Dünyanın en yüksek bilmemkaçıncı binasını, 2-3 hafta önce kafamı gökyüzüne 90º kaldırarak gördüm: Zemzem Tower.

Binlerce yıl önce inşa edilmiş Kâbe’nin hemen yanında, mahallenin kabadayılık taslayan tüysüz delikanlısına benziyor.

İlk 4 katı alışveriş merkezi olarak kullanılıyor. Modern dizaynı, malayani genişliğinde misafir ağırlıyor. Görkemli mağazalar, gösterişli vitrinlerden insan avlıyor. Büyük puntolu Arapça yazılar, renk çeşnisinde cüzdanlara olta atıyor. Kendisiyle iştigal ettiren mütenahi meşgaleler, karşı siperden Kâbe seslenirken, zamanı işgal ediyor.

İki yapıdan hangisi yüksek?

ÖLÜM VE RİTÜEL

Ölüm mutlak bir gerçek ve en etkili sınavdır. Ölüm aynı zamanda en etkili silahtır ve insana öğüt almak için de ölüm yeter. Ölümü ölen yaşar ama, yasını yakınları ve sevenleri tutar. Kültürler yas geleneğinin değişik ve renkli yansımalarıyla örülüdür. Öyle ki, sevinçten çok, yas ve üzüntü ifadesi daha belirgindir. Doğumla gelen sevinç yanında ölümün verdiği acı daha ağır basar. Her doğum sevinçle ve her ölüm de üzüntüyle karşılanmayabilir. Nikah dışı istenmeyen çocuk doğumu üzüntü ve sıkıntı getirebileceği gibi, kötülerin ölümünden de mutluluk duyulabilir (Allah Rasûlü ebu-cehil’in öldürüldüğünü duyunca beş kere şükür secdesine kapanmıştır).

Bu niye böyledir?

Niye sevinir, neden üzülürüz? Buna akıl yoluyla bir açıklama getirmek zordur; ama bu tavırlar akıl dışı da değildir. Çiçekleri koklamak, çocukları sevmek, bıyık bırakmak vb. gibi doğrudan aklî olmayan ama akla da ters düşmeyen davranış ve tepkiler, kişinin veya topluluğun moral değerlerinin günlük yaşayışa yansımasıdır. Bu türlü davranışların yaygınlık ve süreklilik kazanması durumunda kültür tanımına ulaşırız. Bu noktada, bizim bir ölüm ve yas kültürümüzün varlığından söz etmek mümkündür.

Eski Japon kültüründeki ölüm karşısında gülme geleneği bir yana bırakılırsa, insanların ölümle yüzleştiklerinde üzülme, ağlama gibi ortak tepkiler verdiğini söyleyebiliriz. Ölü bunların dışında olarak, ayrı bir boyut, değişik bir zaman ve bilinmez bir ‘durum’u yaşar. Bilindiği kadarıyla, ilk insandan bu yana ölümü paylaşmanın mümkün olmadığı, bunun denenmediği söylenebilir. Hint kültüründeki kadını eşiyle birlikte yakmada bile bu gözetilmemiştir. Yâni, birisiyle ve birisi adına tam veya yarı yarıya ölmek mümkün değildir; hastalık da böyledir; paylaşılamaz. Doğum için de aynı şey söylenebilir; yine birisi adına doğamazsınız. Ve’l-hâsıl, yalnız gidilir ölüme… Bu noktada, ölümün kesin şahsîlik özelliğine sahip, mutlak bir gerçek olduğunu anlarız.

Yas kültürü, merhamet kaynaklı ağlayıp üzülmekten, ağıtlar yakma ve türlü âyin (ritüel) sergilemeye kadar geniş bir alana yayılır. Ağlama, üstünü başını yırtma, başına toprak serpme, çatlatırcasına at veya araba sürme, kanlı gözyaşı dökme, vücuduna veya çevresine zarar verme, kara renkli giyinme, beraber gömülmeye yeltenme, intihara teşebbüs… Kısaca isyân!

Ölüm kabulü kalbin durması, başın kopması, soluk alıp verememe, hareketsizlik, soğuma, katılma, kokma, çürüme ve bekleme ile gelir.

Bekleme, mâkul bir süreyi pek aşmaz. Birisinin öldüğü diğerlerince çabuk anlaşılır; yâni, diri ölünün halinden anlar! Kara haber dağlar aşıp ırmaklar geçip kişinin ocağına düşer ve ateş düştüğü yeri yakar.

Uzakdoğu kültürlerinde gerçek ölüm için aradan uzun yıllar geçmesi beklenir. Bu arada ceset evin üst katında ve yarı mumya bir durumda bekletilir. Yirmi yıl sonra cenaze töreni düzenlenir. Giysileme, makyaj, süsleme, katafalk, sergileme, bekletme, mumyalama; öptürüp koklatma, elletme, müzik, dans, alkış, takla ve benzer âyinler…

Ceset saklamanın yaygın olanı toprağa gömmektir (Hristiyanlar ‘topraktan geldik, toprağa gideceğiz’; Müslümanlar ‘Allah’tan geldik, O’na döneceğiz’ derler). Bunun yanında suya bırakma, yakma, uçurumdan atma, kadavra olarak kullanma, ranza biçiminde kazıklara oturtma, katafalka koyma, camekânda tutma, mumyalama, anıt inşâ etme, piramit, türbe yapma, taş dikme, beton atma, resim yapıştırma, kavanozda saklama gibi insanlar değişik saklama biçimiyle karşı karşıyadır. Gömme pozisyonunda esas, uzadılı biçimdir. Hititlerde küp içine oturtma şekli tespit edilmiştir. Aranırsa, birkaç biçim türüne daha rastlanabilir (Amut biçimi belirlenememiştir). En sâdesi İslâmdadır. Ölü basit bir beze (kefen) sarılarak gömülür. Yanına para, âlet, eşya, çorap, şarap şişesi, gerdanlık, bilezik, hayvan vb. gibi herhangi bir şey konmaz. Bu sayılanlar putatapıcı geleneklerde görülür. Gömme yönü İslâmiyette Kıble’ye karşı olur. Bunu enlemesine düşünmek gerekir. Yâni, ceset dik olarak değil enine ve başı sağa çevrildiğinde Mekke yönüne gelecek biçimde gömülür. Hristiyanlarda ise doğudan batıya şekli uygulanır.

Görüldüğü üzre, insanların çoğu bir kimseye sağlığında esirgedikleri ilgiyi ölümünden sonra göstermektedir. Bu, elbette sağlıksız bir tutumdur. Bunun mâkul ölçüleri aşması ise, sapkınlık olarak değerlendirilir. İslâm geleneğinde insan sağken de ölüyken de saygıdeğerdir. İslâm insanları moderniteye değil normaliteye çağırır; bunun Kur’an’daki karşılığı ‘orta yol’dur; İslâm olumlu olumsuz bütün aşırılıkları yasaklar. Bilindiği kadarıyla günümüz gerçeğinde Müslümanlar Müslüman gibi yaşayamasalar da (En azından TC için) geçen yüzyılın ilk yarısından sonra ezan, Kur’an, cenaze namazı ve Müslüman gibi gömül(ebil)me hakkı kazanmışlardır. Kefen ile gömülebilme hakkının ellili yıllarda elde edildiğini hatırlatarak, bu utançlı yakın geçmişi fazla anmayalım.

Günümüz TC’sinde saygı duruşlu ve alkışlı cenaze örneklerine rastlamak kimseyi şaşırtmıyor… Müslümanların bir zorlaması(!) olmamasına rağmen, N. Hikmet, Y. Güney, A. Nesin, A. Kaya, H. Şimşek gibi sayılı örnek dışında ateist tören gözlenmemiştir. Bu kişiliklerin yurt dışındayken, geleneği daha rahat dışladıkları anlaşılıyor. Yurt içinde ise -gereksiz yere de olsa- örfî bir ağırlıktan söz edilebilir. Oysa bu anlamsızdır. Müslümanlar Müslüman gibi gömülmek istemeyenlere bir yaptırım uygulamaz; kendilerinin Müslüman gibi yaşabilme ve gömülebilme dertleri ortadayken, bunu düşünmek abestir. Bu noktada yabancı bir aydının TC’deki garâbeti anlatan şu tespitine kulak verebiliriz:‘Türkler Müslüman olarak doğar, Avrupa yasalarına göre yaşar, Müslüman gibi gömülürler’.

Cenaze namazı bir duâdır; rükû, secde yoktur. İslâmda canlıya olduğu gibi ölüye de tapılmaz. Diğer din ve inançlardaki nekrofilist ve fetişist eğilimler ise, apayrı bir inceleme konusudur. Cenaze namazı Müslümanlar içindir. Ateist, zındık, kâfir, canı istemeyen, zevkine uymayan vb. gibiler buna zorlanamaz.

