gülümsedi. Bu gülüş hoş bir sıcaklık uyandırdı içimde, ılık bir esinti gibiydi. Halinden belliydi, canı sıkılıyordu.

Özdemir Asaf’ın altını çizmiş olduğum bir şiirini, kitaptaki sayfası açık halde kitabı ona uzatıp, şiiri kastederek “ Bakar mısın?” dedim. 

Ürktü, belki de garipsedi ilk önce ama ona uzatılan pembe bir kitap ve altı çizilmiş bir şiirdi yani kendisini güvende hissedebilirdi. Okudu, bitirince aynı şekilde başka bir şiir uzattım,

“ Yalanlar söylese inanacaktım

Ama yalan söyledi.”

Bu sefer kendimce şiirin yorumunu yaptım.”Yalanlar güzel şey, yalanlarla her şeyi güzel gösterebilirsin ama yalan öyle değil, yalan acı veriyor” dedim.

Hoş bir şaşkınlık içinde beni dinliyordu. Sonra “ Şiiri seviyorsunuz, galiba?” diye sordu. “Hayır” dedim, “Özdemir Asaf’ı seviyorum.” Şaşırmıştı. Özdemir Asaf’ı neden bu kadar sevdiğimi anlattım. Şiir seven bir romantik olmadığımı anlamıştı. Edebiyat’ı çok sevdiğimi söyledim. O da kitap okumaktan bahsetti, tavsiyesiz okuyamadığını ve uzun süredir okuyacak bir kitap bulamadığını söyledi. Kitap okumaktan bahsettik, Gorki’nin söylediği sözü örnek göstererek “ İnsanlar bilginin peşinde değil, unutuşun peşindedirler artık” dedim.”Biz de unutmak için kitap okuyoruz”  “Varolmanın Dayınılmaz Hafifliği” ndeki Anna Karenina okuyan ve bu sayede değişik dostluklar kuran kasabalı kızın hikâyesini anlattım.

Sohbet eğlenceli bir hal almıştı. Deniz sanki sohbete eşlik ediyordu. Sohbet güzelleştikçe deniz de güzelleşiyordu, denizin mavi tonları gökyüzünün tonlarına yaklaşıyor ufka bakınca deniz ve gökyüzü aynı mavide buluşuyorlardı. Sustuğumuz zaman bu eşsiz manzaraya bakıp demleniyor sonra tekrar konuşmaya devam ediyorduk. Yalnızlıktan konuştuk. Yine Özdemir Asaf altı çizilmiş şiirleriyle tanıktı:

“Yalnızın odasında

İkinci bir yalnızlıktır

Ayna

***

Yalnız

Hep uyanır

İkinci uykusuna”

Sonra “ Çay içeceğim dedi.”, ben de içerim dedim ve ayağa kalktım. Israrla beni yerime oturttu ve kendisi çayları getirdi. Sıcak çaylarımızı yudumlarken, yüzümü denizden yana dönerek düşünmeye başladım. Karşımdaki yabancıyla bir dost gibiydim, bu durumu garipsemiyordum üstelik çok hoşuma gidiyordu. Bu sıra bana bir şey sormak isteğini söyledi.

“ Gerçekte koltuğun burası değil, değil mi?”

“ Elbette değil” dedim.” Seni biraz canı sıkkın görünce yanına oturmak istedim ” Güldü.“ İyi yapmışsın”  dedi.“İyi yaptık” dedim ben de gülümseyerek. Sonra sohbeti daha da güzelleşmeye başladı, Turgenyev’in İlk Aşk romanın mektup kısmını gösterdim romandaki dramı kısaca özetleyerek.

Artık gözleri daha da ışıldamaya başlamıştı. Ve gözlerini benim gözlerimden ayırmıyordu. Bense fazla dayanamıyor, gözlerimi kaçırıyordum. Gözlerimin çok güzel olduğunu söyledi, hâlbuki bende onun gözlerine hayranlık duyuyordum. Bunu ona da söyledim. Karşımdakinin bu cesaret dolu bakışları beni heyecanlandırıyordu.

