Ölümünden yüzyıllar sonra, isminin heybeti altında yazıyorum Barbaros. Varlığın değilse bile; ismin tanıklık etmişti tek kişilik saklambaçlarıma.

O hazinelerin haritasını ben sakladım, itiraf ediyorum.

Sonra da kimse yerini bulmaya heveslenmesin diye dizelerin altına mührünü bastım.

iNANÇLARIMIZ VE iSTEKLERiMiZ KiME AiT?

Rüyalar bilinçaltının hortlamasıdır. Gerçek değillerdir ancak gerçekle ilişkili ve gerçek kadar etkilidirler. Dolayısıyla gücü rüyalara bıraktığımızda bize bile boyun eğdirirler.

Geçen gün Inception (Başlangıç) filmini izledim. Kendi dünyası olan, Matrix’ in pabucunu dama attıracak bir bilim kurgu. Hani rüya içinde rüya görüyoruz da; filmde o rüyaların içinde üçüncü bir rüya oluşturuyorlar. Yani saf bilinçaltında çalışıyorlar. Esas adamımızın esas görevi; rüyasında bilinçaltına indiği kişinin bir konuyla ilgili bir fikrini değiştirmek, yapmak istemediği bir şeyi yapmak istediğini düşündürtmek, sonuçta kendi istediğini yaptırtmak. Aslında bir nevi beyin yıkama-yağlama operasyonu.

Peki, günümüz dünyasında biz fark etmeden fikrimizin değiştirilmesi mümkün müdür, müdür?

Akşamın bir vakti televizyonda bir hafta beklediğimiz o muhteşem diziyi izliyoruz. Aha! Yine reklamlar... o da ne? Yemyeşil Antep fıstıkları üzerine erimiş çikolata dökülüyor, kalıp haline geliyor. Alımlı bir hatun kıt diye o çikolatayı özendire özendire yiyor. Akşamın bir vakti miydi?

-       Bakkala doğru yollan güzelim! O çikolatayı almadan eve gelme.

Otobüs durağında oturuyoruz. Yanımıza bir çocuk geliyor, elinde kola kutusu var. Tık diye açıyor kutuyu, fıst diye ses geliyor, lıkır lıkır içiyor. Çok susamışız o an fark ettik.

-       Otobüs kaçarsa kaçsın, sonrakini beklersin. Karşıya geçip marketten derhal bir kutu kola almalısın.

Kitapçıları arşınlarken bir kitap tanıtımına denk geldik. Kitabın içeriği ilgimizi çekti. Fakat? Fakat yazarı çevremiz tarafından hoş karşılanmayan biri. Yazarla aynı çirkin yaftayı yeme ihtimalimiz var.

-       Bırak çocuuum o kitabı, sana kitap mı yok. Hadi gel, başka kitap seçelim.

Bu örnekler devam ettirilerek kocaman bir liste oluşturulabilir. Ancak ben ne demek istediğimi anlatabildim sanıyorum. Görüldüğü gibi, dış güçler tarafından ya zihnimizde farkındalık oluşturuluyor ya aslında hiç ihtiyacımız olmayan şeyleri istiyoruz ya da istemediğimiz şeyleri yapıyoruz. Yani aslında hiç de öööyle kuşlar gibi özgür değiliz. Etkileşim içinde bulunduğumuz çevre faktörünün boyunduruğu altında, her daim koşullanmaktayız. Ne garip ki bunu fark etmiyoruz. Belki de bu yüzden amaçları teğet geçip hep araçlara aşık oluyoruz.

Ortada traji- komik bir soru var: neden insanlar kendi fikirlerine, duygularına, yargılarına güvenmez de hep karşısındakinden onay bekler, “ona göre” yi merak eder? Bilimsel makaleler bile insanların gözünü alıntılarla doyurduysanız eğer tatmin edici oluyor. Aksi halde dayanağınız yok deniyor. Dayanak yazan kişi olunca nedense kimse güvenmiyor. Neyse, madem böyle kötü alışkanlıklarımız var, en azından muhataplarımızı elekten geçirelim ama dimi?