Bilindiği üzre, bizdeki ilk mızıkalı cenaze töreni (Chopen’in köpeği için bestelediği ölüm marşı ile) Berlin’de bir Ermeni tarafından öldürülen eski Selanik telegrafhâne kâtibi, cunta üyesi ve İttihat başnâzırı Tâl’at Paşa için düzenlenmiştir.

Cenazede alkış modası ise, tabulu paganist geleneklerde bile belirlenememiş, enterassante bir sapmadır! Ateist Türk aydınının dâhîyâne bir buluşudur ve yüz elli yıl sonra (Tanzimat’tan bugüne) ortaya koyabildiği tek orijinal ‘şey’dir. Devamlı veya yaygın olup olmayacağı şu ân ölçümlenemez.

Dünya kuruldu kurulalı hiçbir sahte peygamber, diktatör (tâğut, mütekebbir), dinsiz faaliyet, kişi ve ideoloji ‘ölümü yasaklama, engelleme, ölüm gerçeğine son verme’ gibi bir hayırlı girişimde bulunmamıştır. Yasak ve yasaklama işini çok seven bu tipler, iş ölüme gelince, acayip bir yasaksavar kesilmekte ve vakti geldiğinde kuzu kuzu ölmektedirler.

Doğuma sınırlama getirme, nüfus planlaması yaptırma, doğan erkek çocukları öldürme gibi târihî bir akıştan gelen kötülerin, ölüm karşısındaki aptallıkları ilgi çekicidir. Onlarla tek ortak yanımızın yalnızca ölüm olması, sonrası (öteki dünya) için de umut verici görünüyor! Oralarda bir yerde biraz fazlaca eşit bir ortamda paylaşabileceğimiz kozlar aklımıza geldikçe, îman katsayımız arttıkça artıyor…

Ülkemizde doğup yaşayıp sonra da ‘vaktidir deyip’ ölmüş kişiler için, sağlıklarında hiç uğramadıkları bir câminin masalla taşında (namaz taşı), âyetlerle bezenmiş yeşil bir örtü altındaki sandıkta uzadılı olarak yatarken, yakınlarının hem yan tarafta cigara içip hem de câmi cemaâtinden ceset için cenaze namazı talebinde bulunmaları, garip ötesi bir tuhaflıktır (Terbiyesizlik tanımlaması için hiçbir itirâzımızın olmadığını ayrıca belirtmeliyiz).

TC’de yaşayan her dereceden dine uzak yaşayışı tercih edenler ve her renkten ateistin cenaze kaldırma işini Müslümanlara benzetme çabası, kültür Müslümanlığıyla açıklanabilecek bir tutumun ürünü olabilir. Eğer ölme işi(!) İstanbul’da gerçekleşmişse, cenazenin öğle namazını müteâkip Teşvikîye Câmiî’nden kaldırılma ısrârını ise, bir türlü anlayabilmiş değiliz. Dini dışlayanların da bazı ‘bâtıl’ inançları olduğu anlaşılıyor!

Câmi cemaâtinin ömürlerinde görmedikleri bu sandıklı ceset için ‘iyi biliriz’li tanıklıkla biten bir cenaze namazı kılmaları ve Allah’tan onun için bağışlanma dilemeleri falan filan… Evet, bu ancak ‘falan filan’ ile geçiştirilecek bir gariplik hikâyesidir.

Görüyorsunuz, ölümle ilgili yazmak ne kolay! Peki, ya ölmek? Yazınız güzelse, ölümünüz de güzel olur, diyerek işi tatlıya bağlayalım.

Güzel Allahım, yazımızı da güzel yaz (âmin)…

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

SUÇLU BENİM

Kalp bu…

Kırılıyor işte…

Hata yapmadım değil, hala geçmişin izleri üzerimde. Yeni bir sayfa açtım, bu son desem de olmuyor! Kendimce son versem de bütün bu olanlara, gönül koymuşum bir kere ne aklım vazgeçiyor, ne de kalbim yaralarını sarabiliyor. Bocalayıp duruyorum bu yıkıntıların arasında. Yenik düşüyor çoğu kez kırık kalbim… Niye mi? Çünkü kimi zaman acımasızca yüzüme vuruluyor, kimi zamansa edilen bir hakaret olarak geri dönüyor bana… Hem de keskin bir bıçak yarası olarak zihnime yerleşmiyor değil. Ne insan içine çıkasım kalıyor ne de yüzümün güldüğü. Ne zormuş böyle bir duyguyla yaşama. Ben bırakmak istesem de onları bu izler benden hiç vazgeçmiyor.