Hava kararmaya başlamış deniz ıssızlaşmıştı. Feribotla birlikte kayıtlarda yeri olmayan, yakıtımız bitene kadar karanlığın içene yolculuk edeceğimiz, yakıtımız bitince de o masum karanlığın içinde mahsur kalacağımız bir yolculuğa çıkmış gibiydik.  Salon sessizdi; aslında karşılıklı iç sesimiz diğer tüm her şeyin, feribotun, televizyonun ve insanların gürültüsünü bastırıyordu bu yüzden salon sessiz gibi geliyordu.

Bir süre sessiz kaldık; sonra gözleri gözlerime değince kendimi sessizliği bozmak zorunda hissettim. Madem yalnızdık ve yalnızlıktan konuşuyorduk, daha da yalnızlaşmamızda bir sakınca yoktu.” Baksana”, dedim salondaki diğer insanları göstererek, ” Bütün hayatı hep yersiz çekingenliklere mi geçireceğiz? Cesareti hep kafamızda mı yaşayacağız? Cesaret edip konuşmaya başlamasaydık, bu güzelliği yaşayabilir miydik?” Gülümseyerek, ışıldayan gözleriyle onayladı.

İskeleye gelmiştik, yolcular kalkmaya başlamıştı. Yalova’da onun daha önce hiç gitmediği bir yere birlikte gitmeyi davet etmiştim ileriki bir vakit için. Hala bir yabancı olduğumu kastederek kabul etmedi. Güldüm, gözlerimizi birbirimizin gözlerinden ayırmıyorduk ama hala iki yabancıydık. Sonra birden,

“ Biz daha birbirimizin isimlerini bile bilmiyoruz” dedi gülümseyerek, çok şaşırmıştı. Haklıydı Özdemir Asaf’tan, yalnızlıktan konuşmuş kendimize sıcak bir ortam yaratmış samimi bir şekilde duygularımızı paylaşmıştık. Fakat daha isimlerimizi dahi bilmiyorduk, birbirimize isimlerimizi sormayı unutmuştuk. Aslında bu durum niyetlerimizi apaçık gösteriyordu, güzel bir oyundu bizimkisi.

“ Sakın söyleme birbirimizin ismini bilmeyelim, böyle kalsın” dedi; gizemi korumak istiyordu. Bu güne kadar tanıdığım çoğu kişi, ben gizemi korurken; onlar gizemi aydınlatmak istiyordu. Ama şimdi ilk defa birisi benden önce gizemi korumak istiyordu. Bu teklifine içtenlikle katıldım sonra da ona

“ Bana nasıl seslenmek isterdin yani ne isim takmak isterdin?” diye sordum. Düşündü önce mavi dedi sonra gece ve Gece’ de karar kıldı.

“Ya sen?” diye sordu.

“Dalgın” dedim.” Seni ilk gördüğümde dalgın dalgın etrafı süzen gözlerindi dikkatimi çeken bu yüzden senin adın da Dalgın olsun” Güldü, güldüm. Tokalaşır gibi ellerimizi değdirdik birbirine sonra öpüştük yapmacık olmayan sıcak bir öpücüktü. Bu öpücükten sonra bir esrime kapladı içimi. Ayrılana kadar sürdü bu öpücüğün esrikliği. Ayrılırken de içimden sürekli harikaydı, harika bir oyundu her şey güzeldi diyordum. Ama ondan ayrılmak zor geliyordu, yarım bırakmak; ama bunu belli etmiyordum çünkü oyunları seven birisi olarak mızıkçılık yapmamalıydım. Yarım kalmalıydı böyle daha güzeldi, hiçbir şeyi bayağılaştırmamış ve sıradanlaştırmamıştık. Yine de bir yandan üzüntü duyuyordum ve aklıma nerde okuduğu hatırlamadığım“Yarım kalmamış arzu, arzu değil; Yasak olmayan aşk, aşk değildir.”  sözü geliyordu.

Ne yazık ki kim söylemişse haklıydı yarım kalmadıkça arzu, arzu olamıyordu. Böylece bu güzelliği ve arzuyu, içimizdeki sürekli bir şeylere sahip olma isteğine hayatı sıkıcı hale getiren bu karşı konulması güç isteği yenerek yaşatmıştık.

Feribottan ayrılırken kalabalığın ortasında” Hala yabancısın benim için unutma” diyip koşar adım ilerlemeye başladı. Giderken de arakasını dönüp, son ve en içten gülümsemesiyle bana veda etti, belki son değil de yarım bırakılmış bir gülümsemeydi.