Yapılan bir reklamın amacı ürünü satmaktır. Sen ister sev, ister sevme ürünü alman için elinden geleni yapar reklamcık. Ve bize gelince… Karşımızdakinin elindeki hep bizim elimizdekinden güzeldir. Özenme sanıyorum, çocukluktan miras bize. Wonderful World filmininde geçen bir Senegal atasözü şöyle: “Sende olmayan her şey bir hazinedir.”

Toplum ve tabu iki uyumlu kelime, bir araya geldiklerinde toplum tabuları oluşuyor. Toplum tabuları, farklı olan her şeyi eylemlerine kurban veren bir terör örgütü, her toplum tabusu birer terörist. Aklımızın temelleri sağlamsa eğer, farklı fikirleri okumak, anlamak kendi fikirlerimize birer kıvrım daha katar, zenginleştirir. Toplum tabularına maruz kalmış olanlar bunu bilmiyorlar. Toplum tabuları da koşullanmayla kazanılır, amman dikkat!

Tabii şimdi kendi fikirlerimize önem vermediğimizden hep başkalarına kanıyoruz sanmayalım. Çünkü bize ait olan ve belki de önem vermediğimiz fikirlere de kolay kanarız. Bu durum traji-komikliğin yanı sıra bir bilim-kurgu ruhu da taşır. J.P Sartre Bulantı’sında der ki; “Kişinin yalan söyleyip kendisini aldatmasına bayılıyorum doğrusu.” Şöyle ki;

Kendimize bir yalan söyleriz; “bu gece harika görünüyorum.-kendini beğenmiş-“. Sonra beynimiz buna inanır. Özgüven patlamasıyla göğsümüzü gere gere iş görüşmesine katılırız. Gecenin sonunda fark ederiz üzerimizdeki elbisenin bir yerinin yırtık olduğunu. Patlağı fark etseydik rezilliği yaşardık. O kadar inanmıştık ki mükemmeliyetimize,rezalet yanımıza yaklaşamazdı. O yüzdendi görüşmede iş anlaşmasını başarıyla yapmamız. Aklımız patlak sorunuyla ilgilenseydi eğer, dikkatimizi işimize veremezdik, anlaşma patlardı. Farkında olmadan kurduğumuz özgüven bize yardım etmişti.

Tamam, ikinci örnek benden gelsin. Eğer matematik sınavında “sinirli olduğuma ve zihnimi toparlayamadığıma dair fikirler” yerine “ben bu işi kotarırım fikri” ile ilgili olsaydım sınavım iyi geçerdi. Hatalıydım, beynimi(kendimi) istediğim yönde kandırmak yerine huzursuz bir panik oluşturdum. Zihnim yangın yeriydi. İşte o yüzden sınavın rengi değişti. Artık benim matematik bilgimi değil; zor zamanlarda, zor durumları nasıl kontrol altına alabileceğimi ölçüyordu. Kağıtla benim aramdaki psikolojik bir savaştı. Ve ben kaybettim.

Neye inandığımızın yanı sıra neye inanmayı seçtiğimiz çok önemli. İnsanların çoğu zihninin gücünü bilmez; bilenlerin çoğu inanmaz; inananların çoğu kullanmayı beceremez. İnsan, yaratılmışların en mükemmelidir. Buna inanmayan bir insan mükemmel olmaz. Mükemmel olmayanın mükemmel güçleri de yoktur. Bu yüzden benim anlattıklarımla alakası yoktur.  Paradokslar içinde geliiir, gideeer, geliiir, gideeeer…

Hayat, matematik gibi kabuller üzerine kuruludur ve herkesin kendi kabulü kendi inancıdır aslında. İskelet Anahtar da Karabasan da yeni keşfedilmemiş olan bu fikir üzerine kurulmuş filmlerdir. Peter Pan da “ Ben perilere inanıyorum.” diyerek kurtarmıştı Tinkerbell’ ini değil mi? İşte bu yüzden ben diyorum kiii;

Başkalarına bu zevki vermektense kendi beynimizi dilediğimiz gibi yıkayıp, istediğimiz renge boyamalıyız. Neye inanmak istiyorsak onu beynimize emretmeli ve inanması için elimizden geleni yapmalıyız. (Nedense burada meyk yor çoysss diyesim geldi.)

Tabi bu tehlikeli bir oyuna dönüşebilir. Yan etkileri vardır, dikkat edilmelidir.

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

 

VERMEK

Elinizdeki mallardan verdiğinizde çok az verirsiniz.

Ancak canınızdan verdiğinizde gerçekten vermiş olursunuz. 

Oysa canınız gibi sakladığınız mallarınız gelecekte muhtaç olurum korkusuyla bekçiliğini yaptığınız nesnelerden başka nedir ki?

Yarının ne getireceği belli mi? 

Kutsal kente doğru yol alan hacıların peşine düşmüş aşırı temkinli bir köpek, kızgın kumların altına bir kemik gömse, ne çıkar? 

Olur da bir şeylere muhtaç duruma düşerim korkusu, gerçekte muhtaç durumda oluşun ta kendisi değil midir? 

Su kaynaklarınız doluyken, susuz kalırsam diye korkulara kapılmak en giderilmeyecek susuzluk değil de nedir? 

Kimileri, pek çok mal mülk sahibi oldukları halde ancak pek azını kıyıp da verebilirler. 

Üstelik bunları da salt gösteriş olsun diye verirler. Oysa bu içten pazarlıklı veriş, verdiklerinde bereket komaz. 

Kimileri de ellerinde pek az olmasına karşın çıkarır olanı biteni verirler. 

Bu gibiler hayata bağlanmış, ona inanç duyan kimselerdir ve onların ambarları hiç boş kalmaz. 

Kimileri sevecenlikle verir ve edindikleri tüm armağan da bu olur .

Kimileri de verirken ıstırap çeker, çünkü onların yıkandıkları kutsanmış sulara ıstırap karışmıştır. 

Kimileri verirken ne ıstırap çeker, ne bundan kendine bir mutluluk payı çıkarmak peşinde koşar, ne de vermenin erdemli bir davranış olduğunu düşünür.

Bunlar da, o uzak vadilerde açan küçük menekşeler,kokularını yeryüzüne nasıl sunuyorlarsa, öyle verenlerdir. 

Tanrı, işte bu gibi kimselerin elleri aracılığıyla konuşur ve onların gözlerinin ardından yeryüzüne bakarak gülümser. 

İstendiği zaman vermek iyidir, ancak ihtiyaç içinde olanın durumunu kavrayıp o istemeden vermek daha iyidir. 

Eli açık bir kimse için, verebileceği bir şeyleri alacak eli bulmak, vermekten çok daha yüce bir mutluluktur. 

Hem, kişinin sonsuza dek elinde tutabileceği bir nesne var mı ki?

 

Bugün elde olanlar, bir gün gelecek, mutlaka başka ellere verilecektir. 

Öyleyse şimdiden verebilmek varken, vermek mevsiminin varislere kalmasını beklemek niye? 

"Vermek isterim ama verdiklerim yerini bulmalı,değmeli." der durursunuz. 

Oysa meyve bahçenizdeki ağaçlar ve çayırlara saldığınız davarlar böyle söylemiyorlar.

Onlar yaşamak için veriyorlar; çünkü vermezlerse ölür, yiterler. 

Günleri ve geceleri yaşamaya değer görülmüş bir kimse vereceklerinizi alabilmeye de değer durumdadır elbette. 

Hayatın okyanusundan içebilmeye değer görülmüş bir kimse, sizlerin küçük derelerinizden de içebilecek değerdedir. 

Almanın cesaret ve güvencesinde, hatta bağışlayıcılığında yatan çölden daha büyük kuraklık olabilir mi? 

Hem sen kimsin ki insanlar senin önüne çıkıp da, değer olup olmadıklarını görebilesin diye göğüslerini açsınlar ve soydukları gururlarını senin ayakların altına sersinler? 

Sen ilkin kendinin bir Verici-El olabilmeye değer olup olmadığını anlamaya bak. 

Çünkü gerçekte cana bir şeyler veren Hayat`tır...sense kendini gerçek verici sanıyorsun. 

Oysa ,bir tanıktan öte bir şey değilsin. 

Ve ey siz alıcılar - ki hepiniz öylesiniz - kendinizi hiçbir zaman minnet yükü altına sokmayın. 

Sokmayın ki, ne kendinize ne de vericiye bir boyundurluk takılmasın. 

Verilenler hem size hem vericiye kanat olsun, birlikte yükselin. 

Çünkü aklınızı minnetin ağır yüküyle doldurursanız, özgür bağırlı yeryüzünü ana, Tanrı`yı da baba olarak kabullenmiş olan vericinin elaçıklığından kuşku duymuş olursunuz. 

 

Halil Cibran

TÜRK DİLİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Türk dili belli çağlarda yabancı dillerden etkilenmiştir. Türkler hiçbir zaman kul köle ve sömürge hayatı yaşamamasına rağmen, böyle bir duruma düşülmesi çok garip ve düşündürücü­dür. Dilimiz Köktürkler döneminde Çince, XII ve XX. yüzyıllar arası Farsça ve Arapçanın etkisi altında kalmıştır. Günümüzde ise, Batı dillerinin ve özellikle İngilizcenin ağır baskısı söz konusudur. Bugünkü tehlike hepsinden büyüktür; çünkü, eskiden büyük, üstün ve güçlü millî yapının ve ona dayalı bir millî kültürün temsilcisiydik ve dünyayı yöneten devletlerin sahibiydik. Türkçe böyle bir güce dayanıyor ama, aydınların yanlış tavırlarından -bazen de ihânetlerinden- ötürü, Çin, sonraları Fars kültürü benimsenmeye/benimsetilmeye çalışılıyordu. Bu yanlış tavır, bizden yüzyıllarımızı çal­mıştır. Bugün ise, eskisine göre çok küçük ve daha zayıfız. Aydınlarımız, yine başka bir kültüre gönül vermişlerdir; Batı kültürünü, dil olarak da İngilizceyi yüceltmektedir.

Türkçe, köylülerin konuşmalarında, garip ozanların koşmalarında, ninnilerin sıcaklığında kendisine barınak arıyor...

 

türk diline kimesne bakmaz idi

türke hergiz gönül akmaz idi

türk dahi bilmez idi bu dilleri

ince yolu, ol ulu menzilleri

Âşık Paşa, yüzyıllar önce diğer dillerin baskısından ve aydınlanmızın bilmezliğinden böyle şikâyet ediyordu. Ondan önce Bilge Kağan, Kaşgarlı Mahmud ve Yusuf Has Hâcib, bu türlü bir ‘son’dan kaçınmak için uyarmış, eser vermiş, ama aydınlar yanlış yoldan dönmemiştir. Ali Şîr Nevâyî’nin îtiraz çığlıkları da karşılık bulamadan eriyip gitmiştir. Nevâyî, Muhâkemetü’l-Lûgâteyn (iki dilin yargılanması) adlı eserinde yükselen Fars değerlerinden, Fars hayranlığından ve aydınlardaki yoz­laşmadan bahisle, meseleyi ciddî ve ilmî olarak ortaya koymuş, fakat yak­laşan tehlikeyi önleyememiştir. Çünkü, gereksiz ve çirkin bir Farsça konuşma yazma hastalığı beyinlere işlemiş, gönülleri karartmıştı. Türkçenin inceliklerim bilen şâir ve yazar kalmamış gibiydi.

Amacımız Türk dili tarihinin bir eleştirisini yapmak olmadığından, aydınların dile bakışını, yanlışlarını ve bu kötü işteki sorumluluklarını konu edineceğiz. Firdevsî’den sonra yıllardır ciddî bir eser ortaya koyamamış Farsçanın ve Hârun Reşid döneminden sonra -sanki- yeniden çöle dönmüş bir Arap edebîyâtının Türkçeye baskısı(!) üzerinde yeterince durulduğunu sanmıyoruz.

Bu dönemde Arapların ‘yâlelli’den başka canlı bir kültür üretememeleri, Farsların en büyük şâirlerinin bile Türk olması, bu devrin tahlili için ilgi çekici verilerdir. Dünyaya hükmeden bir ulu devletin aydınları olması gereken kişiler, nasıl olup da Türkçeyi bırakıp diğer dil ve kültürlere hiz­metçilik edebilmiştir? Ortada bir aşağılık duygusu da yoktur (bugünkülerde vardır). Herhalde Fars ve Arap kültürüne acıdıkları için, bu dilleri yücelttiler denemez. Öyleyse, bunun sebebini zamana bağlı âmillerde aramak yerinde olacaktır. Bize göre, buradaki oluşun seyri, Türkün meşhur hoşgörüsü ve kimi zaman da millî iddiâsını terketmesi biçimindeki bir zihnî sapmadan ibârettir. Bunun sosyal ve târihî ifâdesi: Türkün sosyal eritme yapmaması, fakat kendi bünyesinde bu zayıflığı taşımasıdır. Çekildiğimiz yerlerde ‘evlâd-ı fâtihân’ olan soydaşımız dışında dilimizi konuşan Türk olmayan unsurların bulunmaması, bunun çarpıcı örneğidir.

Sözde aydınların yaşayışları her yönüyle Batılılar gibidir; kendilerini, Batı kültürünü Türk milletine -zorla da olsa- benimsetmekle görevli sayarlar ve bu ayıplı işe ‘çağdaşlık, ilericilik, modernlik’ gibi süslü adlar takarlar. Türk milletini ve Türk kültürünü savunanları da ‘gericilik’le suçlarlar! Onların bu âzat kabul etmez, parya yaftalı kölelik isteklerini, Türk milleti -her zaman yaptığı gibi- reddetmiştir. Bu bağışlanmasız günahlarına mürid bulmakta eskisi kadar rahat değildirler ve zorlandıkça da hırçınlıkları artmaktadır. Erimeye ve silinmeye mahkum bir kaderleri vardır; onların bu durumu, bize hiç de acı vermiyor! Milletin onlara kestiği en büyük ceza ise ‘unutulmak’ olmuştur. Sahte şöhretlerini belki bir süre daha sürdürebilirler, ama yakında Batılı efendileri de onları kaderleriyle başbaşa bırakacaktır; fırlatıp atılmış paçavraların sonunu ise, sen rüzgârlar belirleyegelmıştir. Esen ‘global’ ve AB rüzgârı, bu cümleden iyi bir sürükleyici olacaktır!

Bu noktada günümüz dil meselesine kısa bir bakış getirebiliriz. Dilde sâdeleşmenin yön değiştirmiş biçimi olan tasfiyecilik (diğer adıyla uydurmacılık) bugünün ‘tarzanca’ ve ancak üç beş yüz kelimeyle konuşabilen (söyleşen!) üniversite mezunlarıyla onulmaz bir yara biçiminde, Türk­çenin bağrında sinsi bir hançer olmayı sürdürüyor. Türkün, Türkçenin, din ve millet -milli­yetçilik- kavramlarının amansız saldırıcıları, sanki Türkçe sevgisindenmış gibi gösterdikleri örtülü -bazen açık-  bir saldırıyla, gerçek anlamda dilimizi öldürüyor. İçinde insaf bulunan her yürek, bu hâin hü­cumun dehşetinden ürpermiştir. Yalnız kötülüğe îman etmiş gibi, iyi olan herşeye düşman bu kötü kişiler, İngilizceyi öne çıkarmakla birlikte, dilimizi bozmayı sürdürmekten hiç vazgeçmeden kinlerini kusuyor. Yakaladıkları uygun vasatta, milletin tepkisizliğini de fırsat bilip cür’etlerini arttırıyor. Ama, Türkçe direniyor; eski gücünü ve bu güçteki sırrı kolluyor.

  Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

 

BÜTÜN SANATÇILAR ÖLECEK!

Sinema müthiş bir şey!

Geçmiş aynen önümüzde…

Gelecek ise:

Sinema ve televizyon vesilesi ile tam anlamı ile bizleri düşünceye ve düşünmeye sevk ediyor!

Alın:

Yıldırım Gürses’i…

Gerçekten de:

Soyadı gibi “gür ses”li bir sanatkârdı merhum.

Hele hele:

Arif Nihat Asya’nın “Fetih Marşı” ; bu sanatkârımızın sesinde daha bir farklı tada bürünmez miydi?

Mehterin son iki yüz yıldaki belki de en muhteşem bestesi:

“Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;

Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;

Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın?

Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!”

***

Peki şimdi nerelerde Arif Nihat?

Nerde Yıldırım Gürses?

Bizi kahkahaya gark eden Adile Naşit..

“Turist Ömer” lâkaplı Sadri Alışık neredeler?

***

Şimdilerde kendini sözüm ona:

“Sanatçı” zannederek orta yere fırlatıp raksetmekten gayrı bir maharete(!) endazesi yetmeyenler…!

Bu sinemalardan hiç mi ders almayız?

Gidenler.

Göçenler..

Katalogdan fışkırma yakışıklı ve güzel bay ve bayanlar iken…

Elli-altmış sene geçmeden son derece ibret verici hale gelen….

Kimi:

Kabristanlıklarda!

Kimi:

Hastanelerde..!

Kimi:

Huzurevlerindeki insanlara bakarak hiç mi ibret almayız?

***

Kendini dev aynasında gören nefsimiz!

Egomuz..!

Hep genç kalacağımızı hissettiren kör bencilliğimiz..!

Geçen yüz yıllardaki insanlara göre çok daha sorumlu olduğumuzu unutturuyor bizlere…

Eskiler:

Sinema bilmezdi.

Kamera neyim bilmezlerdi!

Televizyon, teyp; kaset, cd yoktu eskiden.

***

Şimdi?

Şimdi: Her şey kayıt altına alınıyor.

Asıl “sanatçı” bu gerçeği görenlere denilmeli değil mi??

Kör değiliz ya her şeyin omuzlardaki koca koca kameralarla zapturapt altına alındığını görmüyor muyuz?

Günah-sevap melekleri neremizdeydi peki; omuzlarımızda değiller miydi?

Tıpkı; kameralar gibi!..

Bir konserve kutusu bile paketlendikten sonra vitrinize edilip toprağa gömülmezken..

Kefenle manevi bir paket içine alınan insanoğlu toprak altına konularak Allah’ımızın rahmetinden uzak kalabileceğini mi zanneder!

Ne kadar gâfiliz Allah’ım...!

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

 

 

 



Siz hiç terk edildiniz mi?
Ben terk edildim.
Annem ve babam daha ben doğmadan kararlaştırmışlar, sonrasında da 'terk' koymuşlar adımı.
Gün gelir büyürsem umuduyla, alışık olmalıymışım bu isme, canımı yakmasın diye.
Nafile!
Bütün ayrılıkları sineme çektim, sakladım hepsini, büyüttüm usulca ve gönderdim hepsini yokluğa.
Sadakat midir bu bilmiyorum ama bir tek terk kaldı koynumda yılanlarla.
Üzdü, acıttı, kahır doldurdu da yine de en çok kendisini sevdirdi.
Yalan yok, çok sevdim bense, kıyamadım yüzünün masumiyetine.
Kalbimi verdim ki gittiği yerde üşümesin diye.

Evet, terk edildim.
İlk olarak bütün hüzünleri ektim yüreğime,
Sonra Allah'ın şerrinden korka korka ana avrat küfrettim pişmanlıklarıma.
Yılmadım.
Daha da pişman oldum.
Ama son kurşun sıkılana kadar ilerledim kendi sıratımda.
Ve sonra,
Sonra ne mi oldu?
Hiçbir şey.
Yine ben hayatta kaldım. O'ysa, "hayatta kalmam" diye diye harcadı kendini paralı vücutlarda.
Terk edildim ve çok iyiyim.
İsmimin en tepesinden atladım aşağıya, ölmedim.

Siz hiç aldatıldınız mı?
Ben aldatıldım.
En çok da kendi kendimi aldattım.
O var dedim, seviyor dedim, aşk işte o dedim, herkes gider o mutlaka kalır dedim.
Ve öyle bir inandırdım ki kendimi, şimdi sorsanız yine 'evet' derim, 'sevdi, çok sevdim!'

Siz hiç misiniz?
Ben hiçim.
Bu hiçlik, hayatım boyunca benle kalacak olan tek bencilliğim.
Bu yüzden, aldatıldım ve terk edildim.
Olsun.

Unutmadan, daha tanışmadık değil mi?
Söyleyeyim;
Ben hiçim ve bütün aşkların pimini elinde tutan o el benim.
Selam ederim...

Online dergiler Online dergiler