İnsanlar…

Düşünmeden konuşup dinlemeden anlamadan bir çırpıda ağzına geleni sayıp çekip giden insanlar… Kolayca kalp kırıp, incitip sonra hiç bir şey yokmuş gibi davranan insanlar. Neden bu kadar acımasız neden? Soruyorum ama aklıselim bir cevap bulmadım ve bulamıyorum. Bazen diyorum ki üzüldükleri için mi bütün bu yaşattıkları yoksa yerli yersiz öfkelerini kusup olmaya çalıştıkları için mi? Ya benim içim ne olacak peki. Ben nasıl taşıyacağım bu kadar yükü… Bir yandan onlar, şüpheli bakan gözler, anlık gülümseyip sonra asılan asileşen suratlar… Kabul edin işte en büyük darbe, en dermansız yara, en şiddetli sarsıntı bende.

Kolay aslında…

Hem de çok…

Bir insanı, bir canı tek kalemde silip atmak öyle kolay ki… Hani bir örnek vardır ya kalp vazo benzetmesi… Yüce insan kalbi kırılan bir vazoya benzetilir. Ama bu o kadar kolay değil işte. Yanlış bir tabir bu benim hayatımda. Koskoca fırtınaları, acıları, geçmişi ve bugünü aynı anda yaşayan yüreğim bir vazoya benzetilemez. Evet, belki kırılınca tamiri güç, bazense imkânsız olsa da benim kalbim bir vazo kadar basit değil. Kimsenin ki bu kadar anlamsız değil. Kalp işte bu… Ne vazo ne de bir bardak, hiçbir şeye benzemiyor. Evet, kırılınca, incinince geri düzelmiyor ama bir vazo gibi yeri, ne yenisi de gelmiyor

Kapalı bir kutu…

Ben öyleyim işte. Gerçekler, darbeler, sarsıntılar benim içimde ama dilimde değil. Hepsi bir bir kelepçeli, tutsak bu kutuda.                                                                                                                        Ama her şeye, acılarıma, hatalarıma, yanlışlarıma, yaptıklarıma ve yaşattıklarıma rağmen hayal kurmuyor da değilim hani… Kapalı yerine bir müzik kutusu olmayı yeğleyerek süslüyorum hayallerimi. Yeri geldiğinde susan, açıldığında konuşan, konuşurken insana huzur veren bir müzik kutusu. Tamam, yüreğimde sakladıklarım olsun amenna ama bazense konuşmak istiyorum ben. Kırgınlıklarımı, yalnızlığımı hem de koskoca kalabalığın içinde aklımı alan yalnızlığımı, gerçekleri bende konuşmak istiyorum. Çok bir şey mi istedim acaba. Yapılması bu kadar mı imkânsız, içimi dökmek için kapağımın açılıp, kapatılması çok mu zor?

Bende insanım neticede… E o zaman bu denli acımasızlık niye peki niye?

Suç ben de…

Her şeye sebep olan, herkesten, her söz ve tavırdan önce kendimi üzen benim. En büyük yarayı açıp, insan ağzı ya bu açıp geri büzemeyen de benim. Gözümde işte şu kısa hayatımın zanlısı benim.

Kalbimin kırılmasına izin verip sonrada buna en mükemmel şekilde, oyunun kurallarını bozmadan sessizce seyirci kalan benim. Hayatımın en şiddetli depremlerini oldurup hala artçı sarsıntılarına maruz bırakan benim. Ve herkesten önce

Suçlu benim!

Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları

KÜÇÜK ÇOCUK

Sen hiç büyüme küçük çocuk…

Büyümeye özenme. Hep küçük kalma isteği, o büyük hayallerinin içinde olsun.

Büyüdükçe keşke’lerin başlıyor, durmadan özlemlerin, hep çocukluğunu arıyor. Yorulduğunda dizlerine yaslandığın bir annen olmuyor ve her zaman sen şu hayat telaşında yorgun düşüyorsun.

Çünkü çocuk sen her zaman seçimlerini yaşıyorsun. Ya ‘iyi ki’lerini ya da keşke’lerini yaşıyorsun.

Kendi ayaklarının üzerinde durmayı seçiyorsun, zaman bunun sana daha iyi olacağını gösteriyor. Ama ilk başlardan sana büyük mutluluk veren bu durum daha sonra pişmanlıklarını doğuruyor. Ve sen doğan bu pişmanlığın sancılarını tek başına çekiyorsun.

’’Seçimlerim’’ diyorsun büyük bir hezeyanla… Belki dönüşün vardır ama hayatın söz konusu olsa bile laflarını yere düşürmemeye azami gayret gösteriyorsun.

Galiba bu da senin bir seçimin oluyor ve sen gene bu yolda yapayalnız yürüyorsun. Yeri geliyor küçüğüm sen bu seçimlerden, yaşamdan, yaşamaktan sıkılıyorsun bir teselli bir çıkış kapısı arıyorsun.

Yıllar boyu seçimlerinin anaforunda kaybettiğin O yüce adalete sığınıyorsun.

Geç olsa bile huzurda hissediyorsun kendini ve ilk defa bir seçiminden ya da senin insan olarak seçilme hissinden bu kadar lezzet duyuyorsun. Yaşam seni kendine bir kerede bağlıyor ama bu sefer sonsuz bir beraberliğin içinde olma hissinin tadı bir başka oluyor.

Asla seçimlerinden pişmanlık duymamaya başlıyorsun. Çünkü artık seçimlerinin arkasında yüce bir kurtarıcının senin yanında olduğunu bilmen sana ayrı bir kuvvet veriyor.

Adeta ilahi bir güç senin seçimlerinde tutan elin, yazan kalemin oluyor. Sen hiç anlamasan da seçimlerin artık sana haz veriyor.

Ne olursa olsun küçüğüm elbet büyüyeceksin ama önceden büyümek için kendini yıpratma.

Seçimlerinin sana ileride artılar kazandırmasını da istiyorsan da eğer her zaman arkanda olan O gücün arkasına at kendini ve o doğrultuda yaşa hayatın.

Bırak erkenden büyümeyi!

Sana verilen ömür takviminin keyfini sür ayaklarını güzelce uzat ve sana bahşedilen bu hayatın o geriye hiç dönemeyeceğin ve her zaman özlem duyacağın çocukluğunun keyfini sür.

Bırak zamanın içinde kendini büyütme hevesini, zaman seni olgunlaştırsın. Sığındığın yüce adalette hiçbir zaman sana keşke’lerini değil ‘iyi ki’lerini yaşatsın…

 

Feride Özge Çaylak


     Feride Özge Çaylak'ın Eski Yazıları

EĞİTİM VE KALKINMA  

‘Eğitim’ terbiye karşılığı TT’de yeni sayılabilecek bir kelimedir. ET (Köktürk) ‘igitmek (beslemek)’ten günümüze taşınmıştır. ‘kalkınma’ ise, dünyada altmışlı yılların en popüler terimidir. Özellikle, geri kalmış -sistem tarafından geri bırakılmış- ülkelerin altyapı çalışmalarını ifade eder. Türkiye’de de aynı dönemde ‘inkişâf’ karşılığı, ama daha çok sanâyî alanındaki gelişmeleri tanımlama anlamında işlerlik kazanmıştır. O günleri hatırlatan ‘kalkınma hamlesi, kalkınmış ülke, kalkınma projesi’ vb. gibi terminolojik zenginliğimiz var. Günümüz iktidar partisinin iki adından birinin kalkınma olması biraz yadırganmıştır. Anlaşıldığına göre, adtan çok, adalet ve kalkınma terimlerinin kısaltması olan ‘AK’ klişesi öne çıkarılmak istenmiştir.

Eğitim ve kalkınma arasındaki ilişki inkâr edilemez; fakat yanlış anlaşılabilir! Bu yanlışlığa en çok da Türkiye gibi ülkelerde rastlanır. Buradaki temel çelişki, sebep-sonuç ilişkisinin iyi kavranamamasıdır. Belki doğrudan eğitim diyemeyiz ama, ‘eğitimin yaygınlaş(tırıl)ması’, kalkınmanın sebebi değil, sonucudur. Özellikle okulların açıldığı günlerde kasaba caddelerini süsleyen ‘ilköğretim kalkınmanın temelidir’ yazılı bez afişler, mâsum bir iyi dilek (salaklık) gösterisinden ibârettir! Ayrıca, bizdeki öğretmen kalitesizliğinin de göstergesidir. Bu söze inanan öğretmen tipinden insanlığa bir katkı umulabilir mi?

Bunun cevabı çok açık...

Kalkınmış ülkelerin hiçbirisi kalkınma işini eğitimi yaygınlaştırarak başarmış değildir. Kalkınmayı başarmış ve ardından eğitimi yaygınlaştırma güç ve irâdesini ortaya koymuşlardır. Formül ve hâl böyleyken, nâziklik olsun diye ‘gelişmekte olan ülke’ denilen ve/fakat düpedüz ‘geri’yi temsil eden ülkelerde, hâlâ en büyük mâlî payın ilköğretime ayrılması pek gariptir. Daha utançlısı, özellikle askerî darbe dönemlerinde dipçik eşliğinde uygulanan okuma-yazma seferberliği kâbusudur). Bu konuyla ilgili atılan nutuklar ise, utanç sınırını bile zorlayan bir aymazlık ifadesidir.

Yukarıda temas ettiğimiz mâlî pay konusu da yine yanlış değerlendirme kurbanı bir tamlamadır. Bütçeden eğitime ayrılan payın artmasıyla, eğitim kalitesinin de yükseleceğini sanmak gibi bir zihniyet sapmasına delâlet eder.

Tekelci zihniyet, üniform ve plancı ideoloji gözlüğüyle bakıldığında, bu duruma hiç şaşılmaz. Aksine, aksini söyleyenler yadırganır... Oysa, gelişmiş bir ülkede eğitime ayrılan mâlî payın yüzde on civârında olması beklenir. Yüzde meselesi, o ülkenin demokrasi çıtasıyla ters orantılıdır! Ama bir ülkede rakıdan ıspanağa, sıvı yağdan fındığa kadar her şeyi ‘devlet’ üretip pazarlıyorsa, o zihniyetin okulları (eğitimi) boş bırakacağını düşünmek hayâldir. Bu durumda, orada hep bir ‘yüzde yükseltme’ problemi yaşanacak demektir; yüzde yükseldikçe tatmin olanların sayısı artacaktır. Ama eğitim ne olacaktır? Aslında, bu soru temelli cevapsız bırakılmış değildir; meraklıları için Türkiye’nin mevcut eğitim manzarası, epey ufuk açıcıdır!

Türkiye tipik bir örnektir; TC’de -nerdeyse- bütün okullar devletindir. Öyle ki, devlet kendi kurumlarının (Sağlık Bakanlığı gibi) açtığı okulları bile MEB’na bağlama kararlılığındadır. TC’nin ‘özel şartları’ gereği, askerî okullar henüz bağla(n)ma kapsamına alınmamıştır! Bu uygulamada öne çıkan total yaklaşımın ardındaki zihin faaliyeti tevhid-i tedrisât tabusuyla ilgilidir ve aşılması, bugün için pek mümkün görünmemektedir. Ama yakın gelecekte -AB uyum sürecinde- daha veya ‘tam’ liberal uygulamalar beklemek durumundayız.

Eğitim özelleşip özgürleşince, bütçeden pay ayırma ve yükseltme problemi de kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Eğitimi devletin temel işlerinden sanan beyin yapısıyla, bir arpa boyu yol dahi gidilemeyeceği apaçık belli olmuştur. Hem eğitim (okullar) niye devletin işi olsun ki... Bu görevi ona kim verdi? Devlet becerebiliyorsa, öğretim yapsın; öğretecek şeyi varsa; bilgi gibi! İşin garibi, öğretmenlerin de kendisini eğitim vermekle görevli sanmasıdır. TC gibi dayatmanın esas olduğu kapalı rejimlerde buna ‘saymasıdır’ demek, daha uygundur. Yâni,  bir algı sapkınlığı bu kadar olur... Mevcut öğretmenlerin eğitimle ilgili gördüğü ‘eğitim’ seviyesi -veya kalitesi- nedir ki, böyle ‘özel’ bir alana müdâhil oluyorlar? Ama haklılar; birikimsiz ve öğretecek bilgisi olmayanların yansıma psikolojisiyle davranmaları ve hedef şaşırtmak istemelerini anlıyoruz! Sistemin militanı olmak kolay değil; az çok maaş da alıyorlar; sayıları da kabarık; bunca adam bir araya gelmişken, eğitim denilen nesneye ‘bir el atıverme’den geçmek olmaz...

Yeri gelmişken, ‘eğitimin amacı’ üzerine birkaç söz edelim... Bu konu ‘görgüden, okur yazarlığa; ara elemandan bilimadamı’ yetiştirmeye kadar epey geniş bir yelpâze içerisinde tartışılabilir. Özellikle TC gibi ülkelerde eğitim, bilim dışında bütün saygıdeğer amaçlara yönelik kurumlaşmıştır! Sisteme sâdık ‘bende’ yetiştirmek, öncelikli hedef olarak belirlenmiştir; pâye ve ünvanlar hep bu şablona göre dağıtılır. Ekmeğinizi eğitimden kazanma durumundaysanız ‘liyâkât, beceri, başarı, bilim, teknik, okuma, buluş; beyin kullanma’ vb. gibi zararlı faâliyetlerden uzak durmalısınız. Sistem, sizden sadâkât beklemektedir; çizmeyi aşmanız durumunda, postallarını harekete geçirmeye hazırdır!

Öğretim mi; o da ne?

Öğretmen mi; o da kim? 

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

KUTLU DOĞUM

“Misafir” Arapça bir söz; sefer’den geliyor, sefer eden kişi demek. Bu yönden bakıldığında Türkçe “yolcu” karşılığıdır. Ama dilimizdeki kullanımı hâl’e değil sonuç’a göre şekillenmiş ve yolculuk sonrası konukluğa kabul edilen anlamını yüklenmiştir; “konuk, konak, konakçı, oturmakçı” Türkçede misafir yerine kullanılan diğer kelimelerdir.

Hepimiz bu dünyada kısa süre eğlenen misafiriz. Doğru yol (sırât-ı müstakîm) tutup iyi bir yolcu olmak ve yolculuk sonrası öbür dünyada ağırlanmak isteriz. Cennet, bu yönüyle hak edenler için ne güzel duraktır.

Bu dünyadaki ilk misafirler Hazret-i Âdem ve ona eş olarak yaratılmış Hazret-i Havvâ’dır. Dünyamızın kutlu misafiri ise adı güzel kendi güzel Muhammed (as)’dır. O dünyayı şereflendirdiğinde bütün âlem -bizim tam bilemeyeceğimiz biçimde- sevinmişti. Bu Kutlu Yolcu’nun değerini takdir edemeyen Mekke müşrikleri, onu çağların akışını değiştirecek zorlu bir yolculuğa mecbur ettiler; hicret böyle gerçekleşti. Ensâr (yardımcılar) adıyla şereflenen Yesrib halkı, gelmiş geçmiş en güzel konukseverliği göstererek ona kucak açtı. Yesrib bu güzellikle taçlanınca, Medîne (medeniyetin beşiği) ünvanını kazandı.

Allah Rasûlü ne güzel konuktur; konukların en güzelidir... O, aynı zamanda en seçkin konukseverdir. Ve Yüce Allah misafir ağırlayanı ne kadar da sever... Misafirin duâsı ev sahibi için nîmettir.

Kutlu Yolcu’nun dünyayı şereflendirdiği Mevlid (doğum) gecelerini kutluyoruz. Türkçemiz son yıllarda yeni bir güzellikle tanıştı: Kutlu Doğum...

Leyl-i velâdet (doğum gecesi) veya kısaca Mevlid adlandırması, yakın gelecekte “kutlu doğum” ifadesiyle yer değiştirecek gibi... “Kendi kalarak değişme” ve dilin ifade imkanlarından yararlanmanın çok güzel bir örneğine tanıklık ediyoruz.

Şimdi bunun hayata yansımaları üzerinde durabiliriz. Bu anlamda ve şehir (Biga) özelinde ortaya konan anlam dünyasına bir göz atalım. Nisan ayı içerisinde gerçekleştirilen Kutlu Doğum faaliyetleri, mânâ yönü yanında madde planında da yeni ifadeler kazanmış olarak hayata geçirildi: Kutlu Doğum Misafirhanesi, Kutlu Doğum Çocuk Bahçesi, Kutlu Doğum Bahçesi, Kutlu Doğum Salonu, Kutlu Doğum -sevgi ve barış- Çeşmeleri, Kutlu Doğum Aşı, Kutlu Doğum Mâşallahı…

Gelin, bu adlandırmaları “okuma”ya çalışalım:

İlk önce kelimelerin seçilişindeki özen dikkat çekiyor. Bunu hayata aktaran iradenin ardındaki gönül ve kültür üretimi kutlanmayı hak ediyor. Hepsi güzel; özellikle “Kutlu Doğum Misafirhanesi” tanımındaki isabet, gönüllerde titreten bir heyecan uyandırıyor. En Kutlu Yolcu’ya adanmış bir yerde onun misafiri oluyorsunuz! Zamanın cilvesi gereği bedenen ona misafirlik şerefine ulaşmamız mümkün değil, ama mânevî bir iklimde bu hazzı yaşayan ve yaşatanlar var. Lütfen, buna mânevî bir terennüm dememe izin veriniz. Hangi inanmış ruh, Allah Rasûlü’ne konukluğu istemez... En güzeli de cennette ona komşu olmaktır. Konukluğu kabul edilenin -inşallah- komşuluğu da müyesserdir.

Allah Rasûlü’nün çocukları ne kadar çok sevdiğini biliyoruz. Torunlarını kucağına alır, omzunda gezdirir, şefkâtle öperdi. Namazda üstüne çıkan çocuk için secdesini uzattıkça uzatırdı. Kendisine binek almasını isteyen Hüseyin’i sırtına bindirip deve taklidi yapması üzerine bütün melekler Müşfik Elçi’yi seyir yarışına girmişken, Cebrâil (as) gelmiş “Ey Rasûl, bu kadar da yapma. Allah nerdeyse imtihanı kaldırıp rahmetiyle tecelli edecek” diye uyarma ihtiyacı duymuştu. İşte, Kutlu Doğum Çocuk Bahçesi’nde oynayan çocuklar koruyucu (hafaza) melekler eşliğinde bu iklimi yaşıyor; oyun kurucuları da -sanki- o Şanlı Rasûl oluyor...

Kutlu Doğum Bahçesi...

Allah Rasûlü’nün yaşadığı bahçeyi hatırlatan bir ifade... Ya da Ravza-yı Mutahhara (temiz bahçe) olan Medine’deki kabrini diyebilirsiniz. Evine uğramış, bahçesini gezmiş veya Ravsası’nı (mezarını) ziyaret etmiş gibi olabilirsiniz.

Kutlu Doğum Salonu...

Mescid-i Nebevî’de yapılan sohbet ve toplantıları hatırlatan bir güzellik ve doyum (istiğnâ) tadındaki bu adlandırma da gönül dünyamızı aydınlatan, ufkumuza genişlikler sunan bir yer olmaya heveslenmiş! Ne güzel...

Kutlu Doğum -Sevgi ve Barış- Çeşmeleri...

Ol Rasûl’ün elinden içer gibi onun doğumuna adanmış çeşmelerden suya kanıp serinlediğimizi düşünmek... Müthiş bir şey. Sözün burasında yeri geldi; en güzel nâtlardan birini yazan Fuzûlî’nin onun elinden su içme isteğini dile getirdiği Su Kasîdesi’den şu beyti okuyalım:

dest-bûsi arzusiyle ger ölürsem dûstlar

kûze eylen toprağum sunun ânınla yâre su

Koca Şâir “Dostlarım Hazret-i Muhammed’in elini öpme arzusuyla ölürsem mezar toprağımdan yapacağınız bir kadehle ona su içiriverin” diyor. Böyle seçkin söyleyiş, içtenlik ve anlam derinliği karşısında insanın dili damağı kuruyup “su” diye haykırası gelmez mi?

Bu çeşmelere uğrayan yolcu, her yudumda adı güzel Muhammed’in elinden su içtiğini san, olur mu! O zaman kendini “su gibi azîz”lik makâmının kapısı önünde bekler bulabilirsin.

Kutlu Doğum Aşı...

Kutlu doğum adına, Muhammed Mustâfa yüzü suyuna adanan ve Allah rızası için yapılan bir ikrâm... Onun mübârek ve bereketli sofrasına oturmak... Bu güzel uygulamanın da her yıl sürmesini diliyoruz.

Kutlu Doğum Mâşallahı...

Süleyman Çelebi’nin “doğdu ol saâtte ol sultân-ı din, nûra gark oldu semâvât û zemîn” dediği eşref vakitte doğan bebeklere mâşallah dileğiyle takılan altınlar... Böylesi güzel tevâfuk için sevinen ana babalar... Ve bu kutlu anıyla dünyaya merhaba diyen cennet meyvesi çocuklarımız...

Yukarıda küçük bir şehirde yapılan faaliyetler üzerine konuşmaya çalıştık. Kutlamalar bununla sınırlı değil: Öğretim üyelerinin verdiği iki konferans, Kutlu Doğum Kitaplığı’nın açılması, fotoğraf sergisi, Vedâ Hutbesi ve kitap hediyesi, yoksul bir ailenin ev ve gıda ihtiyaçlarının karşılanması, hafta boyunca binlerce gül yanında, çocuklarımıza üzerinde “Doğum günün kutlu olsun gül yüzlü Peygamberim, seni çok seviyoruz” yazılı balonların dağıtılması ve yaşanan sıcak gönül temasları...

Yolumuz düşerse... Hazret-i Muhammed’e misafir, onun elinden su içip toplantısına katılan, bahçesinden meyve devşirenler -gibi- oluyoruz... Çocuklarımız da onun kucağında seviliyor, oyuna koşuyor... Ses ve gülücükler -sanki- ondan emânet elle tutulur bir güzelliğe dönüşüyor... Karşımızda Yâ-Sînlere karışmış gül renginde ilâhî bir iklim beliriyor.

İşte, hayatın mutlulukla yer değiştirdiği kutlu zamanlar...

 Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler