MEDCEZİR

Bazen öyle bir boşlukta olur ki insan, etraf sis perdesi gibi olur adeta, hiçbir yeri göremezsin.

Bulamazsın yönünü, gideceğin yolu...

Öylece kalakalırsın. Olduğun yerde.

Bazen düşüncelerinin karmaşıklığında boğulursun.

Öyle bir enkazın içine girersin ki sesini duyan olmaz. Kimsenin suçu değildir yaşananlar, yaşayacaklarımız...

Kendi ellerinle boğuyor insan kendini, o enkazın içine bilerek itiyor benliğini. Kimseden ziyade kendi sesini bile duymuyor, kendi sesine bile yabancı kalıyor.

O kadar başka düşüncelerin anaforunda boğuluyoruz ki, iç sesimiz tamamen yabancılaşıyor bize. Boynumuza kendi ellerimizle ip bağlıyoruz ipin sonunu yalnız emanet ediyoruz başka ellere.

Bilinmeyen nedenler, niçinler etrafında özgürlükten bahsederken bile ayağımıza takıyoruz prangaları, daha kendimizden bile geçemezken.

Çoklu seçenekler içinde kaybolmuş hayatımız. Belirlenmiş bir yörüngede sanki kurallarımızı kendimiz belirlemişçesine dönüp duruyoruz belki de. Boş hülyaların peşinde dolanıyoruz ve bunu hayat diye adlandırıyoruz.

Tüm öbür heba olsun diyoruz adeta... Diyoruz da o kadar kapılmışken bunu bile duymuyoruz. Zaman gelip geçiyor bu koca hayat denkleminde, şaşırarak izlesek de, dur diyemesek de bu gidişe...

Düzgün yaşanmışlıklarımızı alıp gitmek düşsün en azından hanemize. Şöyle geriye dönüp baktığında 'keşke'lerin nadir olduğu ,'iyi ki'ler doldursun ömür çetelemizi.

Şu yalan zamana inat, yaşamdaki zorluklara inat, dönüp baktığımızda arkamıza iyi ki yaşadım iyi ki yaptım demeli...

Diyebilmeli insan...

Feride Özge Çaylak


 

 

     Feride Özge Çaylak'ın Eski Yazıları

FARKLI ZAMAN VE MEKÂNLARDA, FARKLI İNSANLARLA

Kendime haksızlık ediyorum… Sakin, boş ve her şeyden kopuk geçiyor gibiydi zamanım. Macera yok, heyecan yok, değişik hiçbir şey yok... Rutinde daraldığımı hissediyordum sürekli. Öyle değildi aslında, kendimden uzaklaşıp baktığımda fark ettim. İçinde bulunduğum zaman ve mekâna kayıtsız kalsam da, içimde bulduğum zaman ve mekânda kaygısız, tasasız seyahat ettim.

Bu ay neler yapmadım ki, farklı zaman ve mekanlarda, farklı insanlarla…

Denizlerde kavrulup, güneşlerde söndüm. Aşk deryasının kenarında taş sektiren küçük bir kızdım. Mevsimin değiştiğini dizlerimdeki yaralardan anladım. Dışıma akmıştı tüm merakım, hepsini içime topladım. Yumdum gözümü, tüm merakımı özüme akıttım. Aşkın bir yudumunu gördüğümde fark ettim… Her şeyi bilmek isterken, aksine, -aşk dışında- her şeyi unutmuştum. Aşk… her şeyi önemsiz kılmıştı.

İçimde yağmurlar biriktirip dalga dalga taştım; sel oldum, aktım. Her sabah ayrı bir zihinde farklı fikirler keşfettim, hiç biri benim değildi. Keşfettiklerimle yetinmedim, yeniden keşfe çıktım, kayboldum; yolumu sonradan buldum. Mecnun’la dertlenip Leyla’yla sustum, suspus oldum. Mecnun’ la aynı anda daha fazla aşk için secdeye kapandım kutsal topraklarda. Aynı yaratana dua ettik. O Leyla’ yı istedi, ben yaratanın kendisini…

“Aşk, sen” dedim.

“Sen, aşk” dedim.

“Bana aşkını ver…” dedim.

Sustum.

Filistin’deki limon ağacına sürdüm ellerimi sonra, ellerime sindi kokusu. Bir tane kopardım dalından, taptaze, kutsal emanet diye sakladım. Yahudi ve Müslüman soykırımına aynı anda ağladım, iki taraf içinde aynı yaratana dua ettim.

Masum çocuklar öldürüldü yanı başımda, hiçbir şey yapamadım. Tüm dünya görmezden geldi, sustular, ben de sustum. Sürgün oldular kendi topraklarından, asi olup isyanlarla duyurdular seslerini. Yaptıklarına terör dendi, cihad değil. Topraklarını kendi döktükleri masum kanlarıyla geri almak isterler miydi? Toprakları için her şeyi yaparlardı, her şeyi. Gidecek başka yerleri yoktu.

Gaz odalarına konulup, Polonya’ da sabun diye satıldı insanlar. Hiçbir günahları yoktu, insan oldukları için suçluydular, onlara dehşeti yaşatanlarsa insan olmadıkları için… Mecburdular, başka topraklara yerleşmeliydiler. Onlara yapılanları başkalarına yaşatmak akıllarının ucundan geçer miydi? Kendilerini düşünmeliydiler, sadece kendilerini. Gidecek başka yerleri yoktu.

Konya’ ya uğradım bir ara. Kıskanılan, uğruna baş verilen aşka tanık oldum. Şems’ in hazır cevap halleri, Mevlana’nın yumuşak, kendine hayran bırakan tavırlarıyla selamlandım. Onların halvetlerine misafir oldum, aşka gelip onlarla semaya durdum. Aşkla, sevgilinin adını anmak kadar haz veren bir şey yokmuş, anladım.

“Hu” dedim.

“Allah” dedim.

“Allah-u ekber” dedim.

Secdeye kapandım.

Kimya hatun gibi, iki aşk ehline de hayran kaldım. Onlar ayrı düştüklerinde, ben Konya halkıyla küsüştüm. Zaman ve mekânın zirvelerinde olan zatları bilmekle şereflendirildim. Beyaza kara çalıp, muhterem bir başa kıyanları lanetleyenlerdenim artık. Siyah ferace kanla ıslandıkça, benim de yüreğim ıslandı. Kendimi tutamadım, ağladım.

Şu sıra İmam-ı Gazali’nin yanında dolaşıyorum. Bana yalnızlığı anlatıyor. Kendini tamamen sevgiliye adayıp, dünyadan el etek çekmenin faydalarını…

Buralarda işim bittiğinde başka birinin yanına uğrayacağım. Daha adı anıldığında, hakkında hiçbir şey bilmeyenlerin bile yorum yapmaktan çekinmedikleri birinin yanına. Eminim onunla da güzel vakitler geçirip, halden hale gireceğim.

Hiçbir zaman yanmayacağım belki ama hep pişmeye devam edeceğim.

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

ÇİFT ŞEHİRLİ, TEK PARÇA İNSANLAR

Araftadır hep iki şehir arasında gidip gelen insanlar. Ve oralarda yaşamını idame ettirenler. Çift kültürlü sanki çift yürekli olurlar. Bedenleri iki parçaya ayrılır nereye giderse gitsin hep bir parçası diğer şehirde kalır.

Sanki diğer şehrin sokaklarında gezerken aldatmaktadır ötekini. Vicdan yapar hep sanki. İki evladını ayıramayan yüreğe sahiptir anne gibi…

Laf söylemez, söyletmez ama hep diğerine özlem duyar yüreği. Ne yardan ne de serden vazgeçmemektir bunun tarifi. Artık bir zaman sonra yürekleri de zihinleri de karışır çift şehirli, tek parça insanların. Birinin sokaklarında dolaşırken, diğer şehirdeki insanlar görür gibi olur. Sanki hep tanıdıktır herkese.

Çift şehirli insanlar iki aile kurmuşlardır kendilerine. Hep alışmak zorundadırlar bir şeylere. Tam alıştım derken diğerine, öteki şehrine gitmek durumunda olurlar. Ve bu durum gitgide hem dimağlarının hem de yüreklerinin karışmasına sebep olur. Oysa her iki tarafta da bambaşkadır düzenler ve hep bir çabalama süreciyle karşılaşırlar. Hep yoğundur duyguları, hep yarımdır diğer yanları.

Zordur hayatları çift şehirli, tek parçalı insanların. Bambaşka bir türkü mırıldanırken, oraların türküsünü söylemeye başlarlar. Haberlerde, gazetelerde artık diğer şehri de takip ederler. Ötekini nasıl takip ediyorsa. İkisinden de bahseder her yerde. Orayı da seviyorum ama der… Devamı gelmez bu cümlelerin aynı kendileri gibi yarım kalır. Edemez ihanet diğerine. Hangi ana kıyabilmiştir evladının diğerine.

Evliya Çelebi ‘ Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?’ demiştir ya hani. Çift şehirli tek parça insanlar bilir bunu, çok yaşayarak öğrenilir hayatın değeri. Ve onlar bilirler ki iki yaşamları da olsa farklı şehirlerde, olsun derler, tecrübe ederler ve hep bilirler her iki tarafta da öğrenilmiştir hayatın sebebi. Nedense hep onların daha doludur heybesi. İnanır tüm yürekler, yarımda olsa yürekleri, elbet alınacaktır bu imtihanın semeresi.

Günün birinde tek şehirde ikame edecek bile olsalar, onların yürekleri diğer şehrin özlemiyle zaten hep yarım kalacaktır. Ve bu yaşam boyunca gözlerinde bir şehrin özlemi tütecek, anılarda yâd edilecektir.

Feride Özge Çaylak

Paylaş


     Feride Özge Çaylak'ın Eski Yazıları

HAVA DURUMU VE PSİKOLOJİ

 365 günün hiçbiri diğerinin aynı değildir. Her gün sıcaklık, nem ve adını bilemediğim birçok parametre değişmektedir.

 Bana kalırsa insanoğlunun psikolojisi de her gün değişmektedir. Parametreleriyse çoktur insanoğlunun. Bir gün neşelilik oranı yüksek, bir gün asabiyet yüzdesi yüksektir. Ama süregenlik yoktur, değişkenlik vardır. Bir günümüz bir günümüzü tutmaz; 1 senede 365 tane “ben” vardır esasında. Mutlu ben, sinirli ben, şaşkın ben, panik ben, huzurlu ben, olgun ben…

Evlilikler de hava durumu gibi gelir bana. Bir günü bir gününü tutmayan ama her gün yeni tahminlerle, yeni umutlarla beklenen. Bazen evde hava güneşlidir, o zaman ayak uydurabilmeli eş güneş gözlüğünü takabilmeli, bazen yağmurludur hava o zaman şemsiyesini alabilmeli yanına.

Bir bakmışsın karlıdır hava, en kalın kıyafetlerini giyebilmeli. Yılmamalı eş, hava durumuna ayak uydurabildiği müddetçe evliliği güzel sürebilecektir çünkü. Ama insanız bilemeyiz her şeyi; güneşlidir hava dışarı çıkarız, bir anda yağmur yağmaya başlar, sağanağa tutuluruz, kimimiz yılar kimimiz ardından göreceğimiz gökkuşağını ümit eder, kimimiz her şeyi bir kenara bırakıp yağmur altında yürümeye devam eder.

Kimi zamanda karlar beklemediğimiz bir zamanda erir, karların eridiğine mi üzüleceğiz yoksa güneşe yüzümüzü çevirip gülümseyecek miyiz. Karar sizin. En güzeliyse güneşli günlerde yaşamak, yağmura, kara uyum sağlayabilmek ve de yılmamak. Herkese bol güneşli günler dilerim.

 

Fatma Esra Günaydın

Paylaş


     Fatma Esra Günaydın'ın Eski Yazıları

 

ZULMÜ ALKIŞLAYAMAYIZ!

Bizler mutlu olmayı bilmeyiz aslında. Hepimiz içimizde bir yerlere yetişme kaygısı olgusunu yerleştirmişiz. Nefislerimize dur demek, aklımıza gelmeden, hep daha iyisini daha fazlasını umuyoruz. Ummak belki masum bir eylem bunlar için. Arzuluyoruz, tutkuyla istiyoruz. Öyle bir tutku ki bu gözümüz kimseyi görmüyor.

Devamlı eksik şeylerden bahsetmeyi sanki vird edinmişiz kendimize. Tamam, olanlardan söz etmek lügatimize yerleşmemiş deyişlerden. Aynı şeyleri yemekten, içmekten sıkıldığımızı ya da aynı şeyleri yapmaktan bunaldığımızı hiçte utanmandan!  Bahsetmekteyiz. Biz hiç şükreder miyiz ki? Beğenmediğimiz yemekleri israf etmek devamlı bir eylem haline gelmiş. İbadet olsa bu kadar bu düzenli yapmayız. Ayetlerin ‘’ Kaçının ‘’ dediklerini özellikle yapıyoruz da ‘’ Yapın’’  dediklerinden özellikle kaçınıyoruz gibi bir düşünce var zihnimde.

Kendi hayatımızın şükürsüzlük olan kısmına baktıkça gözlerimin önüne yaklaşık iki haftadır yerleşen o görüntü geliyor. Açlıktan kemikleri gözüken o simsiyah iri gözleri olan çocuk. Bir şeyler anlatmaya çalıştığının farkındayız hepimiz. Onun da onlarında yaşamaya hakkı olduğunu biliyoruz. Neden diyorum kara kıtanın kara çocuklarının kara bahtlarına terk ediyoruz. Onların belki adını bile bilmediğimiz bir şehirde yaşama savaşı veriyor olması bizim neden aç gözlü ve israfa düşkün bir insanlık! Olmasını değiştirmiyor orası anlayamadığım bir mevzu.

Belki gündem değişecek, bambaşka haberler geçecek ajanslar. Belki biz unutacağız o gözleri simsiyah olan çocuğu. Ama o çocukların hala ölmesi gerçeğini hiçbir olay değiştirmeyecek. Sadece yemek bulmak için çıktığı yolda üç çocuğunu kaybeden annenin acısı hiç bitmeyecek. Günde tonlarca yemeğin döküldüğü bir dünyada açlıktan ölmek nasıl bir trajediyse o annenin acısının dinmeyeceği aynı bağlamda olan bir gerçektir.

Şimdi gündem Somali belki. Oysa onlar sadece 2 haftadır açlık çekmiyor. Onların kaderinde değişmeyen bir gerçekti. Bizim farkında lığımızın bu kadar gecikmesi ayrı bir mevzudur. Dediğimiz gibi iki hafta önce en baş haber olarak verilen bu mevzu iki hafta sonra haberlerin ortalarında geçmeye başlamıştır.

Gözümüzün önündeki gerçeklerin dünya medyasının duymuş hali Somali. Yalnız öyle bir şehirde yaşıyoruz ki aynı mahallede iki farklı yaşam barındırılabiliniyor. Mahallenin bir yanına bakıldığında lüksten kırılan evler, bahçelerinde havuzu bulunan ve çocukların şen kahkahalarla eğlendiği bir dünya. Tam bir huzur hâkim görünürde. Ne güzel! Diğer yana bakıldığında ise yokluğun gırla gezdiği ve biraz ileride havuzlu evlere sahip kardeşlerinin (!) olmasına nazaran içmeye bir damla su bulamayan aile fertler hâkim.

Allah’ in adaletinden dem vuran biz insanlara sormak istiyorum. Bizler yeryüzündeki eşrefi mahlûkat isek ve bu adaletin yeryüzüne adil bir şekilde dağıtılmasına vesile kılınmışsak nerede bizim gizli yerlere saklanan vicdan mekanizmamız. Nedir bu gerçeklere kendimizi kapatıyor olma sevdası?

En azından kendi halimize şükretmeyi denemeye başlasak veya yetinmeyi bilsek bize verdiği kadarıyla hayatın, değişim başlayacaktır bizim için.

Bir Fransız avukatında dediği gibi ‘ Ortada bir suç varsa bu topluma sorulan bir sorudur. ‘ Bizlerde bu insanlık ayıbına ait olan neden oluyor sorusunu vicdanımıza sormalıyız. Küreselleşen aç gözlülüğümüzü, enaniyetimizi eksik olan zekât ibadetimizi tam olarak yapmayı başarsak yepyeni bir dünya düzeni oluşacaktır.

Cihan padişahlarının sarıklarında taşıdıkları kefenleri nasıl ölümü hatırlatıyorsa onlara, belki de bizlere o siyah gözlü çocukların silueti fani olanın bu dünya olduğunu hatırlatacaktır.

Şairin de dediği gibi ‘’ Siyah gözlerine beni de götür ‘’ dizeleri bambaşka anlamda oluşturulmuş olsa bile bu şiir, bizi o siyah gözlü çocuklara götürmelidir. Yardımlarımızı, dualarımızı ve geç kalmış vicdan yansımasını götürmelidir.

Zulmü alkışlamamak için;

Dönüp bakmalı vicdanlara,

Belki aradığımız insanlık hala orda…

 

                                                                      F. Özge Çaylak 

Paylaş


     Feride Özge Çaylak'ın Eski Yazıları

SOMALİ’DE ÇOCUK OLMAK

Pencerenize sarı-sıcak tonlarıyla vuran güneş ışığı kirpiklerinizi aralatıyor ve güzel bir sabaha uyanıyorsunuz. Anneniz sesleniyor: ''Hasan oğlum, haydi kahvaltıya gel.''

Güneş yakıcılığını arttırdıkça, karnınızdan gelen ağrılara daha fazla dayanamayarak annenizin kucağına saklanmaya çalışıyorsunuz. Ancak çare etmiyor ve gözlerinizi bir umutla yeni bir sabaha açıyorsunuz. Bugün de yaşıyor olduğunuza şükrediyorsunuz. Anneniz fısıldıyor: ''Hasan yavrum, biraz daha dayan...''

Annenizin hazırladığı bereketli pazar kahvaltılarından birine oturup; babanızdan eğlence merkezine gitme sözünü kaptıktan sonra ballı ekmeğinizin son lokmasını da yiyorsunuz.

Altı çocuğundan beşini kaybeden annenizin yüreğini gözlerinizle okşuyorsunuz. Yiyecek bir şeyler bulmak umuduyla yola koyuluyorsunuz. Yaklaşık beş yıl önce gözlerinizi açtığınız bu dünyada henüz İstanbul'daki veya Amerika'daki yaşıtlarınız gibi hamburger yiyebilmek için nazdan ağlamışlığınız yok. Sizin gözyaşlarınız yalnızca bir lokma ekmek için akıyor... Dün gece ağrılar içinde ettiğiniz duanın kabul olacağına inanıyor ve annenizin elini daha sıkı kavrıyorsunuz.

Evet, eğlence merkezindeki bütün oyuncaklara sırayla bindikten balon, pamuk şeker ve haribolarınızı da aldıktan sonra yeni doğan kuzeninizi ziyarete gidiyorsunuz. Arabanızın camından boğazda balık tutan amcaları izliyorsunuz. Sizin için eğlenceli bir gün.

Yol boyunca akbabaların bir şeyler yediklerini görüyor ve ölen hayvanlar için üzülüyorsunuz. Akrabalarınızın şehir merkezine göç edebilmek üzere yola çıktığını öğreniyorsunuz. Sanırım anneniz de yiyecek bulabilmek için 6 günlük yolu yürümeyi göze alacak gibi duruyor. Kuzeninizle henüz tanışamadınız. Çünkü o her gün ölen 8 çocuktan yalnızca biri... Açlığın vermiş olduğu bitkinliğe bir de yorgunluk ekleniyor. Annenizin gözlerinin içine bakıyorsunuz. Ne kadar ümitsiz olsa da size gülümsüyor ve yola onun kollarında devam ediyorsunuz. Başkent Mogadişu'ya ulaşmak için önünüzde neredeyse 500 km var.

Eğlenceli geçen bir günün ardından akşam yemeğini bütün aile keyifle yiyorsunuz. En sevdiğiniz yemeği yapmış babaanneniz: makarna ve köfte. En küçük torunları olduğunuzdan şanslısınız; herkes sizle ilgileniyor. Aman Hasan düşmesin dikkat edin. Hasan’ın karnı doydu mu? Doğum gününe kaç gün kaldı?

Akşam olmak üzere ve yiyecek tek bir lokma bulamadan yola devam etmek zorundasınız. Aklınızdan yakın zamanda kızamıktan ölen kardeşiniz geçiyor. Onun gözlerindeki acıyı, şimdi annenizin bakışlarında görüyorsunuz. Bir annenin çaresizliğini duyuyorsunuz: '' Hasan az kaldı, vardığımızda bize yemek verecekler...'' Yanınızdan hızlıca geçen bir adama gözünüz takılıyor. Ardından bir çocuk sesi: ' Baba...' Küçücük yüreğiniz hangi birine üzüleceğini şaşırıyor. Bir babanın vazgeçişine tanık oluyorsunuz. Kalan ailesi için bir çocuğundan vazgeçişine... Sesinde söyleyemedikleriyle veda edişine… Ardında beş yavrusu ve eşini bırakıp hikâyenin sonunu değiştirebilmek üzere köyüne veda eden anneniz, ailesinin son parçası için her şeyi yapmaya hazır. 

Ailece televizyon başında oturup, çaylarınızı yudumlarken haberler başlıyor. Spiker ''Küçük Hasan'ın Hikâyesi'' ni anlatmaya başlarken ekrana kıtlanan Hasan, adaşının gözlerinden damlayan yaşları görüyor. Oradaki kuraklık Hasan’ın ruhunu susatıyor. Adaşının gözlerinden akan her yaş, Hasan’ın damla damla içine akıyor. Yaşanan kuraklıktan bahseden,29 milyon çocuğunun hayatını kaybettiğini ve 12 milyon insanın hayatının açlık nedeniyle tehlikede olduğunu aktaran muhabir, herkesin yapabileceği bir şeyler olduğu söylüyor. Ardından ekrana cep telefonun kısa mesaj bölümünden çeşitli kuruluşlar üzerinden bağış yapabilmek için numaralar geliyor:

AFRİKA yazıp 5601'e göndererek, Diyanet aracalığıyla 5TL bağış yapabilirsiniz.
AFRİKA yazıp 2868'e göndererek, Kızılay aracılığıyla 5TL bağış yapabilirsiniz.
AFRİKA yazıp 3072'ye göndererek, İHH aracılığıyla 5TL bağış yapabilirsiniz.
ACLIK yazıp 5777'ye göndererek, Kimse Yok Mu? Derneği aracılığıyla 5TL bağış yapabilirsiniz.

Bu küçük hikâyedeki Hasan'ın bizim kardeşimiz olduğunu ve atacağınız tek bir SMS ile dahi bir çocuğun hikâyesini değiştirebileceğinizi unutmayın...

 

Buket Abanoz

Paylaş

Online dergiler Online dergiler