Ayrılmıştık, mutluydum.

İçimden “Mutluyum ama seninle daha mutlu olabilirdim” diye düşünmeden de yapamıyordum.

 

BİR YAHUDİ DEVLET İSTESE…

Bir Yahudi genç veya yaşlı ölse..

Ama;

1940’lı senelerden evvel!

Mevlâ’mızın huzuruna çıktığında veya hesap verdiği gün…

Dese ki:

“Ey Allahım!

Sen; Kur’ân-ı Kerim’de benim soyumu, yani

Yahudi kavmini lânetlediğini buyurdun.

Hem de;

Bakara Sûresinde soyum olan Yahudilerin ısrarla kuvvet ve kudretine karşı geldiğini insanlığa bildirdin!

Ancak:

Bu çok uzun asırlar önceydi!

Aradan yüz yıllar..

Bin yıllar geçti…

Ey Rab:

Sen bize yeniden bir ülke kurmayı nasip et.

Söz!

Bir daha asla sapkınlık göstermeyeceğiz!”

Bu Yahudi ne hallere düşer bir düşünün.

***

Bu Yahudi’ye denmez mi?:

Gel, bak:

Size; “İsrail” diye bir devlet kurma imkânı doğdu.

Sen 1940’lı senelerde öldükten sonra

Yahudi kavmi:

“İzrael” adı verdiğiniz ve nev-i şahsına mahsus; gudubet bir memleket olarak zuhur etti.

Bak, gör:

Yine insanlığın başına belâsınız!

O kadar dünya malına tamah eden bir kavimsiniz ki, ne yapacağınız belli değil.

Para ve mal için değil insanlara...

Bitki ve diğer canlılara da dünyayı dar ediyorsunuz.

Domates...

Karpuz…

Maydanoz, tere.

Geniyle oynamadığınız nebat kalmadı.

Sırf; ülkenizden, sizden alınsın diye ekildiğinde ikinci kez asla ürün vermeyen ve bir ekimlik olan karpuz-kavun çekirdeği ile övünülür mü hiç? Övündünüz!

Neye el atsanız kuruttuğunuzun farkında değil misiniz?

Tüysüz tavuk üretmekle dahi övündünüz!

Bu zavallıcığı cıbıl cıbıl görüntülediniz.

Yetmedi:

Haber ajanslarına dahi geçtiniz.

***

Filistin’i dişinize kestirdiniz. Şamar oğlanı gibi dövüp duruyorsunuz.

Ama;

Sizin bir kılınıza zarar gelse dünyayı ayağa kaldırmayı başarıyorsunuz.

Şımarıksınız..

Ve de pişkin!

 Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

Şimdi daha çok şimşek çakıyordu; gökyüzü hiç olmadığı kadar yorgun. Susmak bilmeyen ağır silahlar daha çok savruluyordu insanların üzerine; askerler hep oldukları kadar azgın. Vahşet, türkülerini daha yüksek sesle dinletiyordu; Filistin yine suskun.

Elleriyle tıkamıştı minik Zahir’in kulaklarını. Gök gürültüleri arasında sıcak bir teselliydi babasının güçlü kolları. Sıkıca sarıldı kendisine güven verici bir gülümsemeyle bakan adama, yutkunup kefensiz gömülen abisinin hatırasını.

Fakat bir anda tüm sesler karanlıkta kayboldu.

Tamamlanamamış bir cümlenin kısık nefesinden çıkan buğu, bir ruhun daha bulutlara uçtuğunu duyurdu:

“Eşhedü en la ilahe...”

ZİHİN KARINCALANMASI

Koşmak hayata, yürümek ölüme yakın…

Yürümek hayata, oturup kalmak ölüme yakın…

Oturmak hayata, yan gelip yatmak ölüme yakın.

Hareket hayattan; durgunluk, statizm ölümden haberci.

 Can Dündar’ın durmadan üretmesi emredilen bahara Gelme üstüme bu kadar…” diye yalvarması bu yüzden. Bahar, Allah’ın yeryüzünü yeniden yaratışı. Ahretten haberci gibi. Bahar zamanı emredilen âlemin karşısında, yani bu muhteşem yaratılışın yanıbaşında tembelleşen, miskinleşen, üretemeyen insan kendini kötülerden bilmekte. “Bahar yorgunluğu” derler ya, yanlış. Asli “bahara haset…” olacak… 

Bu noktada can verilmiş bir vücudu hareketsizliğe mahkûm etmek, ona yapılacak büyük zulüm, en büyük hakaret. Mayışmış ellerin, hantallaşmış vücut sahiplerinin sürekli bir harekâtın içinde akıp gidenlerle mukayese edildiğinde daha büyük acılar içinde kıvranması bu yüzden. Kenara çekilip bekleyerek tefekkür ettiğini iddia etmek bile bir yerde ablak duruyor. İnsanin vücuduna vereceği en sanatsal, en engin, dingin şekil secde hali ise, bu hale bile ulaşmak, yani namazı ikame etmek için dahi bir hareket mevzu.

Yememek başkadır, yemekten kaçınmak başka. Yememek ölüme, yemekten kaçınmak hayata yakin. Tasavvuftaki, yani mesela oruçtaki yememek bir nevi kaçınmak, Hint’in yememesi ölümcül.

Mona Roza destanının sahibi Üstad Karakoç’un fakiri vurduğu kelamındandır:

“Bu medeniyet ne doğuludur, ne Batılı…” der. “Bu medeniyet sırat-ı müstakimi 1400 senedir Allahlarından gözyaşları ile yalvaranların medeniyeti. Ne et yememeyi şiar haline getiren Hint’teki miskinliğin, ne domuz ve şarapla nefsin esaretini kombine eden Batinin bu insanlığın hikâyesinde yeri yok.”

Üstadım ağzına sağlık. Şeker şerbetler düşsün bahtına…

Bu mevzuda vurucu bir muhasebeyi de Şairler Sultani, “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu”nda kitaplaştırır. “Bu Ülke” fildişi kulenin sahibinin seyahatnamesi. Üç eser de bizi, ne’idüğümüzü, ne olduğumuzu anlamak isteyenlere tavsiyemdir. Zira mütefekkirlerinin dilleri benden fazla dönmekle birlikte, beyinlerindeki kıvrım sayılarının fakirle mukayese edilemeyecek kadar çok olduğuna kani bulunmaktayım.

Lakin tefekkür vazife… Tatsız tuzsuz da olsa, biz dahi peteğimizi dolduracak balı üretmekle mükellefiz.

Üç kitabımız var. Kuran teoriler kitabımiz desem, onu küçültmese tanımlamam. Kur’an şüphesiz her şeyi barındırır.

İkincisi uğrumuza yaratılan âlem. İşte Batı bu noktada cehli aşmış durumda. Kabul etmek lazım.

Newton ile Nasreddin Hoca’nın başlarına düşen elmalara karşı muhasebesi. Biri bu isten bize iş çıkar deyip, matematiğine girişen; diğeri yani bizden olan Allah’ına şükrünü, imanını tazeleyen.

F=Mac bugün fizik kitaplarının ilk atasözü…

 “Başıma düşen su daldaki elma değil de, yerdeki kabak olsaydı…” deyip, şükür secdesine kapanan orta mektep edebiyat kitaplarında.  Artı dört yüklü zirkonyuma, artı iki yüklü kalsiyum zerk edip (eski dilden bilmeyenlere dope edip desem), eksi iki yüklü oksijeni tutmak ve bundan da bir oksijen sensörü geliştirmek Bati’nin isi.  “Bu oksijen sensoru yenir mi?” diye liseli embesil bir espri yapmak bizdeki ahmakların. Lakin bir eksiği var Bati’nin ve hatta hocanın da. Mamafih, eksiklik birbirini tamamlar mahiyette görünmekte.

Batı insanı okumayı beceremedi. İkinci kitap, yani âlem sarayının kitabı tamam.

Ama üçüncü kitap, insan sarayından habersiz. Nasreddin Hoca’yı iste burada kabakla elma arasındaki özellikle yerçekimi baz olmak üzere 9 farkı anlatacak, uygun matematiksel bir dil geliştirememesinden kınıyorum. Tefekkürünün bir bismillah var da güzel hocam, gerisi yok…

Bizim insan kitabındaki tecrübelerimiz çok. Sağlam insan mühendislerimiz var. Mecnun master çalışmasını cins-i latif üzere yapanlardan. Doktorasını gerçek ask üzerine verse de, popüler tüketim  kültürü masterini öne çıkardı. Hâlbuki master çalışmasında, kendisi de doktora tezinde itiraf ettiği üzere bir sürü hata var.

“Leyla’yı Leyla eden, Leyla’dan daha ziyade aşka layık” demişti... Popüler kültürün ilk cinayeti değil, bu hata. Dikkatinizi çekerim! Bizim Mecnun doktorasını verdikten, hatta gerçek sevdiğine kavuştuktan asırlar sonra Avrupa'da seçkin akademisyenlerin katıldığı bilimsel konferanslar düzenleniyor ve "Kadının ruhu var mı?" sorusunun cevabı aranıyordu.

Eskimeyen, çürümeyen, yaşanılası bir medeniyet projesi ancak bu üç kitaba hâkim mimarlar tarafından inşa edilecektir. Falanca filanca mekteplerden diplomalı Avrupa görmüş çakma müteahitler, gecekondu medeniyetlerinin mimari. Ve bu gecekondular ne zaman küçük bir deprem olsa yıkılmaya mahkûm, azizim. “Kalıcı olmak istiyorum.” diyen mahlûklar gibi boşu boşuna ölümcül projeleri insanlara ebedi ideolacyalar olarak sunmak ahmakça. Abdulhamid Han’ın “invention of tradition” sırrını anlamayanlar, bu eseri yazan İngiliz’in kitaplarını okumalılar. Abdülhamid Han bir medeniyet işçisi. Solmayan, soldurulamayan, üreten, gelişen, Allah’ın kitabında anlattığı bir medeniyetin.

Onca iş, güç, final, proje arasında bu yazıdan derdim ne benim? Bir bahar sabahı iste, tam da yeniden yaratılmışken âlem; âlemi kıskandım:

-Bahar… Gelme üstüme böyle bu kadar…

 Gönlümle efendim…

Ali Kılıç


     Ali Kılıç'ın Eski Yazıları

 

Yaşam su gibi akıp gidiyor zamanda. Bazen şiddetlenip derin izler bırakarak, bazen bir taşın üzerinden atlarcasına hiç dokunmadan, bazen efendi bir asilzade, bazense hırçın, deli-dolu, kontrol edilemez bir ergen…

Bizler tamamen kendimize odaklandığımız için, o akan ırmağın sadece ve sadece bize ait olduğu vehmine kapılıyoruz:

Su bizim, yatak bizim, kaynak bizim, taş bizim, balık bizim...

Sırf bu yanılgı sebebiyle ıskaladığımız ıslak bir gerçek var; biz kendi yaşamımızdan çok başkalarınınkine dokunuyoruz

Tercihlerimizle, sözlerimizle, hatta gizli saklı içimizden geçenlerle bile başka insanlara temas ediyoruz. Bu temas bazen o kadar kuvvetli oluyor ki,dokunmaktan ötebizatihi onların varlıklarına ve yollarına müdahil oluyoruz.

Bizim değerlendirmelerimizin, hislerimizin, “ben olsaydım...” diye başlayan yönlendirmelerimizin insanlarda yarattığı etki, bize bir hususu daha düşündürmeli; biz varlığımızı bildirmeyle bile temas ettiğimizin insanların yaşam sorumluluğunu da üstleniyoruz. Yüzeysel ve hatta sanal çilelerle hücre kapatmak peşindeki insanlarken hem de…

Halbuki öncelikle kendi yaşamlarımızda belirleyici olmak gerekirken, korsan su kanalları açarak başka insanların bahçelerini tahrip etmek illetli bir saplantıdeğil de nedir?

 Ruh ve düşünce âlemlerine tecavüzde bulunduğumuz, kafamıza göre yeniden tasarımladığımız bu gönül sahipleri, bunu hak etmekte midir?

Mürekkepten ellerin bulandırdığı deryalar hiç mi gözümüzü açmaz?

Ya da bir dedikodu hızıyla yayılan vebaların aldığı canlar hiç mi girmez rüyalarımıza…

Köküne kadar idrak etmemiz gerekir ki; herkesin parseli kendinedir. Belli sınırlar, mahremiyetler, farklılıklar bu parçalanmışlığın kesin kuralıdır. O vakit her şeyin güzel olabileceğinden bahsetmek belki mümkün bir hayal –daha doğrusu öngörü- olabilir.

Hayatı güzel ve kaliteli yaşamak ve de hakiki mutluluğu yakalamak ülküsü için; hayatları emperyal dürtülerle tahakküm altına alma felsefesi derhal buruşturulmalı, sıkıştırılmalı ve çöp kutusundaki şerefli yerini almalıdır.

Sevmek, coşku duymak, hayatı biriktirmek, “artmak” pekâlâ bir noktacıkla bile mümkündür. Nice yasak diyarlarda hazineler edindiğini sanıp sandığıyla kalan az mıdır? Kâinat bile bir vakit bir nokta iken bunu unutanlar yahut…

Duygu, fikirsel namus ve vicdan anlamında sağlam insanlar olursak fark edeceğiz ki, bize yoldaşlık edenler de sağlam olanlardır. Sağlam görüntüler yansıtan sağlam aynalar... Benzer kokular taşıyan, “vahdet-kesret” iç içeliğinde gülen oynayan insanlar...

Kuyruklu yıldız muhtevasındaki insanlar ancak, ab-ı hayat tsunamileri yaratabilir.

Birbirinden güzel olmak konusunda eşit olmak; ah ne muhteşem bir hayaldir... Kendi hayatında gül olup, O’na hemdem olmak...

Başının göğe ermesini isteyen, boyut değiştirmeye mahkûmdur. Hayat, yürüdüğünde değil, tırmandığında zevkli bir uğraştır.

Yatay değil, dikey olsaydı köprüler; sizce de her şey daha güzel olmaz mıydı?

HERKESİN BİR FİYATI VAR MIDIR?

Sohbetlerimiz esnasında kimi zaman şöyle bir söz kullanırız:

Herkesin satın alınacağı bir fiyat mutlaka vardır.

Ya da:

Kendimizden çok emin bir şekilde;

“Herkesin bir bedeli muhakkak bulunur!” deyiveririz.

Bu iddia ne derece doğrudur?

Veya

Doğru mudur?

Gerçekten de;

Herkes, bir bedel karşılığı satın alınabilir mi?

Satın alınamayacak değerde kıymetli ve de haysiyetli insanlar hiç mi kalmadı?

İnsanlar

Ve hatta

İnsanlık bu kadar mı ucuzladı?!

***

Şu şekilde bir cümle daha ortalıkta dolaşıp duruyor:

Mezarlıklar; vazgeçilmez zannedilen insanların, mezarları ile doludur.

Bu söz:

Bu ifade; açılımı ile şu anlamda olsa gerek:

Her kişi fani olup ölümlüdür.

Ve de;

Mezarlıkların hepsinde bulunan kabir sahipleri vazgeçilebilir kişilerdir!

***

Ne yazık!

Tamamen maddeci olmuşuz.

Hiç;

İnsanlar bir bedel karşılığı alınabilir mi?

Hiç;

İnsan kendi nevine karşı böyle umursamaz bedeller ölçüp herkesi mezarlıkları dolduran varlıklar olarak görür mü?

Avrupalılar görebilir.

Maddî ve kapitalist bir değer biçmeye onlar bir şekilde girişebilirler.

Bize göre:

Söz gelimi Mevlânâ hazretleri veya Fatih Sultan Mehmet veya sizin-benim; bazı dostlarımıza kimse fiyat biçemez.

Ve:

Onlar bırakın mezarlıklara; hiçbir kabre sığmazlar.

Çünkü Onlar;

Başımızın tacıdırlar ve her zaman başımızın üzerinde ve yüreklerimizde yaşarlar.

Girdikleri veya girecekleri hiçbir toprak onlardan daha değerli olamaz!

Onlar;

Hiçbir toprak parçasına sığmazlar!

Onlara kimse bu hastalıklı çağımızda bir bedel biçmeye kalkmasın!

Bu büyüklerimiz ancak yüreklerimize sığarlar!

Bundan olsa gerek, atalarımız:

Sözlerimize dikkat etmemiz gerektiğini nazarlarımıza vererek;

İki dinle, bir söyle demişlerdir.

Mehmet Kaplan

Paylaş


 

     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler