şünce Seyahatinde Varılan İlk Liman: Fikir Adası Bir Yaşında

“Dergi hür tefekkürün kalesi. Belki serseri; ama taze ve sıcak bir tefekkür…”

Yayın hayatına 2009 Eylül’ünde başlayan Fikir Adası’oku, düşün ve yaz’ prensibini ilke edinerek inşasına başladığı tefekkür kalesinin tuğlalarını, bir yıldır örmeye devam ediyor.

Fikir Adası; abartılı bir kofluğun, pırıltılı bir zırhın arkasına saklanarak iddialı göründüğü bayat ve anlamsız bir heves değil. Beşinci sınıf kompozisyonlarının derlendiği bir klasör veya küstah egolarca üretilmiş aforizmalar ile süslenmiş tek gösterilik bir vitrin de değil.

Güler yüzlü ve samimi bir ciddiyet. Asfaltı dökülen fikir yolunun kaldırım taşı. “Bir fikrim var.” cümlesini, “Bir fikrimiz var!”  kılan yazarlarıyla büyük hedeflerin başlangıç noktasında bulunup; çoğul bir amacın etrafında sıvanmış kollar ile hazırlanan bir e-dergi.

Yasak bölge tanımayan bir merakın emeği ile mananın söze büründüğü bu site, farklı görüşlerin gözlükleriyle çeşitlenerek; özgür, özgül ve özgün bir muhtevada muhtelif noktalara değinme hedefinin güdüldüğü online bir ‘mecmua’.

Genç yaştaki insanların, amaçsızca dolanan bir neslin içinde ‘yaşlı’ konulara kafa yorarak gösterdiği bu aykırı çaba, zihniyetlere bir çentik atıp zihinlere idman yaptırmanın gayreti içinde.

Yankılanan ve kendi içinde bocalayan, sorgulayan ve tecrübe kazanan bu düşünce serüveninde, şu ana kadar; elimize gelen yorumlar, elimizi sıkıp tebrik eden insanlar ve elimizde bulunan tıklanma istatistikleri ile elle tutulur bir konum elde edilmiş durumda.

Anlamak ve anlatmak isteyen bir tefekkür topluluğu olarak kalemimizi hokkaya bandırdığımızdan beri; on dokuz şehirden otuza yakın yazarımız, klavyesini yirmi altı farklı ülkeden okur ile paylaşıyor.

“Söz iki sonsuz arasında bir çırpınıştır. Sözcüklerin gücüne inananlar olarak içinde bulunulan zamana sahip olmak ve geçmişteki mirasla geleceği şekillendirmek için ‘bir fikrimiz var.” diyerek yelken açılan bu yolculuğun rüzgârının eksik olmaması dileğiyle…

Said Dogrul


     Said Doğrul’un Eski Yazıları

Sokaklarda asılmış evet/hayır pankartları, reklam panoları ve hayır/evet diye usanmadan gezen seçim arabaları. Evet seçim arabaları ne kadar tuhaf, adı üstünde seçim arabası. İçinde bulunulan süreç ile seçimin ne alakası var. Şimdi o arabalar evet veya hayır diye çığırtkanlık yapınca biz onlara kulak verip en çok duyduğumuz sesi mi tercih edeceğiz? Evet; evet kulak aşinalığı bize en doğru tercihi yaptıracaktır ya da hayır.

Ramazanın gelmesine aldırış etmeden birbirlerini en kötü sözlerle tenkit eden siyasi partiler aslında bir zihniyeti sorguluyor ve bulundukları ithamları birbirlerine yapmış gibi söylemlerde bulunarak onlara karşı olan zihniyete en ağır biçimde saldırıyorlar.

Konuda kendini uzman gören hatta hisseden her kişi çıkıyor ve neden onun istediğini bizimde istememiz gerektiğini anlatıyor ya da anlatmıyor sadece o ne derse onu diyelim istiyor. Siyasi parti liderlerinin meydanlarda konu ile ilgili söyledikleri sözler zaten konuyla tamamen alakasız ve neden miting yaptıkları anlaşılmış değil. Galiba tatilden pek hoşlanmıyorlar, çalışmaya o kadar alışmışlar ki meclise sığamayıp ramazan ramazan hop sokaklara atıyorlar kendilerini ve o kadar fedakârlar ki en aşırı sıcaklara bile aldırış etmiyorlar, bize daha iyi bir gelecek verebilmek için. Yazık insanın içi elvermiyor dayanamıyor, kendinizi bu kadar heba etmeyin biz sizi bilmez miyiz diyesi geliyor.

Gerçekten inanıyorlar mı istedikleri gibi sonucun sorunları halledeceğine. Demokrasi evet-hayır ikilemine indirgenebilecek kadar basit bir şey midir ki… Daha güzel yarınlar vaat ederek yalanlar söyleniyor. En mükemmel yazılmış anayasa bile yeterli değildir demokrasiyi, eşitliği, özgürlüğü anlatmaya, benimsetmeye. Bunların çözüm yeri kâğıtlara yazılan birilerinin bize bahşettiği liste olamaz. İnsanların hakları’nı korumanın yolu küçük bir kitapçıkla sınırlandırılamaz. Bu bir zihniyet meselesidir. Bu anlayışı benimsemektir önemli olan. Yoksa dünyanın en büyük haklar kitabını yapsan da kimsenin hakkını ve hiçbir hakkı koruma güvencesine alamazsın. Mevcut anayasaya aykırı kararlar alınmıyor mu ki yeni yapılacak olanlara karşı alınmasın. Kendini savunmaktan aciz bir anayasaya mı ihtiyacımız var? Tabii ki hayır onu savunacak zihniyetlere ihtiyacımız var.

Daha iyi bir anayasanın yapılmasının da bir sakıncası yok tabii;ancak bu zihniyetler ile hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Bu gün evet de hayır da diyen aynı zihniyettedir. Kendi istedikleri uğruna çiğnenmeyecek bir şey yoktur. Bunun örneğini en başta insanlara istetmek istedikleri şeyde görüyoruz. Çıkıp kimse olan budur düşünün taşının karar verin demiyor ki sadece kendi dediklerinin açıklamalarını yapıyorlar. Bu zihniyetlerle ne kadar demokratikleşebiliriz ki?

Sonunda karşılaşacağımız soru demokratikleştiremediklerimizden misiniz, sorusu olacaktır kuşkusuz. Çünkü demokrasi onların yanında olmaktır onlar gibi davranmaktır düşünmeyi bırakıp onların dediklerini yapmaktır. İşte o zaman demokrat olacağız ve huzura kavuşacağız. O zaman değmeyin keyfimize her şey istedikleri gibi olacak.

Yeni yetme âşıkların ellerine bir papatya alıp seviyor sevmiyor diye sayıp sonuncunun verdiği üstünlükle son papatya yaprağına bağlı olan sevilme işinden bir farkı kalmadı referandumun. Biz de artık papatyalar tükenmeden alalım elimize bir tane başlayalım söylemeye; evet, hayır, evet, hayır…

                                                                                                         

 

Dünya üzerinde; aynı öğle yemeğini muhafazakâr bir Müslüman, ailesi komünistken kendisi liberal olduğunu söyleyen bir Portekizli ve ‘ben mutluluğu arayan gezgin bir artistim’ deyip üstüne üstlük Arjantinli olup futboldan nefret eden bir sanatçı, dahası Vietnamlı bir öğrenci olup Amerika'da yaşayan birbirinden tamamen farklı bu dört kişiyle çoğunlukla kahkahaların duyulduğu bir masada hep beraber yiyebileceğiniz çok fazla yer yoktur eminim

İşte, Dünya Gençlik Kongresi nedir derseniz, size bu fırsatı sunan yerdir derim

Bu yıl 5.si düzenlenen gençlik kongresinin ev sahipliğini Türkiye yaptı. Bense şimdi; 140 farklı ülkeden 1500'ü aşkın sayıda delegenin katıldığı bu dev organizasyonda görevli olmak ayrıcalığını tatmanın haklı gururunu yaşıyorum. 2 hafta boyunca devam eden organizasyondan arda kalanları kısmen de olsa sizinle paylaşmak istiyorum.

Organizasyonumuz için ana-merkez olarak Yıldız Teknik Üniversitesinin Davutpaşa Kampüsü kullanıldı. Konaklamanın şehir merkezinden biraz uzak olmasından ötürü ara ara şikayetvari mırıltılar duysak da, kampüsün geniş bir alana yayılması ve bununla beraber gün içinde kampüs içi ulaşım için ücretsiz kullanıma açık shuttle'ların olması, ayrıca konakladığımız kampüs yurtlarının yepyeni (sıfır) olması gibi güzellikler, kongre bitiminde YTÜ yetkililerine teşekkürü bize borç bildirdi

Her gününün dopdolu geçtiği organizasyonda delegelere verilmesi planlanan asıl mesaj "imece"ydi… Türk kültürünün izini taşıyan bu kavramı; Kanadalı, Filipinli, İngiliz, Fransız, Afrikalı ve daha birçok milletten arkadaşımla hep beraber yaşayarak öğrendik..

Nasıl mı?

"İmece"yi, "eylem projeleri"mizle eyleme dökerek...

Peki neydi bu projeler?

Aslında kongrenin temeliydi diyebileceğim kadar ehemmiyetli gördüğüm, Dünya Gençlik Kongrelerini ortaya çıkartan "gençliği cesaretlendirme ve toplum içindeki yenilikler adına aktif roller aldırma" fikrinin hayat bulduğu projelerdi.

Birbirinden farklı 30'u aşkın projenin yer aldığı kongrede, ben ve grubum eylemimizi gerçekleştirmek için Yalova'ya giden ekiptik.

3 gece, 4gün süren projede hayatımın en renkli ve unutulamaz anlarını yaşadım.

Mısır'lı arkadaşım Menna'yla tarlalarda imece usulü domates topladık.

Aynı tarlalarda WC bulamayan Portekizli Pedro için uygun bir "ağaç arkası" aradık.

Yalova'nın şahane diyebileceğim çok sayıda doğal güzelliklerinden sadece biri olan "Sudöken" şelalesinde, bazılarının ilk defa bir şelale gördüğü grubumla beraber gayet soğuk ve tehlikeli olan sulara daldık.

Ve sonrasında, elimizde geri dönüşüm poşetleriyle doğal güzellikleri korumak adına şelalenin neredeyse çöplüğe dönmüş olan çevresini yine imece usulü temizledik.

Meksikalı Gabriela'yla, boş bira şişeleri topladık.

Öğle yemeğinde yine grubumla beraber, Yalova'nın Güney köyüne misafir olduk... Pilav üstü kuru yedik...  Kısa süre önce tarladan koparılıp önümüze konan acı biberlerden denedik.

Hereke atölyelerinde, halının nasıl dokunduğunu öğrendik. Taylandlı Supatchaya'nın hereke halısında ilmekler atabildiğini gördük.

Bunların yanında yepyeni kelimeler de öğrendik. Grubumuzun favori deyimi "bayıldım!", şimdi her yerde kullanılır oldu: "bayıldım this food!”, “bayıldım yalova!"

Ve aslında kongre süresince hepimizin aklında aynı fikir dönüp durdu. Bizler farklı ülke ve kültürlerden kopup gelen 20 küsur genç, iki hafta boyunca ortak bir yaşamı paylaştık. Mutlu iki hafta geçirdik. Biz bunu başarabildiysek, geri kalanlar da yapabilirdi; yapmalıydı!

Birbirimizle bağlantıları koparmamak adına söz verdik. Ve bir sonraki dünya gençlik kongresine katılmak için her şeyi yapmaya da.

Grubumuz bir aileydi ve ismi de "Leblebi Family"di.

Şimdilerde kongreden bana kalan çok şey var. Bunlar, dünyanın dört bir yanına yayılmış arkadaşlıklar ve Leblebi ailesi.

Yazımı sonlandırırken favori deyimimizle veda etmek istiyorum şimdi.

Bayıldım World Youth Congress!

Bayıldım Leblebi Family!

KOCA VEZİR

Yıldızların ufkî sonsuzlukta birbirine bakıp şakıdığı bir gece... Emirgân’da bir kır kahvesinde, denize ba­kan son masalardaki gölge kalabalığı şöyle bir depreşti. Bu hareketlilik, masa sakinleri için yeni bir tartışmanın başında olmak demekti.

Uzaktan bakıldığında masadaki insan yığınından biri­sinin elinde tuttuğu bir kağıtla diğerlerine bir şey söylediği­ -her ne ise- bunun kabul edildiği, okunan bir şeyin dinle­ndiği anlaşılabilirdi. Masaya yakın biri ise, heyecanlı bir hançereden çıkan, yapma bir heybet sezilen, ama iddia taşıdığı ke­sin şu sözleri duyardı:

Dîvânda yedi vezir başları önde, suskun, öylece son söylenecek sözü bekliyordu. Sonunda içlerinden yaşı yetmişi aşmış olanı, Padişahın bakışlarını üzerinde hissedip hafifçe doğruldu. Bir müsaade arar gibi Sultanın yüzüne bakmak istedi Umduğu izni o çehrede görünce, artık fazla beklemedi ve ‘Hünkârım’ diye söze başladı.

Bu hitapla, haşmetli vezirlerin hepsi medet bulmuşçasına, başlarını hep o yana çevirdi.

-...Hak yolda, şu kuşçuk canımızı dahi veririz. Nasıl irâde buyurursanız, bize öylece uymak düşer, siz ki Âl-i Osman Şâhısınız. Siz irâde eyleyin, bütün Nemçe’yi biz kulların heman Mülk-ü İslâma ilhak eyleriz.

               -Biz dahi öyle düşünürüz Lala...

-...

-Velâkin, tedbir nedir? Meşveretten maksadımız bu­dur.

-Hünkârım, Ordu-yu Hümâyun nevbahârda sefere çık­sa gerektir. Tedârik ve meşgaleye şimden geru başlansa evlâ­dır. Ferman Sultânımındır.

yleyse, tiz olmak tedbirdir. İrâdemiz odur ki, uçlarda edilen zulme gayri nihâyet verip dahi, küffâra baş eğdirmek ge­rektir, vesselâm...

-...

Etek öpüp bir bir huzurdan ayrılan vezirler, irâde olu­nan vazifeden hoşnut olarak, birbirlerine daha şimdiden şehâdet diledi.

O günün akşamı Koca Vezir son şerbetten sonra konukları uğurladı. Gecikmiş yatsı namazına durduğunda konak­ta uyanık kimse yok gibiydi. Hayli uzayan namazdan sonra kalktı, gümüş sürahiden bir maşrapa su içti. Sanki bu gecede bir başkalık vardı. Yatmaya hiç gönlü yoktu. Sonra yeniden seccâdesine dönmeye karar verdi, derin tevekküle dal­dı, epey iç geçirdi. Düşünceleri tâ çocukluğuna kadar gitti. Ö günlerden şimdiki ahvâline doğru kâh bo­yun bükerek, kâh tövbeler ederek tevekkül halini sürdürdü. Bir ara, dikkatinin dağılır gibi olduğu bir anda kalkıp abdest taze­ledi. Yeniden kıyam durup teheccüd namazına niyet etti. Sabah namazı vakti yaslandığı yün minderden gövdesini hafifçe kaldırdı. Artık eskisi kadar kâvi olmadığını düşün­dü. Yaşlı ve yorgun bedeni kendisine fazla ayak uyduramıyordu. Sabah namazına hazırlanmazdan önce âhir ömrü gözleri­nin önüne geliverdi. İbâdet ve taâtındaki kusurların bağışı için yeniden tövbeler etti. İkbâl nedir bilmeyen rûhu yaklaşan sa­bah seherinde zemzemle yıkanmış kadar tertemizdi. O, bütün bu ulvî hal içinde Rabbindan bütün samimiyetiyle şehâdet diledi.

Rabbisi katında bu dileği kabul görmüş olmalı ki, o gü­nün öğlen vakti cuma namazı sonrasında, meş’um ellerce kuşçuk canına kastedildi.

Küçük bir Rumeli kasabası olan Sokol’da doğmuş, nice çetin gazâ görmüş, nice umur yaşamış, ama mütevâzı kalabilmiş, tenez­zülden uzak Hak âşığı bu yaşlı zât payitahtta son nefesini ve­rirken, gönül huzuruyla Rabbisine koşmuştu. Yelkenleri atlas­tan, halatları ibrişimden nice gümüş kadırga onun rûhuylasüslenmiş olarak kudret buldu.

Semâya bir bakın, onu ve diğer şühedâyı bize selam yollar göreceksiniz. Kıvrık uçlu hançer tutan hâin bilekler, bu ulvî vecd karşısında sadece korkmuş olarak, sinsice bekleşiyor...

Okumayı bitiren delikanlı, soran gözlerle karşısında­kilere baktı. Hepsi derin bir hülyaya dalmış gibiydi.

-Ee, nasıl buldunuz?

-...

-Yâhu, biriniz bâri söylesin fikrini!

Olumlu, olumsuz mutlaka bir eleştiri sözü duymak isti­yordu. Üçü kız, yedi gençtiler. Bulundukları yerden bütün Boğaz görülebiliyordu. Bu donanma gecesinde ay da onla­ra eşlik etmekteydi. Hepsi Edebiyat Fakültesi öğrencisiydi. Yazar adını taktıkları ve az önce kendilerine bir hikâye okumuş olanı en yaşlılarıydı. Kumral, gür kaşlıydı; sakallı bir yüzü ve sıfır paça bulucini vardı. Üç kızdan biri onun sevgilisiydi. Lapiska saçlar, düzgün hatlı bir vücut ve Yazar’a sıkça hediye ettiği güzel dudaklara sahipti. Yine burası sık takıldıkları bir kır kahvesiydi. Sırf romantik olduğu için ve nostalji niyetine burayı seçmişlerdi. Diğer üç erkek ve iki kız, hergün sokaklarda görülen cinsten havâî, bohem tip­lerdi. Fakülte arkadaşları bu guruba Çılgınlar derdi.

Yaklaşan garson, masadaki gergin havayı böldü. Boş şişeleri topladı. Erkeklerden biri ‘Sen bize yeniden bira getir, gece uzayacağa benzer’ dedi. Bu, içlerinde Yazar’ı en çok eleştiren, kıskanan ço­cuktu. Entellektüel tavırları severdi. Hatta içiyormuş hava­sını verdiği bir piposu bile vardı. Çocuğun gidişinden sonra lafa girdi.

-Dostum, sen buna hikâye mi diyorsun?

-Ne o öyle, evliya menkıbesi gibi...

-İşlemişler oğlum seni...

-Süper nostalji... Okkalı tarihsel dürtülerin varmış Ya­zar Beyimiz!

-Yani, hiç hikâye görmesek yutturacaksın... Ne onlar be, Koca Vezir falan... Geçti o devirler koçum...

-Haksızlık etme Tayfun! Bu konu beni sardı.

Konuşan, diğer iki kızdan biri olan Dilekti.

‘Hayatım, eremediğin ete mundar deme’ diyerek, Aysun da Dilek’in tarafını tuttu. Yazar’ın sevgilisi Güntülü de Üzmeyin benim bitanemi bakîm’ sözüyle, havayı yumu­şatmayı denedi. Fakat tartışma açılmıştı bir kere. Şimdi sıra Servet’teydi.

-Ercü, günümüzü yaşamıyorsun sen. Son zamanlar­daki mistik eğilimlerin çok ilginç. Yüzyıl mı değiştirecek­sin ne! Zaten, kullandığın dil yeter ölçüde ipucunu veriyor. Vakânüvisleri de geçmişsin bu yazında!

-...

Bu dokunmalara Yazar sadece gülümsedi. Hepsinin konuşmasını bekliyordu. Yine bunlar beklediği tepkilerdi. Son delikanlı olan Ferhat, yarım birasını diktikten sonra ko­nuştu.

-Aslında fena değil... Kalite kokusu alıyorum. Ama Servet haklı; daha çağdaş olabilirdin. Ezilen insanımızı işle­yebilirdin. Ama tuttum bu öyküyü ben. Değişik bir havası var, hani mensûre mi ne derler eskiler, öyle bir şey işte. Gurur, büyüklük, görkem var anlattıklarında. Enterasan...

Ferhat, ezilen insanımız sözünü ederken, kendine yönelik pöf iğnelemesini duymazdan geldi (Pöfleyen Güntülü’ydü).

Tayfun başını Aysun’dan çekti.

-Laf bunlar laf... Ne yani, atlastan yelkenler, ibrişim kadırgalar?

-Hayır, gümüşten kadırgalar! (Yine Güntülü’ydü).

-Evet, her neyse. Destan mı yazıyorsun mübarek! Geçti bunlar oğlum.

-Dil bozuk dil... Söyle, bu kelimeleri kullanan var mı? Ulvî vecd diyorsun; ne demek bu ben bile anlamadım. Çağ­daş bir öztürkçeyle betimlesen ya...

Son konuşan Servet’ten sonra, Yazar nihayet cevapla­ma sırasının geldiğine kanaat getirdi. Doğrusu, bütün bu sözlere baştan beri iyi katlanmıştı.

-Evet arkadaşlar... Hepinizi dinledim. Haklı olduğu­nuz yerler var. Bu kısa bir yazı, tür kaygısı gütmedim. Siz kısa hikâye deyin. Bana uyar.Nostalji dediniz buna da âmenna! Sokulu ile aramızda asırlar var. Fakat hikâyemde olay yok! Ben size tarihi bir olay değil, insanı anlatıyorum. Sokullu’yu hissettiniz mi? Bunu vermek istiyorum ben. Gümüş sürahiden su içirtiyorum ona. Bunu anlayabiliyor musunuz? Ağdalı Osmanlıca kullanmışım; Osmanlıyı baş­ka neyle anlatabilirim ki? Servet, ulvî vecd yerine başka söz söylememi istiyor; Tanrı’ya yakınsal kendinden geçmişlik mi deseydim?

-...

Etkilenmişlerdi. Dilek, Servet’in yanından yavaşça sıyrıldı. Aysun sandalyesini masaya daha da yaklaştırdı. Di­ğerleri de toparlandı. Ercü’nün konuşmaları her zaman ilgi çekiciydi. Ercü de kendilerinden biriydi ama, bazen apayrı bir kişiliğe bürünebiliyordu. Farklı bir yapısı vardı. En son, ge­çenlerde aile şeceresi üzerinde çalışmıştı. Kendine yeni bir tarihi ve sosyal kimlik arama peşindeydi sanki. Koca Vezir yazdığı üçüncü tarihi yazıydı. Ercü yetenekliydi; istese, gazetelerin pazar eklerinde, iyi bir köşede deneme yazabi­lirdi. Ama o tercihini başka türlü yapmıştı. Arkadaşla­rı sabırlıydı; Ercü’nün bu hobiden de sıkılıp kendilerine -bo­hem, pahalı, aşklı hayata- döneceğini umuyordu.

Ercüment yarım saat daha konuştu. Arada yine sitemler, iğnelemeler yapıldı, gülüştüler. Garson iki kere daha servis yaptı. Aysun’la Güntülü, bira ve sıkı bulucinlerin zorlamasıyla tuvalete gidip geldi. Gece daha ağır hissedilir oldu, gitgide mehtap koyulaştı. Ercü sözü bağlamak istedi.

-Evet... Bu hikâyemde ben tarihimizi, özellikle Osmanlıyı reddeden veya müze olarak gören zihniyete isyan ediyorum. Resmî tarih tezini kabul etmiyorum. Yazılacak daha çok şey var. Üstün moral değerlerimizi işlemeye ve onlara ulaşmaya çalışıyorum. Arkası da gelecek...

-Tebrikleerr...

Hepsi Ercü’yü alkışladı.

-Bu yazımı da çıkacak ilk kitabıma alıyorum.

-İşte, bunu kutlamalıyız.

-Buna içilir!

İçtiler. İçmeleri, kutlamaları göstermelikti. Kopan bir-şeyler vardı. Köprülerin atılması uzak sayılmazdı. Geç va­kit, Servet’in son model bmw’sine doluşup dağıldılar. Güntülü serbest bir ailenin kızıydı; hele annesi çok anlayışlıydı. Ercü’yle ilişkisi için onay bile gerekmemişti. Pek çok kere olduğu gibi, o gece de Ercü­ment’in evinde sabahladı. Bu son tartışmadan sonra -istemese­ler de- hepsi Ercü hakkında bir durum değerlendirmesi yapma gereği duyacaktı.

Ercü’nün yazdığı denemeler ve özellikle son üç hikâye, res­men tutuculuk kokuyordu. Hatta, içlerinden birisi tarafın­dan Ömer Seyfettin’i taklit etmekle suçlanmıştı. Ercü’deki bu değişiklikler, edebî, tarihî tavrı ve geliş­tirmeye çalıştığı uslûp, hep o hinoğluhin Eşref’ten kaynak­lanmaktaydı. Hemşehri falan ayağıyla, zavallı Ercü’yü ka­faya almış, tavlamış, alenen çengel atmıştı. Yakın bir ge­lecekte Ercü de onlardan olursa, şaşılmamalıydı. Ama, işte bu haltı biraz zor yerdi o Köftehor Eşref! Çünkü, Güntülü vardı. Üç yıldır süren bu uzatmalı aşkta, ipler hep Güntülü’deydi. Ercü’nün ona olan zaafı korkunçtu ‘öl de­se ölürüm’ cinsindendi. Eşref adlı mürtecinin verdiği dinî, millî vaazlar şimdiye kadar Ercü’yü bu aşktan soğutamamıştı. İşte bu, iyiye işaretti. Güntülü, hâlâ dilediğinde onun be­kâr evindeydi; bu, Ercü kontrol altında demekti!

Ama bütün bu temenniler, kontrol mekanizmaları havada kaldı, hiç arzu edilmeyen o korkunç şey -maalesef- gerçekleşti. Eşref denilen sarkık bıyıklı, kartal bakışlı, köylü tavırlı o hayalperest çocuk, Ercü’yü onlardan sessizce çalıverdi. Bu korkunç âkıbeti ne o entel çevre ne tatlı mazi ne de Güntülü’nün dişiliği engelleyemedi.

Ercü sanki sırrolup kendini bir yerlere kapamıştı. Ardından ‘şöyleydi böyleydi’ lafları ve bildik küfürler edil­di. Yeri dolmaz acı kayıp sîneye çekildi. Gerçi son bir umutları daha vardı: Ercü’nün hayat tarzı. Kafası değişmesine rağmen, ya­şama biçimi aynen devam etmekteydi. Yani, yine on­lardan sayılabilirdi. Ama, bir kere aforoz edilmişti, dönüş yoktu. Nihayet, bu son umut da yok oldu: Bir gün Ercü’nün İstanbul’un büyük camilerinden birinde ibadet maksatlı ola­rak bulunduğunun öğrenilmesi, grupta ‘son umudun da yok olduğu’ şeklinde yorumlandı.

Grupta Ercü’yü gündeminden hemence silemeyen bir Güntülü kaldı. Terkedilmişliği asla gururuna yediremedi. İçtiği sek viskiler de onu teskin etmedi. Ercü’den inti­kam almak ve nispet için sıkça değiştirdiği yeni ve daha çağ­daş sevgililer edindi.

 Osman Kibar

 

BURSA’NIN OĞLU, İSTANBUL’UN BABASI; EDİRNE

 

Yıllar yılı yüce Osmanlı’ya başkentlik yapmış şehir...

 

Gerek tarihî ve gerekse mimarî eserlerin piridir bu benzersiz şüheda ve tıbbiye şehri.

 

Şehrin kalbi tabiî ki; Selimiye Camiidir... Bu şaheser ibadethanemizde kılınan namazın hazzına asla doyum olmaz.

 

Yıllar yılı yüce Osmanlı’ya başkentlik yapmış şehir…

 

18. Asırda Avrupa’nın en büyük yedi şehrinden biri idi Edirne.

 

Bursa’dan sonra, 100 sene kadar bir süre ile Osmanlı İmparatorluğunun başkenti oldu. Ardından ortada kalan Konstantipolis yüce Fatih tarafından fethedilerek İslâmbol oldu.

 

Bu vesile ile Edirne; Bursa’nın oğlu İstanbul’un babasıdır!

 

Gerek tarihî ve gerekse mimarî eserlerin piridir bu benzersiz şüheda ve tıbbiye kenti.

 

Şüheda şehridir çünkü; Erzurumlu yüce Şükrü Paşa yokluk ve sefaletin kol gezdiği, cephanenin bittiği o günlerde hâl ve tavırları ile herkese cesaret kaynağı oldu. 1912 sonrası cephede can pazarı vardı, ama o şöyle haykırmıştı:

 

“Düşman hatlarımızı geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu mahalde gömeceksiniz…”

 

Biz; şimdiki nesiller bu dedelerimize nasıl lâyık olabilir haklarını ödeyebiliriz acaba?

 

Edirne ili Selimiye Camii ile bilinir

 

Gerçekten de kentin kalbi bu şaheser ibadethanemizdir….

 

Ancak;Onun gölgesinde kalsalar da dünyada eşi ben-zeri olmayan özelliklere sahip mekânlar vardır bu memlekette.

 

Tıbbiye şehridir Edirne. Beyazıt külliyesi ki; Darüşşifa idi… Burada tedavî hizmeti ücretsiz verilmekteydi ve bu medresede okuyan talebeler darüşşifadaki uzman hekimler yanında yetişti-rilmekteydi. Üç bölümden oluşmaktaydı:

 

Mütehassıs cerrah odaları, kilerler, hususî diyet mutfakları. Bekçi odaları, akıl hastaları tecrit odası, ilâç olarak kullanılan şurupların pişirildiği mutfak ve personel odaları.

 

İkinci ve üçüncü bölümlerde ilâç deposu ve eczaneler; yataklı kısımlardır. Sofalardaki musikî tedavisi tarihte eşi-benzeri görülmemiş şeref sahnesidir bizler için. Bu külliye aslına uygun hale getirilmiş ve ziyaretinizi beklemekte. Bakınız; bu arada hangi makamlar hangi derde deva imiş:

 

Rast makamı: Havale ve felce

Irak makamı: Afakana ve dar mizaca

İsfahan makamı: Zihin açmaya, zekâyı artırmaya, hatıraları tazelemeye

Zirevkent makamı: Sırt ve eklem ağrılarına; Rehavî makamı: Baş ağrısına

Büzürk makamı: Ateşli hastalıklara, zihni temizlemeye, vesvese ve korkuyu uzaklaştırmaya

Neva makamı: Kadın hastalıklarına

Zengule makamı: Kalp hastalıklarına

Raks makamı, felce, epilepsiye iyi gelir.

Irak makamı, çocuklarda menenjit ve afakan hastalıklarına iyi gelir.

İstafahan makamı, zihni açar, zekâyı arttırır, gönül tazeleyicidir, üşüten ve ateş verici hastalıklardan korur.

Zirefgen makamı, Zengube makamı, Uşşak makamı, Hüseyni makamı, Neva makamı, ergenlik çağına gelmiş çocuklarda meydana gelen türlü rahatsızlıklara faydalı olup gönül okşayıcı ayrı bir makamlardır.

 

Burada çalışanlara yapılan günlük ödeme ise, Baştabip 30 akçe, Tabipler 10’ar akçe, 2 kehhal 7’şer akçe, 2 cerrah 7’şer akçe, katip 4 akçe, hizmetliler 3’er akçe, Ferraş 3 akçe gassal 3 akçe, bevvap 3 akçe, hadim 3 akçe idi.

 

Bu para, şu andaki en pahalı hastanelerin profesörlerine ve diğer personele ödenenin 30 katı kadardır!

 

Her sene Haziran ayı son haftasında düzenlenen Kırkpınar Yağlı Güreşleri ve Kültür Etkinliklerine eskiden mumla davet edilirmiş misafirler.

 

Ancak saray erkânına gönderilen mumlar özelmiş; dip kısmı kırmızı imiş… Kırmızı dipli mumla davet edilenler deyimi buradan hasıl olmuş!

 

Dünyanın sayılı hukuk binalarından biri de Edirne’deki yargıtay binasıdır ve Kanunî zamanından kalmadır.

 

Hani moda oldu ya; “ Ne yenir oralarda?” derler ya.

 

Edirne’ye has yiyeceklerin piri mi? Elbette meşhur tava ciğeri bunların başında gelmektedir. Edirne’yi ziyaret edenler Edirne’nin tava ciğerini yemeden şehri terk etmezler. Bana ağır geldi, ama buralarda böreğin yanında süt içiyorlar. Meşhur deva-i misk tatlısı, peynir şekeri, misk sabunu cennetidir Edirne...

 

Hassaten; Arasta çarşısındaki sahaflardan ise her türlü kitap ihtiyacınızı alabiliyorsunuz.

 

Edirne hem kalbinizin, hem de ruhunuzun şehri olmayı başarıyor.

Gerçekten de şehirlerin ruhu var…

 

Payitaht olmuş bu mübarek şehir, gezildikçe anlaşılıyor; kaleme alınamıyor!

 

Mehmet Kaplan

EMEKLİ DARBECİLER SANDIĞI

Palavra davranışların sığ sloganlarına kapılarak kronik muhalifliği, “AKP’den gelecek olan her şeye hayır!” kofluğunda değerlendirmek,hasmının sadece resmini yumruklayan bir mantıksızlıktır; “Simit güzel ama simitle karın doyurmaya hayır. Çünkü simitçinin niyeti beni doyurmak değil para kazanmak.” ifadesinden farksızdır.

Mağduriyete saygı duyan, mağduriyetten çıkmak isteyen ve mağduriyete sarılarak apolitik pozisyonda pasifize olmak istemeyen biri olaraksivil bir anayasa şartıyla ‘yetmez ama evet’ diyorum.

Yukarıda yöneltilen tüm sorulara verdiğiniz cevap ‘hayır’ ise, durumunuz sadece ‘tecavüz edene âşık olma’ sendromu ile açıklanabilir..-Devamını oku-

HALKIN GÜVENOYU

Anayasa hakkında konuşmak gerekirse, başta tarafsız yaklaşırsak her şey AKP’nin bahsettiği gibi olsa ve anayasa demokrasi getirecek olsa dahi, anayasa demokratik olmayacak. Çünkü anayasanın demokratik olması için demokratik yollarla gelmesi, demokratik bir zemine oturması lazımdır. Diyeceksiniz ki gelmiyor mu? Gelmiyor efendim kimse konuşmuyor ama gelmiyor. Herkes biliyor ki en az %40 hayır diyecek bu taslağa fakat buna rağmen evet diyecek herkes demokrasiden söz ediyor. Kardeşim bu anayasa hâşâ cenneti getirse bu dünyaya yine %60 la gelerek halkın anayasası olamaz, demokratik olamaz. Dünyanın hiçbir yerinde %60’ın veya daha azının fikrinin mutabakatsız dikte edildiği rejimler kalıcı olmamıştır, her zaman sorun çıkmıştır. Ha diyeceksiniz biz istedik onlar tartışmadı bile, tamam o zaman fikirlerinle birlikte unutacaksın durumu, istemediği şeyleri tartışmıyorlar diye insanlara kabul ettiremezsin, kanunları kullanıp bunu yapsan bile buna demokrasi diyemezsin-Devamını oku-

HAYIR DEMEYECEĞİM! BÜTÜN KABAHAT BENİM…

Atadan kalma şartlanmaların bugün somut iki neticesi vazgeçilemeyen “Güçlü Ordu Güçlü Devlet” fenomeni ve seçilmiş bir iktidarın sivil anayasa çalışmalarına koparılan yaygaradır.

Onun içindir ki seksen yedi yıllık geçmişinde demokratik yollardan bir anayasa yürürlüğe sokamamış toplumun altı yaşından itibaren ulusalcı bilinçle yetiştirilmiş fertlerini yargılamadan ipe götürme basiretsizliğine kapılmayacağım.

Ulusalcı bilinç diyorum; sosyalistiz naralarıyla gönülleri sarhoş eden kitlelerin avuçlarına 82 anayasasını alıp sol ellerini yukarıya kaldırmalarını nasıl bir bilinçaltıyla açıklayabiliriz, bilmiyorum. 
   -Devamını oku-

 

YAŞASIN DEMOKRASİ!

Düşünün, 10 kişilik bir arkadaş grubundasınız. Arkadaşlarınızdan 6'sı kebapçıya gitmek istiyor, sizin de dahil olduğunuz 4 kişilik grup ise vejetaryen. Salt çoğunluğun kuralına uymak zorundasınız. Halbuki arkadaş grubunuzla iyice tartışıp, hepinizin karnını doyurabileceği ortak bir mekan seçme imkanınız vardı. Ancak o 6 kişilik grup size kebapçıya gitme konusunda dayatma yaptı. Bu şekilde ne olacak? 4 vejetaryen kebapçıya gidip diğer arkadaşlarıyla birlikte kebap mı yiyecek? Elbette ''HAYIR.'' Arkadaş grupları görüş birliğine varamadığı için ayrılacak.

Lafı daha fazla uzatmadan Evet-HAYIR cephesini bu iki arkadaş grubuna benzetip, çıkarsamalar yapmanız için sizi yalnız bırakıyorum.

 

Öte yandan halkoylamasında kesinlikle ve kesinlikle maddeler topluca oylanmayıp, kategorize edilmeli ve ayrı ayrı oylanmalıydı. Anayasa değişikliği paketi bu haliyle Kız Kulesi'ne gönderilen lezzetli üzümlerle dolu yılanlı bir sepettir.-Devamını oku-

Online dergiler Online dergiler