What I have picked up as topic for this month is something of high controversy in the modern times, highly spoken under classified subjects worldwide, a topic much related to a population of 1.7 billion people around the globe but inspite all those headlines it makes it’s all about a Deen distorted-Islam.

Islam is a way of  life in a simple phrase. Unlike the concept religion it has invaded every minute particle of the human life and guides the humankind towards a prosperous life. Human mind is the sound focus of this so mentioned constitution. In accordance with the natural state of the human mind it guides this towards righteousness and tends to protect it from evils that are most likely to influence it in negative means.  And yes, the simple form of life is derived from here, all what are good and accordance with the human nature is Islam and whatever against it are anti-Islam. This simple it is.

Unfortunately today the teachings of Islam is misinterpreted in various formats, sometimes helping radical notions be derived along with un based anti Islamic concepts which have finally led a large portion of this world to see it as a religion of terror, a system of bureaucracy, a life of imprisonment and all the rest of it. For some, Islam is mysticism, for some others it’s about a set of law or the so called Shariah. This clearly depicts the state of most of the  Muslims being themselves not clarified of this simple ideology.

Unlike the negative kinds of contexts mentioned above Islam is a way which is much rational to think of and so practical to live out. It has space for people with different ideologies in a society. A welcoming hand is always kept lifted for whoever find for refuge. There’s no place for hate and extreme ideologies in fact it’s a religion which strictly condemn the use of force with regard to religion. No doubt this is an open fort for all those who wish to live in harmony. This is it, this is the most precise description of the so mentioned way of life.

Today because of so many irresponsible ways of behaviors and some misinterpretations of certain radical groups, the beautiful serene picture of Islam has been distorted and very minute parts like the criminal law and obligations pertaining to man and god have been totalized as the whole body of this expansive faith and led way to yield a lot of criticisms and allegories by those who decide on religion on the basis of its followers rather the teachings it consists of.

Amidst all these, Islam is the fastest adopted way of life by thousands of people around the globe especially the western population simply because, the potion to unity and respect for human life is found in this practice. It’s definitely not a Deen worthy of being distorted rather the other way around. 

 

Şehirler insanlara benzer. Sanki bir insanmış gibi biyolojik, ruhsal ihtiyaç ve zaruretleri içinde barından yapı topluluğudur. Zira insanı içinde barından bu bünye, yine ona hizmet etmesinden dolayı beşeri hasletlerden oluşur.

İnsana yaşam alanı sunan bu inşaat kümesi, burada yaşayanlar hakkında tarihi, kültürelekonomik alanlarda ipucu verir. Günümüz Türkiye’sinde şehir yapıları geçmişinde yaşadığı karmaşanın sanki bir dışa vurumu gibi izbe ve karmaşık olan durumu; geçmişle koparılmış bir bağın nişanesidir adeta. Cumhuriyetin kurulmasıyla ret edilen kültürel mirasın üzerine yenisi ikame edilemediği için, Necip Fazıl’ın mükemmel benzetmesiyle piç yapılar her tarafımızı doldurmuştur. Piçtir… Zira geçmişi meçhuldür.

Yıkılan, satılan veya alakasız şeylere dönüştürülen tarihi cami ve diğer binalar Türkiye’nin geçmişinde bir kara leke. İşte tam bu nokta şehirlerin kültürel olarak bir işaret belirtmesine örnek olarak gösterilir. İstanbul’u talan eden yozluğun yaptığı yapıtlar ortada olması somut bir delil teşkil eder.

Mimari açıdan Selimiye Camii ile Muradiye Camii arasındaki geçişin yani üzerine özgün motiflerin eklenmesi o şehrin tarihsel olarak birikmiş estetik anlayışının deveran etmesine bir örnektir. Selçuklu mimarisinin üzerine Osmanlı “işte bu benim”diyebildiği özgün bir anlayış koymuştur. Ama bunu modern Türkiye’de görmek imkansız. Olay sadece cami ile de kısıtlanmamalı. Okullar, devlet binaları vs. tümüyle dörtköşe ve inşaat amelesinin kolaylığına gelen şekli aşamamış ve doğal olarak estetik kaygı güdülmemiştir.

Toplumsal etkileşim olarak bakıldığında ise Haydarpaşa’nın barok mimarisiyle yapılmış olması yüzünü batıya çevirmiş bir toplumu görmüş oluruz. Bu zaviyelerden bakıldığında şehrin tarih açısından karşımıza koyduğu delidir

Ekonomik açıdan şehirler incelendiğin de, varoşlar diye göçün engellenemez sonucu olarak doğmuş gettolar buna çok iyi örnektir. Benzer ekonomik sınıfların yetiştiği apartman bebeleri de bu gettolar içindedir aslında. Şehri siluetlerinin çok keskin bir biçimde değişmesine neden olan bu durum ekonomik açıdan şehirler hakkında- belki özelde semtler- biz bilgi vermektedir.

Sonuç olarak ülkeye genel olarak bakıldığında ortaya çıkan durumun bize gösterdiği; ekonomi, tarih ve kültür açısından o ülkede yaşayan milletin toplumsal reflekslerinin ortaya nasıl çıktığının bir sebebidir. Tek sebebi olmamakla birlikte sosyolojik açıdan inceleme yapılmak istense sokaklarda, caddelerde ve kuş uçuşu bakış atıldığında bize birçok ipucu sunduğu çok açık bir şekilde ortadır.

Saygılarımla…

 

Işın gruplarının etrafımızdaki cisimlere çarptıktan sonra gözümüzde bıraktığı etkiye renk denir. Renkler psikolojik etkileri baz alınarak incelendiğinde karşımıza sıcak ve soğuk renkler olmak üzere iki farklı grup çıkar. Sıcak renkler kişiyi uyarır, neşelendirir, enerji ve dinamizm verirken; soğuk renkler daha çok yatıştırıcı ve dinlendiricidir. Özünde ciddiyet taşır. 

Renklerin dünyasına yaptığımız bu kısa gezintiden sonra, onların günlük hayatımızdaki algı mekanizmalarını nasıl etkilediğine geçelim.

Renklerle düşünebilmekten bahsediyorum.

Bir elbisenin,ojenin ya da çiçeğin rengi N.Ş.A’da herkes için birdir, değişmez. Elbise pembeyse, pembedir. Kırmızı bir ojeyi gören herkes, ojenin renginin kırmızı olduğunda hemfikirdir.

Ancak renkler; soyut düşünce ve kavramlarla kullanıldığında subjektif nitelik kazanmaya başlar : Beyaz bir mutluluk, koyu bir yalnızlık gibi.

İfadeler soyutlaştıkça tasvirlerde kullandığımız renkler değişkenlik göstermeye başlar.

Şehirlerin insan ruhunda bıraktığı izler gibi…

Fas’ın neşesi, turizmin kalbi Marakeş, kırmızı bir şehirdir. Şehrin mimarisinde kullanılan magribî tuğlaların yanı sıra; şehir hayatındaki canlılık da buraya “kırmızı şehir” ismini yakıştırır. Havası oldukça sıcaktır; her an her yerden bir at arabası ya da motosiklet çıkabilir. Gece gündüz dinmeyen canlı ve dinamik yapısıyla Marakeş kırmızıdır.

Kahire…7000 küsur yıllık medeniyet tarihine sahip, yaşlı ama bir o kadar da ruhu genç şehir. Rengi sarı. Tepeden hiç inmeyen güneşiyle, caddelerde yürürken aniden esen rüzgarla yüzünüze çarpan kum taneleriyle Kahire tabiî ki sarıdır. Canlıdır. Sıcaktır. Kahire insanı yüreğinde taşıdığı sayısız dert yüküne rağmen güleçtir, selimdir. Onlar için hala bir hayat vardır ve hayat dolu Kahire, sarıdır

Cenevre… İdealizmin beşiği. Barışın, düzenin yüzyıllar boyu hâkim olduğu Avrupa şehri. Rengi mi? Tabii ki soğuk, yatıştırıcı olan gri. Şehrin hemen her yerine hâkim sessizlik içerisinde adeta bir dinlenme seansında gibidir Cenevre. Caddeler, evler… Hepsi bu şehre gri rengi yakıştırabilecek denli düzenli, durudur. İnsanlar yüzlerinde şehrin atmosferine adapte olmuşçasına gri renkte bir ifade taşır. Duyguları, mimikleri yoktur. Sükûneti, düzeni ve insanlarıyla Cenevre gridir.

Ya İstanbul?

İnanın, ona tek bir renk atfetmenin haksızlık olacağı düşüncesindeyim. Bu şehir, adeta gökkuşağının yeryüzündeki temsilidir. İstanbul; içinde barındırdığı her tip insan ve hayatla, renklerin dünyasından ancak beyazla örtüşebilir. Beyazın içinde tüm renkleri barındırması ve saflık / güzellik sembolü olmasıyla, İstanbul elbette beyazdır.

Hatay’a göç edeli tam altı ay olmuştu. Burada daha fazla sığınamayacağımı geçen ay çıkan çadır yangınında anlamıştım. Nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde, yan çadırda kalan canlı canlı yanmıştı. Hiçbir şey yapamadık. İtfaiye geldiğinde her şey sönmüş, bir tek Azraf ağbiyle hanımın ciğeri hala alevler içindeydi…

Artık gitmeliydim buradan. Halep’in arka sokaklarına gömdüğüm ailemden bir tek ben kalmıştım geriye. Biz Türkiye’ye gelirken sadece vatanımızı değil, haysiyetimizi de geride bırakmıştık. Acıya alışmıştık artık. Gözümüzün önünde yanan Malik’in acısı bile bir ayda unutulmuştu. Sinek avlar gibi avlanıyorduk, kanatlarını hızlı çırpan kendini Hatay’daki sığınma kamplarında buluyordu. Bir akşam otururken konuyu Azraf ağbiye açtım. ‘Ağbi ben gideceğim buradan, iş bakacağım kendime’ dedim. Kafasını yerden kaldırmadan, en ufak bir şaşırmışlık belirtisi bile olmadan cevap verdi, ‘Nereye gideceksin? Ne iş yapacaksın?’ En çok çalıştığım ama cevaplarını da bilmediğim yerden gelmişti sorular. O an aklıma geldiği kadarıyla anlattım; ‘Önce direk İstanbul’a gideceğim. Bizim amca çocuklarından biri, bir arkadaşının ailesiyle Bağcılar diye bir yerde ev tutmuş. Kabul ederlerse onların yanında kalacağım. Büyük şehir elbet ben de bir iş bulurum'. Halep’teyken boyacılık yapıyordum. HSBC bankta açtırdığım hesaba birkaç kuruş para da yatırmıştım. İstanbul serüveninde bu parayı kullanmaya karar vermiştim…

Bir Ekim sabahı Azraf ağbi, hanımı ve ben düşmüştük yollara. Aslında bir sığınma kampından, bir sığınma şehrine gittiğimizin farkındaydık. ‘Olsun’du, ‘Bir umut’tu, ‘Belki’ydi, en iyi niyetlisinden bir belki...

İstanbul’da gezmediğim yer kalmamıştı. Suriyeli olduğumu anladıklarında dilenciye acır gibi bakan gözlerden sıkılmıştım. Ben alnımın teriyle çalışıp para kazanmak istiyordum, dilimin döndüğünce iş istiyordum ama şivemin farkına varan herkes yardım istediğimi sanıyor ve beni geri çeviriyordu. Ne kiralık bir ev bulabiliyorduk ne de çalışacak bir iş. Saat, kemer, cüzdan ve parfüm piyasası zencilerin elindeydi. Her biri Swatch satış temsilcisi gibi çalışıyordu. Bizden daha önce geldikleri için birçok sektörü ele geçirmişlerdi ve kabul etmeliyim ki bizden daha iyi Türkçe konuşuyorlardı…

Azraf ağbi de benim gibi akrabalarının yanında kalıyordu, yakın mahallelerdeydik. O benden biraz daha şanslıydı. Bir müteahhittin inşaatında sıva yapıyordu. Türk işçilerin üçte birine çalışıyordu ama bu bile ona yetiyordu… İstanbul’da da yüzüm gülmemişti. Zaten yüzümün bundan sonra sadece yüz nakliyle gülebileceğini sanıyordum. İstanbul’dan ayrılmanın zamanı gelmişti…

Buralarda Behzat diye bir komiser varmış, ben hiç görmedim ama çok meşhur buralarda. Ankara’da tanımayan yoktu Behzat komiseri.  Her gün karşıma çıksa diye dua ediyordum. Bir gün bir yerde karşılaşırsak eğer, ona bütün olan biteni anlatacaktım. Halden anlayan, düşmüşe yardım eden, korkusuz bir polis bana da elini uzatırdı elbet. Vatanımı, haysiyetimi, ekmeğimi kaybetmiştim ama umudumu hiç kaybetmedim. Bir gün vazgeçersem eğer, birkaç gazetede, göze bile çarpmayacak, sıradan bir ‘mülteci ölüm’ haberi olarak kalacaktım. Sadece başlığını okunan, kaderim gibi en küçük puntolarla yazılmış, içeriği hiç bilinmeyen sıradan bir ölüm haberi. Adım bile tam yazılmayacaktı; ‘Suriyeli mülteci Mahir Ç. Ankara-Cebeci’de kaldığı evin kömürlüğünde ölü olarak bulundu…’

Sonunda bir işim olmuştu artık. Bir dekorasyon şirketinde her işi yapıyordum. 800 lira maaşla boyacı olarak anlaşmıştık. Daha doğrusu anlaşamamıştık. Kemal diye bir muhasebecileri vardı, o gugıltıransletten patronun dediklerini Arapçaya çeviriyor, sonra bana okutuyordu, ben de dilim döndüğünce cevap vermeye çalışıyordum. Nihayetinde orta bulup, anlaşmıştık. Boya işi olmadığı zamanlarda alçı işlerine yardım ediyordum, o da olmasa yaptıracak bir şey buluyorlardı…

Cebeci-Dörtyol’da bir daire boyanacakmış. İzzettin ağbi yanıma bir çırak verdi, ‘Mahir, kadının beğendiği rengi katalogda işaretledim, nalbura uğrayın önce, boyalar hazırdır’ dedi. Her zamanki gibi bana sağır muamelesi yaparak bağıra bağıra adresi tarif etmeye çalıştı. Zaten Ankaralılarda anlamadığım nadir şeylerden biri de buydu. Türkçe bilmeyen herkesi sağır zannediyorlardı. ‘Tamam, ağbi’ dedim. Çırak İbo’yla birlikte önce nalbura uğradık, boyaları alıp, Manolya sokağı aradık, boyayacağımız evi bulduk. Kalburüstü bir apartmanda, 4. Kattı. İlk o gün gördüm Aysel’i. Kapıyı açar açmaz profesyonel bir boksörden kroşe yemiş gibi oldum. Bir an sokağın adını, Aysel’den esinlendiklerini düşündüm. İçeriden bir çocuğun ‘Anne’ diye bağırmasıyla irkildim. Evliymiş demek ki diye düşündüm. Birkaç saniye evvel kapıldığım bütün imkânsız hislerden, bir ‘anne’ kelimesiyle vazgeçmiştim. Zaten paramparça olan umutlarım, Sahra Çölü’ndeki kumlar gibi uçuşup gidiyordu…

‘Oğlum. Mahir. Bak seni severim bilirsin. 3 aydan beri yanımızda çalışıyorsun, Allah var bir yanlışını görmedim ama tam 5 gün oldu ulan o dairenin boyası başlayalı. Ufak tefek şeylerle uğraşma diye İbo’yu da verdim yanına. Niye bitmedi hala oğlum bu daire?’

Hepsini olmasa da cümlenin ana düşüncesini anlamıştım. Aysel’e olan aşkımın ilk firesini vermiştim artık. Üç günde bitmesi gereken daireyi, beşinci günde hala bitirememiştim. Bitsin istemiyordum ki, ne kadar uzun sürerse, o kadar çok görürdüm Aysel’i. ‘Tamam, ağbi. Bu gün bitecek inşallah. Birkaç rötuş kaldı’ dedim. İzzettin ağbi’de fazla uzatmadı, konu kapandı. Aysel, uzun yıllar önce kocasından boşanmış. Kısacası herif bunu yarı yolda bırakmış. At yarışlarından parayı bulunca, bir çocukla bırakıvermiş zalim herif, Aysel’i uluorta. Maddi olarak elini eteğini pek çekmemiş, şimdi ki oturdukları daireyi alıp Aysel’in üstüne yapmış. Mahkemenin bağladığı nafakanın, hep fazlasını yatırmış hesaba. Yılda birkaç kez de uğrayıp oğlunu görmeye geliyormuş. Dünyanın da parayla döndüğünü zanneden bu adam, ne Aysel’e koca, ne de oğluna baba olabilmiş. Oysa ben Aysel’in gözleri için bile Ankara’yı ateşe vermeye hazırdım. Eğer olur da bir gün Behzat komiserle karşılaşırsam bu konuyu da o’na açmaya karar verdim…

Yarım yamalak Türkçemle kâğıda yazdığım çay davetini, okuduğunda gözleri iki defa büyümüştü Aysel’in. Hem kızgın, hem şaşkındı. Sinirlenince çok güzel olduğunu fark ettim, bir kere daha âşık oldum. Daha önce evlenmiş olması, bir çocuğunun olması benim için hiç önemli değildi. ‘Ben ikisine de bakarım’dı. İmkânsızdı, sızıydı, sancıydı ama yine de güzeldi onu sevmek. Davet, beni işimden de edebilirdi, Ankara’dan hatta canımdan bile, umurumda değildi. İki arada bir derede kalmıştı Aysel belliydi. Gözlerinin içinde sustuğu bir şeyler vardı. O’nu tutan, sinirlendiren, şaşırtan ve susturan nedenleri ben de iyi biliyordum. Sanırım dul bir kadın, Suriyeli bir mülteciyle evlenmek istemezdi…

Aysel, sabit, çizgileri belli olan kararlar almış, davetimi kabul etmişti. Televizyonda izlediği kadarıyla Suriyelilere acıyordu ve beni altı günde tanıdığı kadarıyla insan olarak seviyordu. Belki o da etkilenmişti benden, onun büyük engelleri vardı. Beni kırmamak için davetimi tam yirmi dört gün sonra kabul etmişti. Dörtyol küçük bir yer olduğundan, onun istediği, gözden uzak bir yerde, sadece beş dakika görüşecektik. Eğer bir duyulursa görüştüğümüz eski kocası Erol’un ikimizi de öldüreceğinden korkuyordu. Bu beş dakika bile bana yeterdi. Artık daha iyi Türkçe konuşuyordum, bu beş dakikayı kelimeleri ikileyerek harcamayacaktım, kararlıydım. Söylemek istediğim sadece birkaç kelimeydi; ‘Evlen benimle Aysel...’

‘Bak Mahir. Beni anla diye tek tek, kısa ama öz konuşacağım.’ Gözlerimi ‘Tamam’ der gibi kırpıyordum. Anladığımdan şüpheli bir şekilde konuşmaya devam etti.

‘Birisi tarafından beğenilmek güzel bir şey ama senin söylediğin şeyler delice. Eğer beni, geçmişimi biraz tanısan böyle bir şeye cesaret bile edemezdin. Benim ayağıma, kendimden ağır demirler bağlı. Aklında ne varsa sil at. Seni üzmek, kırmak istemem. Gerçekten çok iyi bir adamsın. Her kadının sana ilgi duyabileceği kadar da yakışıklısın. Bazen şaşırıyorum, Suriye’den bu kadar yakışıklı nasıl oldu da çıktı diye’ cümlesi bittiğinde gülümsüyordu, onu gülerken gördüğümde söylediği her şeyi unutmuştum… Bir şeyler söylemem gerekiyordu;

‘Ben öyle şeyler yaşadım ki, taş olsa ikiye yarılırdı. Annemi, babamı, ablamı gözümün önünde hava uçurdular. Ellerimle enkaz kazdım. Bak bu tırnağımdaki yara izleri, hep o günlerden. Üstümde eski bir ceketle, bir katır arabasında sekiz kişinin arasında, Hatay’a zoraki göç yaptım. Sığınma kamplarında tam altı ay yaşadım. 5 yaşındaki çocuk gözümüzün önünde canlı canlı yandı. Şimdi sen imkansızlıktan mı bahsediyorsun? Benim bunca şeye rağmen ayakta kalmam da imkansız değil miydi? Ama kaldım ve beni ayakta tutan nedenlerin başında artık sen geliyorsun Aysel…’

‘Benim bir oğlum var ve beni de ayakta tutan tek şey onun varlığı. Ben sana ümit vererek, onun hayatını, senin hayatını ve kendi hayatımı mahvedemem. Şurada seninle oturduğum bile duyulsa, öldürürler bizi. Erol, ilgisiz gibi görünse de burada ki adamlarına beni izlettirir. Her şeyden haberi olur. Senin geleceğin, benim muhafazakâr yaşamımda saklı değil. Güzel bir anı olarak hatırla beni, ama fazlasını hiçbir zaman umma.’

Gidiyordu… Daha fazla konuşacak bir şey yoktu. ‘Aysel, evlen benimle!’ diye bağırdım arkasından. Döndü ve ‘Ben zaten, bensizlikle evliyim ve bütün yakışıklı adamlar mutlaka bir gün evli bir kadına aşık olurlar’ dedi. Haklıydı, herkesin hayatının üstünde mutlaka bir ‘olmamışlık’ izi vardı…

‘İşte her şey böyle Said ağbi. 35 yaşında, çocuklu ve evli bir kadına aşık oldum. Allah bütün imkânsızlıkların belasını versin’ dedim. Said ağbi şaşkın şaşkın anlattıklarımı dinliyordu araya ayıp olmasın diye bir soru sıkıştırıverdi.‘Peki şimdi ne yapacaksın?’

‘Ağbi sen doğma büyüme Ankaralısın değil mi?’

‘Evet. Keçiören’de doğdum. Ulus’ta büyüdüm. Cebeci’de öleceğim.’

‘He tamam işte ağbi, benim ilacım sende. Bu Ankara’da Behzat diye bir komiser varmış. Hangi kahveye gitsem hep ondan bahsediyorlar. İyi bir adammış, fakire fukaraya yardım ediyormuş. Ona bir ulaşsam her şeyi anlatsam, bana da bir yardımı dokunur. Nasıl bulabilirim ağbi ben bu adamı?’

‘Behzat komiser mi? Hangi Behzat la? Behzat Ç. mi?’

‘Evetağbi soyadı değişik bir şey’ dedim. Cümlem bittiği anda kahkahayı bastı Said ağbi. Ciddi ciddi konuşurken birden ne oldu da böyle gülmeye başladı anlamamıştım. Gözlerinden yaş geliyordu, elini masaya vurdukça, çay bardakları zıplıyordu…

‘N’olduağbi niye gülüyorsun ya? Yanlış, komik bir şey mi söyledim?’

Kahkahalarından zar zor sıyrılarak, derin derin nefes alarak birkaç kelime söyledi ‘Lan oğlum manyak mısın sen? Ne Behzat’ı? Ne Ç. si? Oy anam oyyy…’

‘Ağbi vallahi anlamadım. Neye gülüyorsun sen şimdi, soyadını söyleyemedim ona mı?’

‘Lan oğlum yok yok. Behzat Ç. dizi dizi. Yok öyle birisi. Film icabı o. Film lan o. Manyak mısın sen? Kim kandırdı seni?’

Said ağbinin söyledikleri çivi gibi çakılmıştı beynime. Olduğum yerde donup kalmıştım. Demiştim ya umutlarım Sahra Çölü’ndeki kumlar gibi dağılıyordu ve şimdi o Sahra Çölü’ne Ali Ağaoğlu yeni projesini dikmişti. Beton olmuştu bütün umutlarım…

 

olmayacaksa, inan hiç başlamayalım.
böylesi daha iyi,
yalnız,
sessiz,
aciz..
olsun..
lütfen, bu sefer sadece seninle olsun..
bitmeyecekmiş gibi,
hiç başlamamışcasına..

uzun süreli aşk muharebelerine katılmamışız da,
o yollardan hiç yürümemişiz gibi sanki..
yürümeyi öğrenememiş gibi hatta
emekleyerek, 
sürünerek gelelim birbirimize..

öylesine olsun ki bu sefer,
birbirimizden başka kimsemiz olmasın.
olsun, diyebilelim hatalarımıza
ve
ölsün, diye bahsetmek zorunda kalmayalım insanlara..

bu sefer olsun istiyorum ama
olmayacaksa da zorlamanın bir manası yok inan.
aslında,yola manaya sahip şeylerden çıkacak olduktan sonra,
bulunduğum yerden iki karış ileri gidemeyeceğim malum.
olsun..
illa anlamlı olacaksa,
anlamsız yere sevelim birbirimizi!

olumlu fikirlerim var geleceğe dair.
yaptığım hataların ardından,
nasihat bağlamında edilen "geleceğini düşün" emirlerini,
hep seni hissederek alıyorum kulağımdan içeri.
bana geleceğini düşünüyorum..
işte o an, düşünülmeyecek kadar hayal ürünü olan
çok güzel ülkeler keşfediyorum içimde.
kuruyorum, yönetiyorum, elimden kaybediyorum..
biliyorsun..
iktidarsızlık problemim;
kalbimdeki cumhurbaşkanlığını ilan edişinin üçüncü gününde,
beni terk etmiş olmandı.

olsun..

niyetin ciddiyse,
bir sefer daha olsun, zarar gelmez.
zaten bu saatten sonra, 
gelse de farketmez..

olmayacağını düşünüyorsan şayet,
kendini ölümüme şahit et!
haklısın, zorla sevecek değilsin
ama bir rica,
bir temenni, 
bir dilek kipi olarak hisset kendini..
kurduğum cümlelerde kendine yuva kur,
tek bir eylem ile yaşlanalım seninle..

yaşlanalım ve ölümden bahsedelim,
ayrı kalmak olsun tek korkumuz,
ölümden bahsedelim
ve artık ben,
hayal kuramayacak kadar yaşamış olayım seni.
birlikte yaşlanmaya başlarsak merak etme,
ben çok kalmayacağım zaten.

neyse..
olmayacak biliyorum
başlanmaması gerekiyordu, onu da biliyorum..
ama nasıl derler,
başlamak bitirmenin yarısıdır diye.
sanırım ben sana fazla başladım,
eksik tamamladım..

olsun..
kirlendiğin kadar, temizliğimsin artık!

bak, nefes alamıyorum
sigaramın dumanına karışarak kirleniyorsun,
bak, çok ileri gidiyorsun kalbimden.
benim aşkım ağzımda değil,
kursağımda da olmasın.
bak, kalp yolumu sahil yolu da yaparım,
banklar kurarım dinlenmen için,
salıncaklar kurarım içindeki çocukluğu dindirebilmen için,
trafiğin olurum, sıkıştırırım belki.

ama ne olur, 
artık bakmasan da olur
sadece kalbime doğru in,
kursağımda kalma artık!

PEKİ

 

Siz beni tanımazsınız. Esasında ben de beni çok tanımam.

 

Sabahları erken kalkmayı severim, kitapları, anahtarlıkları, yemek yapmayı, şiir yazmayı.. Velhasıl her insan gibi severim işte bir şeyleri..

Lakin kendimi pek sevmem, elim kolum bağlı..

 

Günlerden güneş

hava kelebekle kardeş

Ben bugünlerde zıplar giderim, neşeyle koşar giderim.

Somurtkan biri değilim.

 Lakin bazen isyan da ederim; şükrümü de ilave ederim.

 

İşte tam da o gün, bir konteynır fink atıyor.

Sanki içi koca bir dünya, içinde dünya dönüyor..

Küçük bir el zıplayıverdi, önce kedi sandım, içim hoplayıverdi,

börçük bir şişe fırlayıverdi.. yer yerinden oynayıverdi..

"Selam dünyalı" dedi o an bana

Rab bak dünya ne kadarda pak !

O an içim dağlandı "Hay içine tüküreyim ulan" dedim, kendi kendime

 

Önce yoluma devam ettim sonra durdu içim, döndüm, dünyaya..

Yaklaştım konteynıra, bir salak gibi korkak teni karaya,

gözleri güneşe çalan bir yavru

"ne yapıyorsun burada, mikrop kapacaksın" dedim

kendi içimdeki mikroba bir selam çaktım o an.

sesini çıkarmadı, apar topar çıkıverdi oradan çıkardıklarını;

yarım varilden yapma, demirden tutacakları olan sepetine koydu

baktım çıkardıklarına aval aval

menüde; çeyrek vidon küfe sardı saracak

 pirinç ve birkaç tane plastik şişe vardı.

ben ona seslendim, o arkasına bile bakmadan sepetine sarılıp yoluna koyuldu

o an durdum kaldım o, sapağı döndü,

bende de biraz dünya döndü koştum ardından

"ne yapacaksın bunları? neden çöpleri karıştırıyorsun? annen baban nerede?"

gibi saçma soruları ardı sıra yığdım minik bedene

"eve götüreceğim" dedi, beni utandıran güzel lisanı ile

 

Öyle güzel bir ses tonu, öyle zekice bir tavrı vardı ki;

beni hem kendimden utandırdı hem de mutlu etti.

Derken yine koyuldu yoluna,

ben yine düştüm peşine bu kadar zavallıyım bari dünyalık vereyim dedim

"Al annene ver bunu olur mu?" dedim.

"olur" dedi. tekrar yürüdü.

sonra döndü;

elindekileri bıraktı koştu yanıma

"bunu anneme vermesem olur mu?" dedi.

"olur" dedim. o koştu yoluna ben koştum yoluma..

Gel gelelim afili cümleler kurmayacağım şimdi

Hayat bana öyle afili bir tokat attı ki daha afilisine hiçbir literatürde rastlamadım.

Ben bunları yaşarken de, yazarken de utandım

 

Şimdi dönüp bakıyorum da dünyama, ben de insan -dım, o da ve onlar çoklar, biz de.. onların dünyasında biz varız da, bizim dünyamızda neden onlar yok?

neyse ben cevabı biliyorum..

sana da "peki" dünya..

 

 K A F A  K A Ğ I D I :

GİZEM ÇAVUSOGLU

Yaşanmışlık yaşından huzur çık tebessüm ekle, biraz acılı baharat, biraz huzurun ensesinde tatlı hayat derken; dünya gâfili, okumada afili bir kulum Rabb'imin sayesinde... Diğer bilgilere gelince şu ölümlü dünyada; 23 Ocak 92 doğumlu, SDÜ Elektrik Elektronik Mühendisliğinde okuyan, İstanbul'da doğan, Rize'de yaşayan vs. bir kulum özünde...

 Paylaş


     Gizem Çavuşoğlu'nun Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler