Hayat çocukken güzel; umut salıncaklarında huzurlu uykulara dalarken, ninenin dizlerinde masal dinlerken…

Makyajlanmış kişi ve kişiliklerin baygın kahkahalarla kirlettikleri heceler değil; seslerin en masum renginden ninni dinlemek güzel.

İfrat ile tefrit arasında volta atmadan, uyku ile uyuşukluk arasında raks etmeden, sorunların tıklım tıklım kasvetini yaşamadan oyuncak arabalar sürmek güzel; ateş otoyollarında mumdan otomobillerle yol almak değil.

Kısacası hayat çocukken güzel; ölmekten değil, yaşayamamaktan korkmak güzel.

HEVAİ FİŞEKLER

 

Eski köye yeni âdet:

 

Paaaaa…..ttttt..

 

Küüüüüüüütttt..

 

Baaaaam….

 

Güüüüüüümmmm…

 

Affedersiniz ama iş; “Görmemişin oğlu olmuş…” faslına dönmüş durumda!..

 

Kazara yatıya misafiriniz gelmemiş olsun.

 

Yahut:

 

Hastanız filan bulunmasın.

 

Hele;

 

Küçümencik bir yeni doğan bebeğiniz varsa gerçekten de:

 

Güzel Allah’ım sizlere yardım etsin…

 

Çünkü iş o kadar çığırından çıkarılmış durumda ki;

 

Dayanmak..

 

Sabretmek…

 

Düğün-dernek, olur böyle durumlar demek imkânsız!..

 

Böyle düşünmenin mümkünâtı yok;

 

Söyledik a:

 

Eski köye yeni âdet.

 

Paaaaa…..ttttt..

 

Küüüüüüüütttt..

 

Baaaaam….

 

Güüüüüüümmmm…

 

Tam da “Görmemişin oğlu olmuş…” faslı...

 

***

 

İngilizler neyse.

 

Bir parça da Japonlar için;

 

Düğün-dernek..

 

Bayram, yıl dönümü…

 

Türlü bin-bir bahane ile patlatılan havaî fişekleri hoş görebilirsiniz.

 

Çünkü adamlardan İngiliz deneni zengin…

 

Dünya-âlemi sömürmekle meşgul!

 

“Capon” olanı ise teknoloji delisi…

 

Bunlar;

 

Patlatadursunlar “hevaî fişşşşşekler”ini.

 

Ya:

 

Bizim neyimize havaî fişek patlatmak?

 

Ayranımız yok içmeye..

 

Tahterevalli ile gidiyoruz su içmeye!

 

Dünyanın en gelişmiş memleketi olduk da benim mi haberim olmadı?

 

Ondan mı patlatıyoruz bu kadar çığırından çıkmış şekilde:

 

Havaî fişek…

 

Geceleri semâya bakamaz olduk.

 

Paaaaa…..ttttt..

 

Güüüüüüümmmm…

 

***

 

Oscar Wilde’in bir hikâyesini okumuştum:

 

Çocukluğumda…

 

O kadar havaî fişek arasında;

 

Patlayamayan.

 

Bataklığa düşüp üzüntüye gark olanın hayatını anlatan minicik bir hikâye…

 

O günden beri severdim bu semadaki yıldızlar ile nispetleşen icadı.

 

Şimdilerde ise gıcık oluyorum bu fişekleri atanlara.

 

Attıranlara…

 

Niye mi?:

 

Sordum, öğrendim:

 

Düğün, dernek; şenlik yaparken göğe savrulan bu küçük cümbüş için en az 500 hatta 1000 lira ödüyormuşsunuz.

 

Dernek sahiplerinden ricamdır:

 

Bu parayı hevâ ve hevesinize harcamayın!

 

Afrika’daki aç-biilâç fukaralara göndertin.

 

Sadakanız olur!..

 

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

İŞSİZLİK

Türkiye’nin bir “işsizlik” sorunu olduğu herkesin malumudur. Her gün daha da ağırlaşan işsizlik, Türkiye'nin en büyük problemidir. 3,5 milyonu aşan işsizler ordusuna her gün yenileri eklenmektedir.

İşsiz ne demektir?

İşi olmayan demek ama bunun da çeşitleri var. İş olmadığı için çalışmayan, iş olduğu halde çalışmayan…

Peki ya işsizlik? Biraz bilimsel olmaya çalışırsak;

1-) İRADİ İŞSİZLİK:

Kendi istediği şekilde bir iş olursa çalışacaklarını söyleyen kişilerin oluşturdukları işsizliktir.Bu işsizliğin sebepleri: 

a) Genellikle tembel oldukları için işi beğenmezler. 
b) İş şartlarındaki küçük bir değişikliğe razı olamazlar. 
c) İstismar edileceklerini düşünerek komplekse kapılırlar .Bu gibi küçük sebeplerden dolayı hemen işi bırakırlar veya istekleri olmadığı sürece işe başlamazlar. 
d) Aile fertlerinden çalışabilecek düzeyde olup da yalnızca bir kişi çalışıyorsa bu ailede bu gelire razı oluyorsa diğer fertler çalışmak istemezler. Babanın çalıştığı bir durumda eşi ve yetişkin çocuklar çalışmıyorsa eş ve çocukların durumu iradi işsizliğe girer. 
e) Bazı kimseler (nadir olarak rastlansa bile) istirahat etmeyi maddi refaha tercih ederler ve çalışmak istemezler.

Sonuç olarak iradi işsizlik: piyasada geçerli olan ücreti kabul ettiği takdirde, çalışabilecek iş olduğu halde çalışmayan kişilerin meydana getirdiği işsizliktir.

Yani, . 'Her işi yaparım' anlayışı günümüzde geçerliliğini yitirmiştir

2-) GAYRİ İRADİ İŞSİZLİK:

İş bölümü, uzmanlaşma ve otomasyonun önemli olduğu ülkelerde sık sık ortaya çıkan ve iktisadi bakımdan asıl önemli olan işsizlik türüdür .Bu işsizlik diğer işsizlik türünün tam tersi olarak,şartlar ne olursa olsun çalışmak isteyen insanların kendi iradesi dışında iş bulamamalarıdır. Bunun en önemli sebebi iş gücüne olan talebin yetersizliğidir. Bazı ürünlerin satışları düşük seviyede olabilir veya o mal üretilirken otomasyon şartları geçerli olabilir. Bunun sonucu olarak üretici iş gücü talebini azaltır. Bu ise bazı kimselerin işsiz kalmalarına sebep olur.

Sonuç  olarak,

İşsizlik demek; moral açıdan çökmüş aileler demektir...

İşsizlik demek; aç, eğitimsiz, sevgisiz, ilgisiz ve potansiyel suçlu çocuklar demektir...

İşsizlik demek; üretim yapamamak demektir...

İşsizlik demek; Katma değer yaratamamak demektir...

İşsizlik demek; vergi doğuramamak demektir...

İşsizlik demek; tüketememek demektir...

İşsizlik demek; ekonomik durgunluk demektir…

İşsizlik demek; "hedefsiz" bir ülke demektir...

Sebebi ve tanımı ne olursa olsun işsizlik, ülkemizin kanayan yarasıdır.

 Bu sorun sadece bugünün sorunu değil. Pek çok hükümet döneminde ve kabaca elli yılı aşkın bir süredir var. Bugüne kadar nasıl da katlanarak geldiği konusunda en iyi kaynak ise, geçmiş hükümetlerin işe başlarken neler yapacaklarını dile getirdikleri “hükümet programları”dır. İncelerseniz hemen hepsi bu “sorun”u kabul ediyor ve kendi hükümetleri döneminde halledeceğini söylüyor.

Bugün gelinen aşama ise, son zamanlarda “para sıkıntısı” nı  giderme amacıyla hesapsız kitapsız yapılan özelleştirmelerden sonra ekonomideki üretim ve istihdam dengelerinin artık “düzen tutmaz ve sürdürülemez” biçimde bozulmasıdır. (ör; tekel işçileri)

Sanayileşmiş zengin ülkelerdeki gibi fakir ülkelerde de işsizlik var ve kapitalizm sürdüğü müddetçe var olmaya devam edecek. Çünkü işsizlik, çalışanların ücretleri, sosyal hakları ve çalışma koşulları üzerinde büyük bir baskı oluşturur, patronların işçiyi kullanma koşullarını kolaylaştırır. İşsizliğin var olmasının krizle doğrudan ilişkisi yok, kriz işsizliği arıttırıyor.Artık ekonomik büyüme de istihdam yaratmıyor. Eğer bugünkü büyüm1960’larda olsa istihdam hemen artardı, ama artmıyor. Dolayısıyla sadece iktisat politikasıyla sorunu çözemiyoruz. Yanşu sanayiye yatırım yapalım, devlet teşvik versin, oradan bir büyüme ortaya çıksın, o da istihdam yaratsın politikası, eski konjonktürün argümanı olarak kaldı. Ah ah Keynes’in kemikleri sızlasın.

Çalışma Bakanlığı çözümü yatırım teşvikleri ve meslek edindirme kurslarında görüyor. İş dünyası ise sigorta primleri ve Gelir Vergisi gibi istihdam üzerindeki yüklerin azaltılmasını istiyor. Karamsar tabloya rağmen, iş arayanlar için umut ışıkları da yok değil. Büyük şirketler peş peşe istihdam edecekleri işçi sayısını açıklıyor. Yerli ve yabancı yatırımlar aralıksız devam ediyor.

TUSKON Başkanı Rızanur Meral, tarım ve sanayide işsiz kalanların hizmet sektöründe istihdamına ağırlık verilmesini öneriyor. İş dünyası, sigorta primleri ve gelir vergisi gibi istihdam üzerindeki yüklerin azaltılması konusunda da hemfikir.

Hızla gelişen çağrı servisleri, posta ve kurye şirketleri ile bankalar da eleman alımını kesmiyor. Krize rağmen dinamik bir piyasaya sahip olan Türkiye'de 2009'da 760 bin kişi işe yerleştirildi. Ancak işten çıkarmaların daha fazla olması, işsizliği artırdı. Öte yandan tarımdan kopan büyük kitleler, şehirlere göçüp işgücüne katılıyor. Diplomasını alan yüz binlerce genç de iş arayanlar kervanına ekleniyor.

İşsizlik, rakamlardan ibaret değil bir sosyal problemle karşı karşıyayız

Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) her ay açıkladığı istihdam verileri basit bir istatistikten ibaret gibi görünse de aslında her rakamın ardında bir insan hikâyesi yatıyor. Kimi yıllardır işsiz, kimi evlilik planlarını ertelemiş, kimi de kirasını bile ödeyemediği için ana-babasının evine dönmüş. Hemen herkesin ailesi ya da çevresinde buna benzer bir öykü bulmak mümkün. Ekonomik kriz sebebiyle işinden olan ziraat mühendisi Ufuk Ç., geçimini şimdi annesinin emekli maaşıyla temin ediyor. İşten çıkarılan halkla ilişkiler uzmanı Hakan T., nişanlısından ayrılmak zorunda kalmış. Duvar ustası Mahmut A., iş çıkmadığı için 7 aydır ev kirasını ödeyemiyor. Fizik mezunu Resul A. ise 600 TL maaşla özel güvenlikçilik yapıyor. Bu işi de güçlükle bulabilmiş. Yürek yakan örnekler saymakla bitmiyor.

Meslekî eğitime ağırlık verilmeli

TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklı-oğlu'na göre ülkedeki işsizliğin en önemli sebebi mesleksizlik. Hisarcıklıoğlu, meslek liselerini daha cazip hale getirmeden bu sorunun çözülmeyeceğini ifade ediyor. Daha fazla istihdamın ancak daha güçlü bir canlanma ile mümkün olabileceğini dile getirirken, "İşgücüne yeni katılan herkese istihdam sağlayabilmek için her yıl en az yüzde 7 büyümemiz gerekiyor. 2003–2008 yılları arasında istihdam 3,2 milyon kişi arttı. Demek ki ülkemizin istikrarını koruyup, yapısal reformlara odaklandığımızda istihdamı artıran ekonomik büyümeyi de sağlayabiliyoruz." diyor. Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı (TİM) Mehmet Büyükekşi de artan işsizliği kalifiye eleman eksikliğine bağlıyor. Pek çok sektörde patronların istenilen vasıfta işçi bulamadığını dile getiren Büyükekşi, bu sıkıntının çözülmesi halinde işsizliğin azalacağını vurguluyor.

Bu 'iş kanunu'yla istihdam artmaz

İTO Başkanı Murat Yalçıntaş, yürürlükteki iş kanunlarının işçi almayı teşvik etmediğini öne sürüyor. Bu sebeple yasaların yeniden ele alınmasını isteyen Yalçıntaş, "İşsizliğe en çok çare üreten küçük ve orta ölçekli işletmeler desteklenmeli." değerlendirmesinde bulunuyor. Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir de öncelikle istihdam üzerindeki yüklerin düşürülmesi gerektiğine işaret ediyor. Özdebir, "Kıdem kazanmak için gerekli sürenin uzatılmasını, kazanılan kıdemin düşürülmesini ve bir Kıdem Tazminatı Fonu kurulması önerimizi bir kez daha tekrarlıyoruz." çağrısında bulunuyor. İHKİB Başkanı Hikmet Tanrıverdi ise hazır giyim ve tekstil sektörlerinde SSK ve gelir vergisi oranlarının yüzde 50 düşürülmesini talep ediyor. Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Cem Negrin, işe giriş ve çıkışlar ile çalışma saatlerinin esnetilmesini öneriyor.

TUSKON Başkanı Rızanur Meral'e göre Türkiye'de hızla büyüyen işsizliğin çaresi hizmetler sektöründe. Meral, "Eğer yeni istihdam alanları oluşturmak istiyorsak turizm ve sağlık sektörüne teşvikleri artırmalıyız. Sağlık firmalarının yurtdışından hasta getirebilmeleri için devlet teşvikleri dahi verilebilir." diye konuşuyor. Meral, Danıştay'ın meslek liselerine yönelik katsayı kararıyla hem istihdama, hem de iş dünyasına büyük engel çıkarıldığını aktarıyor. MÜSİAD Başkanı Ömer Cihad Vardan ise işsizlik sorununun çözümü için atılacak adımların başında millî istihdam stratejisinin geldiğini anlatıyor. Vardan'ın işsizliğin azaltılması için önerilerinden bazıları şöyle sıralanıyor: "Mesleki eğitim politikası yeniden ele alınmalı. Hassas sektörler için kısa çalışma ödenekleri devreye alınmalı. İş tecrübesi oluşturmaya yönelik kısa dönemli işe yerleştirme programları uygulanmalı."

Teknolojiye yatırım, istihdamı düşürdü

Türkiye Mobilya Sanayicileri Derneği (MOSDER) eski Başkanı Nazif Türkoğlu, firmaların maliyet giderlerini azaltmak için teknoloji yatırımlarına hız verdiğini, bunun da işsizliğe yansıdığını ifade ediyor. İstihdamın artırılması için bölgesel teşviklerin önemli olduğunu kaydediyor. Orta Anadolu İhracatçı Birlikleri Başkanı Adnan Dalgakıran ise ekonomi yönetimine bir an önce sanayi politikası belirleme çağrısında bulunuyor. Diğer sektörlerin sanayiye bağlı olduğunu ifade eden Dalgakıran, "Sanayi gelişmezse hiçbir alan gelişemez." ifadelerini kullanıyor. "İşsizlikle mücadelede hükümetin attığı adımları iyi buluyoruz ancak yeterli değil." diyen Kayseri Sanayi Odası Başkanı Mustafa Boydak da asgari ücret üzerindeki vergi diliminin 5 puan daha aşağıya çekilmesini öneriyor. Boydak, yoğun istihdam sağlayan sektörlere daha fazla destek gerektiğine dikkat çekiyor.

Yurtdışına daha çok işçi götürebiliriz

Türkiye Müteahhitler Birliği Başkanı Erdal Eren, 2008'de 23,6 milyar dolarlık iş üstlenen yurtdışı müteahhitlik sektörünün 2009'da 18,1 milyar dolarda kaldığını dile getirirken, "Sektörsde hareketlilik görünmüyor. Ancak hükümetin kamu altyapı yatırımlarını destekleyeceğini hissediyoruz. Yurtdışına daha çok işçi götürmek için ise hükümetin destek vermesi gerekiyor." diye konuşuyor. OSTİM Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Aydın da işsizlik sorununu çözmek için üretimin önünü açmak gerektiğini belirtiyor. Bankaların rekor kârlarına da değinen Aydın, "Bankaların 20 milyar TL kâr etmesi demek üreticinin giderinin artırılması anlamına geliyor." değerlendirmesinde bulunuyor. Organize Sanayi Bölgeleri Üst Kuruluşu Başkanı Mahmut Yılmaz ise emek yoğun sektörlerde devlet teşviki isterken, "Teknik elemanda ise herhangi bir sıkıntı yok, organizasyonda sıkıntı var." Diyor.

Kısaca;

1.İşsizlik fonunun süresi ve kapsamı genişletilsin.

2.Açlık sınırında yaşayanlara yardım yapılsın(mesela;aylık bağlama)

3.Temel tüketim maddeleri, gıda ve ilaçta KDV kaldırılsın.

4.Ulaşım ucuzlatılsın, doğalgaz ve elektrik zam yüzü görmesin.

5.İşsizlerin sağlık, elektrik, su, doğalgaz, gıda giderleri devlet tarafından karşılansın.

6.Asgari ücret vergi dışı bırakılsın, çalışanlardan alınan gelir vergisi oranı düşsün.

7.Özgürlükçü, eşitlikçe, çok kültürlü, çok kimlikli toplumsal dokumuzu yansıtan demokratik bir ANAYASA hazırlansın.

İşsizlik, açık bütçeden de karşılıksıza para basmaktan da daha tehlikelidir…
Çünkü bir ülkeyi yönetenlerin birinci görevi yurttaşının karnını doyurabileceği bir iş imkânı yaratmaktır…

Ancak bu gibi talepleri emekçiler dayatmadığı sürece, işsizlik sorunun çözümünde bir yol alınamayacak

Ya acaba sosyalizme mi geçseydik, boş versene o zaman da işsizlik dışında her şeyimiz sorun olurdu.

 

KAYNAKLAR:

www.tümgazeteler.com

www.memurlar.net 

www.sınıfmücadelesi.com

www.internethaber.com

www.aklındanevarsasöyle.com

www.ekonomigundemi.com

www. haber24.com

 

 

TUZ KABAĞINDAKİ TÜTÜN

Bugün işi başından aşkındı. Bir şeyler kurduğu zamanlar hep böyle koştururdu. Sabah güneşle birlikte dama girmiş, hayvanları sopalamış, sonra yerleri kürümüştü. Şimdi ise iki inek ve bir dana ardında çayırdaydı. Bir ara onlarla ilgisini kesti ve yapacağı asıl işe yoğun­laştı. Düzeni çoktan hazırdı, iyi bir al kurmuştu, işi dek ile bitirecekti. Gününü bekliyordu. Düşününce bu gecenin uygun olduğuna karar verdi. Ölümcül değil ama sarsıcı bir intikam tasarlamıştı. Bu cılız gövdeyle tokat kapısından süzülmek kolaydı, ambarlar da hemen sayvan altındaydı. Gecenin leylî vaktinde girecek, beş gündür sarılı bekleyen çıkını koca ambarın altına bırakacak ve yarın Karantı’ya inip ihbarını yapacaktı. Gerisini merak etmiyordu. Doğ­rudan candarma mı gelirdi, yoksa kolcular mı; artık Uzatmalı’nın paşa gönlü bilirdi.

Dere boyunda çakılı eşek bir evlek ötede otlayan öküzlere doğru anırdı. Sese dik­kâti dağıldı. Nedendi bilmez, çoğu eşek öküz görünce aşka geliyordu. Herhalde boynuzları kıskanıyorlardı. İşte. eşeklerin bu huyunu beğeniyordu. Kendi ettiği eşeklikler ise darb-ı me­sel olmuştu. Doğruya doğru, kıskançlık timsâli bu sâkil varlıkları hiç kıyamazdı. Arık Hasan dendi mi bilmeyen, adından irkilmeyen yoktu. Ufak tefek, kara kuru epey arıktı. Arıktı ama sağlam çarıktı! Selam vereni azdı. Kendisini görüp yol değiştirenlere arkalarından söverdi. Kahvede yalnız oturur, çayını tek söyler, biriken borcunu cumaları yumurtayla öderdi. Kendi­ne göre sinsi bir hayat süren Arık Hasan, avlu kapısından girer girmez bir canavar kesilirdi. Evde sini kurulup yemek yenmesi de bir işkenceydi. Ortaya konan kakaleyi beğendiği görül­memişti. O gün atılmış somunları bile bayat diye kapıya fırlatırdı. Sövüp saymadan, çoluk çocuk tokatlamadan sofra başından kalkmazdı. İçten pazarlıklı, müzevir ve biraz münafıkça birisiydi; pek muhanattı. Eşek şakası yapmayı âdet edinmişti.

Milletin kıtlık çektiği, onun zıtlık ettiği zamanlardı. Ahâli et nedir, kurbandan kurbana görürdü. Bir iki zengin, bayramda fukaraya sofra açardı. Arık Hasan kim kurban kimdi... Bir keresinde, içinden gelen eşeklik etme arzusuna karşı duramadı. Sırıtık bir yüzle kahveye girdi ve davet bekleyen sekiz on garibanı eve yahni yemeye götürdü. Yolda dudak ucuyla gizliden gülüyordu; yine hinliği üstündeydi. Avlu kapısından girenlere az beklemelerini, içeri haber vereceğini söyledi. Mırıldanır bir sesle ‘Çabuk sofrayı kurun, mari” deyip sözde kocakarıya seslendi. Sonra dizmelerin ardına sindi, emekleyen adımlarla yan komşu çitini aştı, öbür so­kağa ulaşıp yeniden kahveye gelip oturdu. ‘Ne o yahni bitti mi’ diyenlere boş boş baktı. Tek çay söyledi, yan cebinin dipsiz derinliğinden çıkardığı kuru üzümle kırtmaya başladı. Ziyafet bekleyenler sabırsızlanmıştı. Yükselen homurtuya dışarı çıkan Yenge ‘hayırdır’ dedi. Fazla söze gerek yoktu; iş kabak gibi meydandaydı. Kadıncağız “Hasan Agan sizi kandırmış. Bizde kurban ne gezer. Olsa da yesek’ diye söylendi, öf pof ettiler; küfürler yuvarlandı. Mübarek bayram günü ağızlarını bozdular.

Üç ayı geçiyor İsmail Ağa’yla anmaya değmez bir meseleden ötürü küstü. Evleri de çapraz karşıydı. Dargınlığı hayat tarzı haline getiren Arık Hasan’ın horoz öttü tavuk gıdakladı bahanesiyle sürtüşmediği komşu kalmamıştı. Bu da onlardan biriydi. İlk önce sıradan bir tedirginlik olarak başlayan bu durum gittikçe içinde kök saldı, dallanıp budaklandı. Tabiî rakip olarak gördüğü bütün hasımlarının vebâlini İsmail Ağa’ya yükledi. Okkalı bir gözdağı, burun sürtülmesi, gün göstermesiyle birlikte toplu bir hesaplaşma kabaran kinini -ancak- yatıştırabilirdi. İsmail Ağa’nın tütün içtiğini biliyordu. Malına mülküne, öküzüne mandasına, çoluk çocuğuna ve iki karısına güvenip uluorta tabakasını açıp sarma tüttürmek ne demekmiş görecekti.

Eli boş varmak olmazdı iki kalıp peynir çıkarttı, sepete otuz kırk yumurta dizdirdi ve Karantı’ya yola koyuldu. İyi karşılandı. Hesaplı bir mahcuplukla olanı biteni anlattı. Aslında bu iş kendine düşmezdi ama. komşusu muhtarı elde etmişti. Kolcularla da sıkıfıkıydı. Herif, resmen tütün tüccarıydı. Tâ Bursalara balya yıktığı söyleniyordu. Ambarlatın içi tütün doluydu. Faize verdiği borçları kırım zamanı tütünle ödetiyor, malı ucuza kapatıyordu. Bütün köy şerrinden bezmişti. Ağzı da hiç torba değildi. Kahve ortasında ‘Bu zulümler elbet bitecek, yeni parti kurulacak, kolcuları mapusa tıktıracağım. Uzatmalı’nın pırpırlarını söktüreceğim. Tütün yasağı da neymiş, Re-Ce de neymiş, hepsi yiyici, diktatör bunlar. Ağababaları da tepetakla gidecek. Allah’ın izniyle çok yalanda ezan gene Allah-u ekber diye okunacak. Hacıya da gideceğim, anasını satayım’ diye konuşuyordu.

Eğer doğruysa, dönen rüşvete yeşillenen Sivaslı Uzatmalı Çavuş, ezan lafı geçince yerinden fırladı. Bir ân irkilen Arık Hasan, bu hıncın din aşkına olduğunu anlayınca toplandı! Kendisine düşen haber vermekti, gerisi onlara kalmıştı. Bin bir temennayla kıçın geri çıkarken, Uzatmalı Allah kitap ayırmadan hedef mülteciye ana avrat düz gidiyordu. Genç cumhuriyet kaçak tütün gibi hayâtî meseleleri takip ederken irtica boş durmuyor, ilk fırsatta hortlamaya yer arıyordu. İşte buna izin verilemezdi. Hâdiseye bizzat el koydu.

Arık Hasan gelişmeleri tokat kapısı aralığından seyrediyordu. Silahlılar gecikmeden gelip evi sarmıştı. Karı kızan çil yavrusu gibi ağlaşıyordu. Kimse seyir niyetine bile olsa sokağa çıkamamıştı. Adamlar elleriyle koymuş gibi ambar altındaki tütün çıkınını bulmuştu. İsmail Ağa türlü itirazla yalvarıp aman diliyor ‘İftiraya uğradım, bu tütün benim değil’ diyordu. Yediği dipçiklerden ağzı burnu kan çanağına dönmüştü. Adamlar acıma, insaf nedir bilmiyordu. Herifi çoluk çocuk ve iki karısının gözü önünde falakaya yatırdılar. ‘Ötekiler nerde lan?’ deyip veriyorlardı küsküyü... Bayılmazdan önce içerde bir parça tütünü daha olduğunu itiraf etti! Babasının doksanüç göçünde Razgrad’tan getirmeyi başardığı iki fincan yanında duran tuz kabağındaki sekiz on sarımlık tütünü de zapta geçtiler. Acıkmışlardı. Ağlaşan feraceli kadınların kurduğu sahra yemeği bitmeden İsmail Ağa ayıldı. Bağlayıp yedekte Karantı’ya doğru yola çıktılar.

Karakol faslı herkes için üç dört gün iken, irtica sorgusu işi uzattı. Sivaslı Uzatmalı’nın tatmin olmaya niyeti yoktu. On iki gün sonra karakolun önüne attılar. İlk günden beri nöbetleşe bu ânı bekleyen iki yeğen, tedbirli bir ürküntüyle amcalarını öküz arabasına uzatıp Hamidîye’ye getirdi. Uzatmalı, her şeyi kirli pencereden seyretmiş ve sızan bir sesle ‘Geberesin yezit. Haddini bilesin. Tuz kabağına bile tütün saklamak hâ, ezan hâ!’ demişti. Ardından palaskasını çekiştirip kapı önünde susta bekleyen candarmaya ‘Bak hele, kahvem nerde kaldı lan!” diye bağırdı.

Eye kemikleri kırıktı, göğsü acıyordu, insanlıktan çıkmıştı. Karın ağrısından kıvranıyor ‘Sidik içirdiler’ diyordu. Başka ne yaptılar diye soran bakışlara eziliyor, yan dönüp hıçkırıyordu. O zaman ziyaretçiler her şeyi anlamış olarak helâlleşip ayrılıyordu. Çıkma üstünde çarıklarını çekiştirirken ağırdan alıyor ‘Te be, erkek adama bu da yapılır mı’ deyip baş sallıyorlardı.

Tam yirmi gün cebelleşti; inat etti, ölmedi. İki büklüm kendi başına helaya çıkmaya başladı, bir iki kere camiye gitti. İki kadın ise aralarındaki sürtüşmeyi erteleyip üzerine titremişti. Gizlemeye uğraştığı bir utançla ‘iyiyim’ demeye çalışıyordu. ‘Allah düşmanıma vermesin. Bunun yanında gâvur eziyeti hiç kalır. Kim yaptıysa bu kancıklığı. Allahından bulsun’ diye ileniyordu. Dışardan iyileşmiş görünüyordu, ama ezen bir utanç içini kemirdikçe kemirdi.

Tıkırtıyı ikisi de duydu. Tembihli olduklarından dışarı çıktığına yorup kalkmadılar. Aysız bir yaz gecesiydi. Küçüksu döktü, sonra ev önündeki yarım ibrikle abdest aldı. Dama girip çıktı. Elinde sarkan bir şeyle tokat altına yürüdü. Gözü tütün çıkınını buldukları ambara kaydı. İtici bir gülümsemeyle yüz ekşitti.

İlk önce Küçük Yenge uyandı. Hayattaki bozulmuş yatak boştu. Sakın düşüp kalmasın deyip dışarı seyirtti; helada yoktu. Açık dam kapısını örttü. Yine namaza gittiğine kanaat getirmişken, tokat altında sallanan bir karaltı fark etti.

 O sabah atılan ölümcül bir çığlığa uyanıldı.

Osman Kibar 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

ASHAB KOMPLEKSİ

 Bu yazımızda eskilerin netameli dediği risk unsuru yüksek bir meseleyi anlamaya çalışacağız: Ashab-ı kiram kompleksi! Dini içerikli bu tamlamayı hepimiz biliriz. Peki, aynı kavram siyasi ve sosyal bir kimlikle ele alınabilir mi; işte onu yapma durumundayız ve yalnızca ashap diyeceğiz. Terkibi bütünüyle kullanmak saygıya ters hem de yakışık almaz diye düşünüyoruz. Ashap derken ‘öncü çevre’ demiş olacağız ve belli bir katagoriyi îma edeceğiz. Okuyucuya ‘ne diyeceksen de’ dedirten bu kısa giriş bile işimizin zorluğuna, alışılmazlığına belge olarak değerlendirilebilir.

 Konuyu iki aşama biçiminde ele almak istiyoruz: Rekabet ve takipçiler.

 Hazret-i Âdem insanlığın atası, ikinci ata ise Nuh Nebi’dir. Tufan sonrası, Allah tarafından korunan seksen üç adanmış inançlı ile insanlık tarihi devam edebilmiş. İkinci adam ve çevre kopleksini bu gerçekle temellendirmeyi yerinde buluyoruz. İkinci adam, nerdeyse bütün Allah elçileri için bir vazgeçilmez olarak karşımızdadır. Musa ile kardeşi Harun, Yusuf ile Bünyamin, İsa ve seçkin Havariler. Allah Rasûlü için Ebubekir. Yani her elçinin yanında onu rezerv koymadan, şart koşmadan onaylayan bir dost ve aynı kalitede bir çevre (ashap) bulunmuştur; Allah’ın dilemesi böyledir. Bu Allah’ın sunduğu yardım yanında, işin sosyal, siyasi mekanizmasını anlama (okuma) yönünden de ihmale gelmez bir veridir; bu işler böyle yürür! Yön farkı ise, insanlığın kaderini belirleyen en önemli unsurdur. Yani, kötüler de aynı ya da benzer (paralel) şekilde teşkilatlanarak kurum niteliği kazanır.

 Doping etkisiyle yeniden derlenip toparlanma kişilerin özel beceri ve mesleklerinde sıkça görülen bir durumdur; olumlu olumsuz biçimi vardır. Bu, bir tür müdahaledir. Siyasi düzenle(n)meye en iyi örnek olan devlet kurumunun da yine benzer tecrübeler yaşadığını söyleyebiliriz.

 İstanbul’un şehir olarak kuruluşu ve getirdiği sonuç itibariyle Roma’nın karşılaştığı (kazandığı) atılım gücü, sonra bölünme. Yine Roma’nın Hıristiyanlık etkisiyle yaşadığı dönüşüm. Köktürk devletinin yıkılıp VIII. yy’da yeniden kurulması da aynı benzerlik içinde düşünülebilir. 1402 Çubukovası savaşı yüzünden fetret (kaos) yaşayan Osmanlının Çelebi Mehmet tarafından yeniden derlenmesi, siyasi bunalım ve toparlanma sürecine örnek verilebilir.

 Ve öncüler... İlk kurucu(lar) ve yanında olmayı seçenlerin kalitesi -ki tabiî seçkinleşmenin temelinde bu yatar- çok önemlidir. Buna ‘ashap’ deniyor. Kuruluşu izleyen dönemde yaşanan şahsi-siyasi rekabet ise, nerdeyse kaçınılmaz tarihi bir tecrübe. İslâm tarihinde övgüyle anılmayan Sıffin ve Cemel vakaları için -mahiyet farkı olsa da şekil yönünden- çekinerek ‘ihtilal kendi evlatlarını yer’ tespitinde bulunursak, çizmeyi aşmış mı oluruz! Hazret-i Ali’nin haricilere (isyancılara) dediği gibi ‘söz doğru ama niyet bâtıl’ duruma mı düşeriz, tam güvenemiyorum.

 Osmanlının kuruluşunda bir Dündar Bey fitnesi yaşanmıştır. Osman Gazi’nin amcası olan bu kişi epey geciktirici, karıştırıcı iş yaptıktan sonra yeğeni tarafından sahne dışına itilmiştir. Komünist Rusya’nın kuruluşu aşamasında Maşeviklerin yok edilmesi, aynı süreçte Troçki vb. sürgünler ve sistemli cinayetler; TC geçmişinde istiklal mahkemelerinde uygulanan muhalif-rakip temizliği; şah sonrası İranında yaşananlar...

 Yukarıda Rusya demiştik; Lenin’in yerine geçen Stalin’in ikinci adamlıkta gösterdiği performans ve/fakat kendisinden sonraki zulümde ortaya çıkan kalite kaybı... Evet, Sovyet İmparatorluğu ashap yokluğundan yıkıldı. Lenin veya Stalin’in rahle-i tedrisinden geçen ya da başını okşama şeklinde de olsa temas kurduğu (el verdiği) kişilerin ölmek yoluyla siyasi hayattan çekilmesiyle, iş tâbiîn; ardından onlara tâbî olanlara kaldı. 1991’e gelindiğinde ortada 1917’de karılan hamur ve tutan mayadan mamul hiç kimse kalmamıştı; kaçınılmaz son böyle geldi.

 Devlet adlı kurum yıkılmaz, bitmez değildir. Bu yönüyle insanla aynı kaderi paylaştığı söylenebilir. Ama her şeyde olduğu gibi söz konusu oluş, belli şart ve kurallar dairesinde gelişir; buna siyasi kader diyebiliriz. Bu bağlamda Allah Rasûlü’nün kurduğu devletin bile ancak yirmi üç yıl ayakta kaldığını söyleyebiliriz. Hikâyeyi hepimiz biliyoruz:

Çoktan Ümeyyeoğullarına (Emeviler) geçen siyasi güç (iktidar) Hazret-i Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi sonucu, bütünüyle elden çıkmıştır. Ardınca gelen ve bugüne uzanan kalite kaybı ise kaderimizi belirlemiş bulunuyor. Şunu söylemeye çalışıyoruz: Ashaptan sonrakiler (tâbiîn) ashap, onları izleyenler (tebai’t-tâbiîn) de tâbiîn kadar olamamıştır. Buradaki ölçü siyasi konmakla birlikte, sosyal ve şahsi planda da ayrıca ele alınabilir ve bunun gelenekteki yeri (sıralaması) zaten bellidir. Boynuz kulağı geçer’in tersi bir tarihi oluşu iyi okumayı öneriyorum; bu Allah’ın devletlere uygun gördüğü kader cümlesinden olsa gerek! İhtilaftaki rahmete karşılık, çirkin siyasi rekabet ve ihtirasta yıkım vardır.

 Çizdiğimiz manzaraya yapılacak itirazlara anlayış kapımız açık; ortaya koyduğumuz okuma ve îma biçiminden rahatsızlık duyacakları da -şimdiden- anlıyorum. İnsan kalitesindeki kayba karşılık, İslâmın kıtalara yayılma sürecinden gelen teselliye de bir şey demiyoruz. Zaten amacımız dini hatırlatma veya İslâm tarihine bakış getirmek değil; oluşu (mekanizmayı) kavramak.

 İslâmın ilk dönemi (asr-ı saadet, reşit halifeler) ertesinde yaşanan ashap kompleksi belli bir üzüntü ve yakışmazlık duygusu uyandırsa bile kötülerin (zalim devlet) de aynı kader yasasına bağlı olması içimizde umut çiçekleri yeşertiyor!

 Yukarıda Komünist Rusya’nın yaşadığı ashap kompleksine değinmiştik. Bu ülkeyle aynı dönemde kurulan, pek çok tarihi ve siyasi benzerlik gösteren TC ile ilgili acaba neler söylenebilir; öngörümüz nedir ve bu çerçevede yakın siyasi geçmiş için uygun ve isabetli yakıştırma(lar) yapabilir miyiz? İşte, sabırlı okuyucularımızın beklediği şey bu olsa gerek! Kendi sorumuza evet diyerek kısa cevap vermekle kurtulamayacağımızı biliyorum; öyleyse uzun süsü verilmiş birkaç söz edebiliriz.

 Çoğu Anatolia, azı Avrupa toprağı olan söz konusu ülkenin kuruluş ve kurucu hikayesini -yanlış doğru- bilmeyen yoktur. Adı üstünde, hikaye! Yakın tarihi ultra-hayal, fantezi, çarpıtma, spekilasyon ve akıl almaz bir sanallık üzerine inşa edilmiş başka bir devlet bulunduğunu sanmıyorum; külliyen yalan! Diğer yazılarımızda işlediğimizden, tavır ve tespit meselesini bu cümleyle sınırlı tutuyorum.

 İkinci adamın kimliği için meraklısı Şevket Süreyya’nın aynı adlı kitabına bakabilir. TC ilk dönemi adına (1920-1950) oluşturulan ashap modelini bilmeyen yok; eğitim sistemi bu model ve maceraları üzerinden şekil kazanmış bulunuyor. Ayrıca amplaya domestiq (besleme bürokrat) geleneğini de iyi tanıyoruz. Cari sistemin kalite kaybı başlangıcı ashap döneminin sonu olan 1950’dir. Tâbiîn, o gaz ve military serumla 1980’lere gelebildi. Geldi ama ortada ashap döneminden eli öpülecek, saygılar sunulacak canlı kimse bulunmadığını gördü; ölülerle nereye kadardı... Tâbî olanlara tâbî olanlar (ya da suyunun suyu) ile pişirilen zehir zıkkım katkılı yemek ise ortada kaldı; tatmaya çeşnigir dahi bulamadılar. 28 Şubat darbesinde cepheye yedekleri sürmekle -beklediğimiz- en büyük ve/fakat kaçınılmaz yanlışı yaptılar. Ve ilk defa sonuç alamadılar; kan kaybı durmadı. Hastaları ölüyor ve onlar seksen altı yıl önce Kur’an’ı yasakladıkları için fatiha da okuyamıyor. Acaba hiç utanıyorlar mı?

 Pişmanlık duyup nedamet edip bizim safa geçmeleri düşünülemez bile. Hayat tarzı, kemikleşmiş tutum, edinilen kimlik, statü, inat ve inkardan kaynaklanan kibir... Artık dinsizliğin sunduğu avantajları da kullanamıyorlar. Şartları (gerçeği) kabul noktasına gelseler ya da gönüllü sürgün için hazırlansalar iyi ederler. Sistemli bir intikam düşünmüyoruz ama her toplulukta acısı heyecanına vurmuş tipler bulunur ve onları kontrol sadedinde isteksiz veya gevşek davranıp muhtemel linç furyası karşısında ‘A-a inanmıyorum, hiç tahmin etmezdim. Vallâ olay sırasında heladaydım’ benzeri gülümseten mazeretler üretebiliriz! Hidayete ermelerini isteriz elbet, ama sözlüklerden suç ve ceza kelimelerini silmeye kalkışmak ne derece ahlakîdir, bilemem. Çocuklarımız ve özellikle şehitlerimize bu aptallığın cevabını nasıl verebiliriz? Peki, Allah sorduğunda -ki mutlaka sorulacak- ne diyeceğiz!

 Devletlerin benzer kader paylaştığını ve şartlar tamam oldukta tarih sahnesinden çekileceğini söyleyen ibni-Haldun’a Allah rahmet etsin, cennette bal kaymak yedirsin.

 Roma ve Osmanlı siyasi ashaba dayanmıyordu; köklü devlet geleneğine sahiptiler. O yüzden yıkılma sebepleri farklı oldu; ashap kompleksinden değil! Komünist Rusya ve TC ise siyasi ashaplaşma temelinde yükseldi. Ortada temel kalmayınca yapıyı ayakta tutmak zordur; becerilse bile bedel gerektirir ve artık o yapı değil, belki de tava sapı gibi bir şeydir.

 Aşiret veya mezhep üzerinden devlet kurabilirsiniz; çete ve cuntalara istediğiniz kadar kurum makyajı yapın, sırıtır. Hep at hırsızı, sıradan katil olarak kalırlar. Bu tespitteki kaderi yaşamamız ne talihsizlik!

 

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları 

KAFİYELER

 

Aziz okuyucularım iyi bilirler:

 

Merhum şairimiz Necip Fazıl Kısakürek’in “KAFİYELER” isimli nefis bir şiiri vardır.

 

Alt alta sıralanmış enfes mısralar…

 

Nerede ise her mısra bir-iki kelimeden müteşekkil.

 

Ancak, her mısra bir kitap sanki:

 

“….San'atsız

Papağan,

Neden çok;

Ve atsız

Kahraman,

Niçin yok?

Çok ve yok,

Yok ve çok,

Aç ve tok,

Tok ve aç;

Tut ve kaç!

Saklambaç.”

 

Bu mısralara, cümle eklemek; abes…

 

***

 

Bundan önceki bazı mısralar ise çok daha anlamlı:

 

“Hendese,

Kümese

Tıkılmak.

Hadise

Kırkayak.”

 

Ülkemizde dönen ve de döndürülen kırkayaklıklar ve kırkayaklara birebir uyan mısralar!

 

Şiirin devamındaki bir kısım ise şöyle;

 

“Adese (mercek),

Oyuncak.

Vesvese,

Gökbayrak.

Ölümse,

Gel dese;

Tak, tak tak!

Mu-hak-kak!”

 

Gerçekten de yukarıdaki mısralar cinnet geçirmekte olan cemiyetimizin son hali gibi!!

 

“Ölüm muhakkak” ama her taraf vesvese ve gerçekleri yakınlaştıran merceğimiz bozuk ya da kırık!

 

***

 

“Ve derken:

(……..)

Rüyamız

Kapkara.

Manzara:

…Ebeler

İsteksiz.

Kubbeler

Desteksiz.

Türbeler

Meleksiz.

Tövbeler

Gerçeksiz.

Cübbeler

Yüreksiz.”

 

Korkunç bir “Manzara”;

 

Çocuk yok, ebeler boşta!

 

Kubbelerin mânevî desteği yok gibi!

 

Ya cübbeler?

 

Bu; “yüreksiz cübbe” sahipleri öyle bir içi boşaltılmış cübbeye sahip ki içinde hangi meslek sahipleri yok ki?

 

***

 

Ve “Kafiyeler” şiirinin son mısraları:

 

“Cezbeler

Şimşeksiz.

…Heybeler

Ekmeksiz.

Kafiye,

Hikâye!

…Kandil loş,

Ocak boş;

…Emir tez,

Bekletmez!

Ve o nur

Bulunur!

İşte iz!

Geliniz!

Toprak post,

Allah dost...”

 

Bütün bunlara, ne ilâve edilebilir ki?

 

Her bir mısra:

 

Bir kitap hüviyetinde…

 

Hiçbir mısrada;

 

“Safiye, kafiyeye kurban edilmemiş.”

 

Sizce de öyle değil mi?

 

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler