DURSUN İLE YUSUF

Sarışına yakın açık kumral saçlı, delen bakışlı, orta üzeri boyluydu ve onun için durupdururken olduğu yerde durdu, taş kesilmedi ama sanki çakılıp kaldı. Bir kişi bu özelliklere sahip diye niye dursundu, durmanın da bir yolu yordamı âdabı usul û erkânı biçimi sebebi gereği amacı anlamı olmalı değil miydi...

Vardı elbet ama bugünlük, şimdilik o an yokmuş gibiydi.

Durma işi gerçekleşince ilk elde biricik yoldaşı Dursun’u düşündü. Kendini ‘yedinci son ve tek erkek çocuk’ diye tanıtan Zonguldak delikanlısı... Ora delikanlı yerine kömür falanla ünlüydü fakat Dursun’un kömür mömürle ilgisi yoktu (yine de kömür karası kaşları vardı). Yekten harbi bir yiğitti. Yiğidin harman olma işinin adresi her ne keder Yozgat dense de Dursun bu konuda da aksine ferman yazdırır türden on okka çeker özge bir yürekti. 

Doğuma adaklar adanmış doğar doğmaz al bağlanıp kınalar yakılmış mevlitler okunup hatimler indirilmiş üzerine titrenip zerre toz kondurulmamış bir dediği iki edilmemiş iken -ne yazık- yediği önünde yemediği ardında olamamıştı. Yoksulluk ve yoksunluk adlı yedi püsküllü nesne yüzünden sulu tarhana, bol soğanlı yumurta katığıyla büyüyen bedenin serpilme, bıyığın terleme çağı geldiğinde sık nazarlı, az azarlı olup yeni tomurlu kısrak edalı kanıayaklı nice tazenin iç çektiği göz süzdüğü hedef kimliği edinmişti. Mahallede fısıltılar onu konuşuyor çıkışı hemen duyuluyor geçişi belli oluyor, rastlama tesadüf bekleyiş duruş kokuş acaba, belki de bugün soruları göz ucundan kayıp fistan ucu savurtan yele karışıyor bütün sokak fark edilmek için yarışıyor. Elde kova bakraç yarım oya dantel kasnak iğne iplik (hatta ocakta tencere bekleten kimi fettanlar denmiştir ki, vebali söyleyenedir), düşürülmeye ayarlı karanfil (gül, ellerin nemiyle serhoş), dağınık unutulmuş saç, savrulan perçem, ‘hergün bir yana düşer bu nasıl baş bağlama’ diye sorduran allı yeşilli çemberler... Bunca malzemeye desteklik eden iç çekiş soluyuş anlam dolu öksürüş kalça ahengine göre şekillenen ökçe tıkırtıları... Sıradan görünümlü kaldırım taşları da masum değil, bu oyunda üzerine düşeni düşünmeden yerine getiriyor. Düzgün değil de eğri büğrü durup zavallı vücutların yürürken aldığı şekillere suç ortaklığı yapıyor. Dursun aşkına hepsi taşlıklarını -taş kalpli sananlara inat- daha bir belli ediyor.

Uzaklardan duyup düşenler, keşke gelmeseydik diyenler, görüp gönül üşürenler, boşluk içkisi içip yokluk yemeği yiyenler...

Gün geldi baba göz ağrılarına nazar okutmak muska bağlatmaktan usandı. Bozulan işini bahane edip yedekte köroğlu İstanbul’a göç yolunu tuttu. Kendileri varmadan ünleri ulaştı, Dursun adı dillerde dolaştı. İlk önce -her zaman olduğu gibi- bitkiler kıskandı! Güzel İsmail Efendi’den beri böyle Yusuf görmemiş Dersaadet’te güllerin rengi daha kızıllaştı, soy tükenmesiyle didişen laleler ilkin boy verip Dursun’u görünce boyun büker oldu. Sümbül leylak sardunya menekşeler ise koklanma umup koparılmayı bekler halde solup gitti. Erguvanlar çom çom olup salkım salkım döküldü. En dayanıklısı gül çıktı; nebevi bir iltimasla kızıllığı arttıkça arttı, İstanbul kıpkızıl bir gülşen olayazdı.

Anası muskanın yetmediğini biliyordu, sivilce ve çıbanlardan medet umdu, olmadı. Bıyığın terlemesi bitmiş, ipeksi bir temas sakalla birleşmişti. Kadın ‘Bi sarığı eksik, o da olsa memlekette doğranmadık el kalmayacak mâzallah’ diyordu. Geceleri başucu bekliyor, koca bebesini gül çiçek canım yavrum kuzum sonrası ‘yusufum’ diye seviyordu. Rüya bölücü müşfik temaslardan şımaran çocuk, alışık bir yan dönüşle çölde buzdan sular içtiği kuyu başındaki rüyasına dönüyordu. Kadın ‘Yusuf nebiye kıyan cahiller sana da kıyar, âh kuzum insan içine çıkma kurt kapar’ diyordu. Kendinden artık kadınlık değil oğluna analık bekleyen evdeşinin yanına varmazdan önce alnına kömür karası çalıyordu.

Tazeler körpeler yeniyetmeler yetmemiş gibi duldan eramilden yenigelin tayfasından da âşıklar türemişti. Oğlanı bu azgın suyun önünden almak zordu. Çarşı pazara çıkamaz okula gidemez iki iş edemez olmuştu. Dağınık saç kirli sakal eski giysi yırtık ayakkabı... hiçbiri çare olmadı. Öyle sanki daha çekici fazla ışıldayıcı hal alıyor geceyi yırtan dolunaya dönüyor karşısında yıldızlar sönüyordu.

Anne baba akraba dostlar tanıdık tanımadık... hiç kimsenin aklının ucundan dahi geçmeyen o şeyin olacağı umulur muydu? Ama oldu. Dursun, kara kuru bir mahalle dilberine tutuldu. Yalanın gerçek, iftiranın hakikat çıkmasıyla yıkılan annenin de nutku tutuldu. Baba gittiği yerden geç döner, oğlan içini yer eriyip gider oldu. Âşıklar, tutkunlar ancak o zaman adının Dursun olduğunu hatırladı; Yusuf olsa Zeliha gibisine bile bakmazdı deniyordu.

Karamık kara kuru kız ise hiç oralı değildi. Devlet kuşu diyenlere ‘Ankâ olsa gözümde yok, gönlümü hüsn-ü mutlaka adamışım, meğer mukayyed ola n’ola’ karşılığı veriyordu!

Hekimler deva doktorlar çare olamadı, dualar kabul olunmadı olacak, etrafa sessizliğin ağırlığı çömdü. İş ilk önce karış ardınca karmakarış çoğa varmadan kördüğüm halini aldı. Olmazlığı anlaşılınca hırçınlık isyan kopuş üzüş bilmezlik kapanışlar yaşandı. Epey sonra tanımsız bir durgunluk baş gösterdi. Ağzı dualı öğüdü makbul bir hoca ziyarete getirildi. Kalkışa yakın yalnız kalınca ‘Tebdil-i mekanda ferahlık vardır, gönlün kapısı tektir ama inşallah maveradan başka kapılar açılır’ dedi. Çocuk, öteki onca sözü geçip buna sarıldı. Deli akan kanına cam kırığı ve sivri uçlu küçük hançerler karıştı. Damar çeperlerine çarpan keskin şeyler kanında sürüklendi. Acıtan akışlı kan yolculuğu kalbe her varış ardından bitti denirken yeniden başlıyor, genç bünye dayanılmaz darbeler altında sarsılıyor, zavallı güzellik gözlerinin ağlayışına dayanamayıp kendi de hıçkırıyordu.

Bir gün damar kıyısını zorlayan kararlı bir sivrilik -her nedense- bundan vazgeçip daha yukarılara yol tuttu. Çocuğun beyni bu çılgın sıçrayışı beklemeye başladı, işe akıl karıştı fikir bulaştı. Hız kesmeyen yükseliş beyni tırıs geçip akla uğramadan geçip gitti... bilinmedik görülmedik duyulmadık pek çok şey daha oldu. Gönlüne duruluk geldi. Delikanlı verdiği karara bürünüp uyudu ve sabaha karşıyı beklemeye koyuldu.

Mahalle bir çığlığa uyandı.

Anne ‘Gitti oğlum uçtu tutamadık’ diye yaka bağır yırtıyor, baba sakalından süzülen yaş topluyor. İlk önce on, sonra yüzlerce taze vücut, âşık gönül halinde paylaştıkları kader yanına bir de ayrılık ekliyor...

Darmadağın derde düştüm, yâr zülfünde tarak mıyım diyen şair bile sustu.

Asla unutulmadı ama pek fazla bir şey de olmadı. Anarşistlere karışmış falan denmesinden dokuz ay sonra da vuruldu haberi duyuldu. Koparılan çığlık, akıtılan gözyaşı, ak düşen perçem eriyen beden yanında can kıymaya kalkan sayısız taze, bin bir yalan ve olmazı belli türlü vaadle dünyanın zaten fani olduğuna ikna edildi.

*

Kimi kuzular için, anası dursun dese de durmaz önde gider denmiştir.

Dursun’u yolda durdurup vurmuşlardı. 

İşte şu an kendisi de durmamış durdurulmuştu.

Durduran, durdurmakla görevli ve birörnek giysili silahlı memurlardı. Anladı... (kim anlamaz ki). Demek, böyle veya buna benzer gerçekleşiyordu. Çok bekletmediler, kırk gün işkence görüp bir İstanbul alacasında beşinci kat penceresinden atılarak öldürüleceği emniyet müdürlüğüne götürüldü.

 

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

ELVEDA

giderken aradım seni

bulamadım yüreğinle kalbini

ateşler içinde yansak da

her şey buraya kadarmış

 

kolay değil bu veda

ağlarken gülmekte var sonunda

hayatlarımız bir olmasa

her şeye rağmen elveda

 

yaşanmış olanlar

ve biten her şey

seninle olsun

her şeye rağmen mutluluklar seninle olsun

 

bu son veda olmalıydı

sarılmak isterken ellerim titriyordu

gözlerim doldu sanki

her şeye rağmen güzellikler yanında olsun

 

yalan dünya'da tek gerçeğimdin

eminim artık bu son vedaydı

gözlerimdeki aşk bitmiyordu

her şeye rağmen yanımda ol

 

Mustafa Karaoglu

 

OKUMAK, YAZMAK VE YAŞAMAK ÜZERİNE

Arthur Schopenhauer denince ilk akla gelen, bu öfkeli filozofun, ardılı Nietzsche’yi ne kadar etkilemiş olduğudur.

Felsefe tarihinde önemli bir kırılmaya yol açan bu etkinin yanı sıra, günümüzde de geçerliliğini yitirmeyen din ve aşk üzerine kimi düşünceleri ve münzeviliği de Schopenhauer’a ayrıcalıklı bir konum atfetmek için yeterli sebepler.

Fakat filozofun başka bir özelliği daha var; edebiyatçılar tarafından en çok sevilen filozoflardan biri oluşu. “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” adlı kitap, onun edebiyatçılar tarafından niçin önemsendiğini gösteren metinlerden oluşuyor. Schopenhauer’ın acıyı bilgiye dönüştürme argümanı, bu kitapta da işlerliğini koruyor. Yazılardaki filozof titizliğine sanatçı sezgisinin eklenmesine yol açan da bu olsa gerek. Kitaptaki yazıların sonuna, Schopenhauer’ın hangi yapıtlarında yer aldıklarına dair birer dipnot konulsa yol gösterici olurmuş.

 Çevirmen Ahmet Aydoğan da dile daha çok özen gösterebilirmiş. Yine de, bu sıra dışı filozofun okumak, yazmak ve düşünmek üzerine notlarının her okur-yazarda bulunmasında fayda var.

İnsan Mutluluğunun İki Temel Düşmanı: Can Sıkıntısı Ve Istırap

Yazar bu iki ideolojiyi insanlığın  yaşamı boyunca temel sıkıntısının olduğunu ifade eder. Kitapta yaşamanın ve zamanın nasıl harcanılması, nasıl kitap okunması ve nasıl yazılmalı sorularını bir bir ele alır.

Ona göre akıllı insan münzeviyane hayatı seçecek ve eğer büyük bir ruhu varsa yalnızlığı seçecektir. Çünkü vaktini diğer insanlarla harcayan insan kendisini tanıyamayacak ve içinde var olan esas mutluluğu, kavrayamayacaktır. Dâhiyane kişilerin de yalnızlığı seçmelerindeki  sebep budur. Yelpazenin diğer ucundaki kişiler topluma ne kadar karıştıkça, ne kadar sosyalleşirse, kendisinden uzaklaşacağını ve kendisi uzak durmaya çalıştığı şey haline geleceği kesindir. Herkesin kendi yeterlilikleriyle karşı karşıya bırakılacağı gün sahip oldukları o gün ortaya çıkar ve bu insanlar kendi karakterleri altında inim inim inler. Zaman kavramının ne denli önemli olduğu ve bunun boş eğlencelerle harcanmaması gerektiğini sık sık vurgular.

Bir insanın olabileceği ya da başarabileceği en büyük şeyin kaynağı insanın kendisidir. Mutluluğun kaynağını ne kadar çok kendinde bulabiliyorsa o kadar fazla mutlu olacaktır. Sefalet ve ıstırapla dolu dünyada insanın içindekileri dışındakine feda etmesi, sükûnetin boş vaktin ve bağımsızlığın bütününü ya da büyük bir bölümünü, makam zevki, şan, şöhret, unvan ve ihtişam için kurban etmesi muazzam bir budalalık örneğidir. Sahip olduğu kuvvetlerin asıl amacı onu etrafındaki kötülüklere karşı mücadelesini sağlamaktır. Can sıkıntısının en büyük kurbanlarını ise sefil ve bedbaht durumda olan yüksek sınıfların olduğuna inanır.

Yazar üç mümkün haz kaynağı belirler:

-hayat gücü hazzı: yeme, içme, uyuma, dinlenmenin zevki. Bunu ulusal ve ayıt edici haz olarak tanımlıyor ki fikrimce bunlardan ödün verebilecek kişilerin dâhilerin olduğunu savunacaktır.

- adele gücü hazzı:  yürümek, koşmak, dans, etmek, ata binmek, zaman zaman spor biçimine  bürünürler kimi zaman ise askerlik hayatının ve savaşın bir parçası olurlar.

-duygu ve duyarlılık hazzı: temaşa, düşünme ,duygulanma, veya şiir, kültür, müzik, öğrenim okuma vs.

Diğer taraftan yazar insanlığı iki tabloya bölüyor: bir taraftan kişisel mutluluğun küçük ve önemsiz şeylere, sefalete adanmış, çaba ve mücadelenin sonunda bu hedeflere ulaşır ulaşmaz can sıkıntısının doğurduğu insanın yüzüstü bırakıldığı iflah olmayacak bir hayat. Diğer taraftan; düşünce bakımından zengin, hayat ve anlam dolu bir yaşam süren, bunlara vakit bulacak, her fırsatta kıymetli ve  değerli amaçlarla meşgul yüksek bir zihni kudrete sahip bir insan.

Ruh zenginliği yegâne hakiki zenginliktir, çünkü diğer bütün zenginlikler beraberinde kendilerinden daha büyük dert ve belaları getiririler. Bir insan ne kadar kendisine ve kendisinde olanlara sahipse, diğer insanlardan o kadar az şey bulabilecek ve onların haz duydukları yüzlerce şeyi yavan ve sathi bulacaktır.

Philister denilen kimse zihinsel ihtiyaçlarını ve dolayısıyla zihinsel zevklerinin olmadığı yegâne sevginin çabuk tükenen duyumsal türden olduğu  kimsedir. Onun için hayatın hedefi bedensel faaliyetlerini katkıda bulunacak ne ise onu elde etmektir. Hayatın bütün lüksleri başına yağsa o kaçınılmaz olarak bundan sıkılacak ve çaresini ise kuşkusuz çaresini ise toplar; tiyatrolar, partiler kâğıt oyunları, kumar, atlar kadınlar içki, seyehat ve daha bir yığın benzerleri. Fakat bütün bunlar  kendisinde doğacak sıkıntısını gidermeyecek çünkü zihinsel zevki yoktur. 

Bütün bunlar onun zihinsel ihtiyaçları olmayan bir insan olmasının sonucudur. Budalaların başına gelen en büyük bela fikirlerle değil de gerçekliklerle uğraşmasından kaynaklanmaktadır.  Fakat bu gerçeklikler  tehlikelerle dolu ve uzaktadır. Düşünce dünyası ise sınırsız ve sakindir. Sonuç olarak yazar felsefeye adanmış bir hayatın en mutlu hayat olduğu sonucuna varır.

Okumak ve Kitaplar Üzerine

Yazara göre; okumak kişinin kafasının yerine  bir başkasının kafasıyla düşünmesidir.

“Okurken bir başkası bizim için düşünür. Kendi düşüncelerimizle meşgulken kitap okumak bizi rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz bir başkasının oyun alanı haline gelir. Bu sebeple çok okuyan ve düşünmeksizin zaman geçiren kimse, zamanla kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder.”

Birinin ne kadar fazla okursa okuduklarından o kadar az izler kalacağına inanan yazar beyni üstüne sürekli yazılar yazılıp silinebilen bir tablete  benzetiyor. İnsan midesindeki besinlerin ancak beşte birinin hazmedileceği gibi çok fazla okumanın insana kendi düşüncelerini kaybettirmekten başka bir şey yapamayacağını söyler.

“Okuyarak edebi bir üsluba  sahip olunmaz ancak bu nitelikler bizde varsa bunu okuyarak nerede ve ne zaman kullanacağımızı öğreniriz. Sadece okuyarak üslup edilmez bu taklitten öte bir şey olmaz.”

 Yazar kötü romanları sadece para ve mevki için yazılanları ile onları zaman zaman sadece meşhur olduğu için de olsa okuyan bizleri sert bir dilleeleştiriyor. İyi olanı okumak için, kötü olanı hiçbir zaman okumamayı düşman edinmeli insan çünkü hayat kısa. Kitabın iki kere okunmasından yana olan yazar kitapta bu tavsiyesinin verirken; ikinci defasında ruh halinin farklı olmasından kaynaklanan farklı izlenim ve yeni ışıklara kapı açacağını savunuyor.

Yazarlık ve Üslup Üzerine

Yazarlığı genel olarak ikiye ayırıyor:

1. Ele aldığı konu için yazanlar: Bunlar paylaşmaya değer görünenleri yazar ve daha çok tecrübe ve bilgiye sahiptirler.

2. Yazmak için yazanlar: Para için yazarlar dolayısıyla doğru yanlış ayırımı yapamazlar. Açıklılık ve sarihlik bunlarda eksiktir.

Telif hakkının korunmasının edebiyatının bir yıkımı olduğu görüşünde olan yazar, aslında edebiyatın bu vahim durumunun tek sebebi olarak para için yazmayı gösteriyor. Bunun diğer bir sonucu ise dilin yıkımı.

Bir başka bakımdan üç tür yazardan bahsediyor: Birinci türde düşünmeksizin yazanlar. Sayıca kalabalık olan bunlar hafızalarındaki veya hatırlayabildiklerini, hatta doğrudan başka insanların kitaplarındakini yazarlar. İkinci kümede ise yazarken düşünenlerdir. Sayıları oldukça kalabalıktır ve yazmak için düşünürler. Üçüncü küme ise yazmaya başlamazdan evvel düşünen kimselerdir ki sadece düşündüklerini yazarlar ve çok nadirler.

Genel olarak yazar, içi boş sözü gereksiz yere uzatan hantal, tumturaklı üsluplu sadece yazmak için, para, mevki, şan için yazılan kitapların içeriklerini çok boş bulur ve bu boş safsataların asla okunmaya değer olmayacağını açıkça belirtir.

Bir yazar malzemesini doğrudan  kendi kafasından, kendi müşahedesinden, çıkarmadıkça okunmaya değer değildir. Derlemeciler, tarih yazıları, vs. bunlara örnek olarak verilebilir. Başlığın etkileyici olması, gizli anlamlara gebe veya mümkünse içeriği tek bir sözcükle anlatmalı.

Bir kitap yazarın düşüncelerinden fazlasını taşımaz. Okunmaya değer bir yazarın üstünlüğü yazarın malzemeye bağımlılığı ile ilgilidir. Ne kadar az borçlu o ise o denli büyüktür. Yazmadan önce düşünmenin önemi büyüktür tıpkı yürümeye yardımcı olan baston gibi. Yazarın üslubu onun nasıl düşündüğünün ve onun düşüncelerinin genel niteliğinin tam bir yansımasıdır. Yazar üslubu fikirlerin şekillendiği hamura benzetir.

Birçok anlama sahipmiş gibi görünen, hiçbir faydası olmayan tumturaklı üsluplu yazarları ve bunları okuyanları kınamıştır. Buna karşılık fikirce zengin bir yazar ise okuyucularının güvenini kazanır ve bu akıllı okuyucuya yazarı dikkatli bir şekilde takip etme sabrı verir.

Somut yerine daha soyut kelimeler kullanılmasını ise bu yazarların arka kapısı olduğunu zikrederek bunları gülünç bulur. Sohbet tadında yazanlar da anlaşılmayı güçlendirir.

 Ve ona göre küçük bir düşünceyi anlatırken çok kelimeler kullanılmasını vasatlığın eseri olarak görür Schopenhauer.

Düşünmek Üzerine

Bilmediği şeyi düşünemez düşünmediği şeyi ise bilemez.  Okumak ve iğrenmek irade ile yapılır ancak düşünmek o konuya olan ilgi ve merakla ortaya çıkar. Bir insan ancak kendi düşüncelerinin kaynağı kuruduğu zaman okumalıdır. Aksi halde sürekli okumak bu sayede kendi düşüncelerini kaçırmasıen büyük günahtır. Bilgiyi herhangi bir kitaptan hazır elde etmek yerine ona düşünerek ulaşmış ise bin kere daha kıymetlidir. Daha sonra ise bu bilgi onun uzuvlarından biri haline gelecektir. Kendi kendine düşünebilen insan zihni kazanımlarını son safhaya ulaşmıştır.

SON BUSE

ayrılık vakti geldi.

bırakıp gitme zamanı

senden ayrılma vakti geldi

şimdi seni unutma zamanı

 

senden hatıra bana

ne kaldı bilmiyorum

senden hatıra bana

sen kaldın biliyorum

 

uzaklara çok uzaklara

yalın bir yolculuk var şimdi

bittik biliyorum

unutma beni sevdiğim

 

bu ayrılık son naaşım olsun

gözyaşlarım umutlarla dolsun

artık vakit geldi biliyorum

benden sana bu son buse olsun

 

unutma beni sevdiğim

unuttuğun her şey adına unutma

unut beni sevdiğim

ben seni unutamam

 

Mustafa Karaoğlu

TÜRK OLMANIN FAYDALARI

Efendim:

Amerikalı olmanın şöyle bir faydası varmış:

Kendinizi iyi hissetmeniz ve Amerikalı olmanın hazzını almak için, herhangi bir Amerikan filmini seyretmeniz yeterliymiş(!)

Her zaman ülkeniz savaştadır, ama size zarar gelmez...

NBA maçlarını izlemek için sabahın köründe kalkmazsınız...

Her apartmandaki 10 kişiden 5 ‘i dünyayı kurtaracak güçtedir(!)

Düşman ister uzaylı olsun isterse bir göktaşı...

Alın sizlere iki misâl:

Rambo, Terminator vesair…

***

Ve…

“Türk olmanın faydaları”na gelince:

2050 yılında dünyanın tek hakimi olabilirsiniz!

Çünkü herkes uzaya çıkmış olacaktır(!)

Eğer dünyanın hakimi olursanız, uzaydan gelebilecek UFO’lara taş atıp onları korkutup, kaçırabilirsiniz.

Ki böylesi bir hadise masallarda değil bir ili-mizde yaşanmıştır...

Tarlada UFO ve uzaylı görüp sopayla kovduğunu televizyonda yemin-billâh anlatan amcamı siz de görüp duymuşsunuzdur…

***

Ve yine ayrıca:

Otobüs.

Uçak..

Hastane…

gibi….

“Cep telefonu kullanmak yasak!” olan yerlerde gizli gizli cep telefonu kullanabilirsiniz(!)

Bu;

Cigara için de geçerlidir!...

Şaka bir yana:

Yaşadığımız şu canım memleket gerçekten de bir hoş!

Yurt dışından gelince eğilip vatan toprağını öpüyorsunuz.

Yurt içinde ise karmaşa yumağı içinde gibisiniz.

Ortası yok…

En son şunu yaşadım:

Bir konuda önceki hafta mahkemede idim.

Şahit olaraktan.

Bana;

15 liralık..

Yazı ile:

“On beş” liralık posta pulu verdi hâkim…

Aa..

Şaştım-kaldım bu işe.

Mübaşir tanıdıktı Allah’tan!

Mahkeme salonundan çıkar çıkmaz şaşkınlığımı izâle etmek için izâhâtta bulundu bana:

“Hocam; on beş lira para verseler hâkimler size, bu paranın çek-nakit; formalite işleri sebebiyle astarı-yüzünden pahalıya geliyor! Kafaya takmayın… Atın cebinize gitsin bu pulları!”

İyi de;

Anam-babam…

Çok normal insanlar değilizdir biz yazarlar kısmısı.

Şimdi de şuna taktım:

Bu bildiğimiz PTT pulları israf olmasın diye yeni yılda kartpostal mı göndersem eşe-dosta?

İyi de:

Kartpostal diye bir şey cep telefonları ile mesajlaşma yokken vardı.. Şimdilerde var mı kırtasiyelerde öyle şeyler?.

İnanın hatırlayamıyorum!

Offffffffff…

Of ki; ne of!

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

ADAMYER KÂMİL

Bir adamyer düşündüm ya da Adamyer düşündürdü beni yine ve dünyada düşünce adlı varlığın varlığından bile habersiz bir adam(ı) düşünmenin ağırlığı çömdü üzerime...

Gerçekte sıradan birisiydi, bilinen tek leşi vardı. Adamyerliği ise küçükken ısırdığı birkaç kol kulak burundan ibaretti (Lakabını sonradan edindi diyenler de görülmüştür). Çiroz Necmi’yle karşılaştırıldığında durgun görünüşlü denebilirdi. Anasının ilki olan Necibe’yle aynı mahallede otururdu. Ama Necibe’yle uzak yakın hiçbir ilişkisi olmamıştı. Kendisi ergenken Necibe artık enikonu koca dulkarıya dönmüştü, lakin cami mihrabını yerinde unutup gitmişti.

Adamyer ve düşünce denen şey ikisi bir arada durması imkansız iki varlık gibidir. Olsun, ben yine de -zaman zaman- onu düşünüp kendi yolunca anarım. Son gördüğümde elli üç yaşındaydı ve eşi tarafından terk edilelinin üzerinden sekiz ay geçmişti. Yüzüyle özdeş bıkkın, bezgin, itirazlı ve hayata muhalif ifade esnemeye yüztutmuşa benziyordu. Saçı başı giyimi bozuk yeniyetmelere seslenirken az biraz gülümsediği ve artık eskisi kadar sövmediği biliniyordu. Üzerinde boğazlı kazak arada balığa çıktığına, deri ceket ise şoförlüğüne işaretti. Tırtıl bıyık, kirli sakal, orta boylu, kalıp yapılı ve saçı dökük değil; sesinde gürleme yok. Bu adamda adı unutulmuş çocuk bir gönül olabilir. Yerini bulmamış hayat ve oturmamış bir zamanı yaşıyor...

Vaktiyle her tür naneyi yediği için nâmı naneyer olması gerekirken garip biçimde Adamyer’de sabitlenmiş bulunuyordu. Romanlarda görülen ve karnını gülücükle doyurduğu söylenen insan türüne bakıldığında, ilk elde Adamyer’in de adam yiyerek yaşadığı sanılırdı!

 *

Evet... şimdi gelelim Kâmil’in adamyerliğine. Gün geliyor Kâmil’i askere alıyorlar, gidiyor tabî, hani sıkıyorsa gitme diye bir söz vardır, bu söz gereğince alınmış oluyor.  Öyle bir söz var mıydı anlamlı bakışınızı görüyor ve takdir ediyorum, bilirsin ben işime gelmeyenleri de ıskalamam. Beklenen şeyleri o da yaşıyor, her vatan evladı gibi rrğatt zzrooll tüfek aass vs. sok çıkar türü işleri başarıyla yapabiliyor, kendisine sunulan ve acemiliğin sunduğu avantaj denilen nimetleri tepe tepe kullanıyor, yeri geldikte kerize yatıyor, puşt zulası hazırlıyor, hasta ayağına takılıyor, türlü dümen... haa birliği de tümen! Eğitimden yırtıyor ama nöbet... Bitmeyen bitirilemeyen nöbet görevi canına tak ediyor, ediyor etmesine de esaslı bir çözüm üretemiyor. Sol pezevenkler sol, saağ-a döön, uygun adıımm marrşş, her-şey va-tan çin falanlar, bol sulu çorbalar, kökübiryerde ıspanak, kurtlu bulgur, gazlı fasulye... Tabî kantine müşteri lazım, orayı da subaylar işletiyor, iyi dümen yani (birlik için tümen demiş miydim?) mıntıka temizliği, açaç geldiydi filan derken ille de nöbet... Üst üste yazılan saat başı tutulan sabahlatan uyku aratan hayalleri körelten zamanı dölleten nöbet! Olması kaçınılmazla karşılaşması çok sürmüyor. Günün -herhalde gecenin olacak- birinde elde dipçik sırtta tüfek boyunda çene uyuklarken kol gezen yüzbaşıya yakalanıyor, adam usulca yaklaşıp -nereden bulduysa- elindeki copla Kâmil’e vuruyor (Galiba yüzü olacak). Rütbesi yüzbaşı olduğu için yüzüne vurdu diyenler de olmuştur. Adamyer, toparlanıp bilinen nöbet tekmilini seslendirmek yerine, sazan gibi yüzbaşının üzerine atılıyor (Kedi gibi de sıçramış olabilir) kendi bir yanda tüfek öbür tarafta gözler faltaşı, dişler kıyır kıyır... Rütbeli kişinin halen cop tutan bileğini ısırıyor “At o copu elinden yoksa seni yerim ben bildiğin kâmillere benzemem lan” diyor. Adam yaka paça silkip ters yönlü bir kaçış tutturuyor. Bir yandan da kurtarın beni şu delinin elinden biçimli bağırdığını duyanlar oluyor, koşmanın sonlandığı yere varana dek ısırıklı sağ kolunu soluyla avuçluyor tabî, ardınca on tane kuduz aşısı yaptırıyor, göt göbek kevgire dönüyor.

-Sonra?

-Tutukluyorlar tabî, altı ay cezaevinde yatıyor, tezkeresi gecikiyor. Bu ilk girişi, ikinciye dönüşten epey sonra düşüyor.

-Pekii... Kafama takılan bir şey geçti, cop değil kırbaçtır o!

-Anlamadım, nasıl yani?

-Aynen şöyle: Yüzbaşı emirerinin görevini yerine getirip getirmediğini görmek istiyor, adamı kıvrılıp uyumuş halde buluyor, kırbacını adamın suratına indiriyor, adam ayağa kalkıp özür dileyeceğine subayın bacaklarına yapışıp at o kırbacı elinden yoksa seni yerim, diye bağırıyor.

-Eveet doğru ya, şimdi hatırladım, Kafka’dan bir bölüm bu.

-Doğru tahmin.

-Hay Allah... nasıl olur da benzerliği fark etmem, aptallığım tutmuş olmalı.

-Yook o kadar da değil.

-Bir sabah uyandığında kendini böcek olarak bulan adamın hikâyesiydi galiba, adı da değişimdi ya da dönüşüm.

-Die Verwandlung yani dönüşüm ama Değişim adıyla ve Vedat Günyol tarafından çevrilmiş; 1955.

-Evet ya... Nasıl da bilirsin böyle şeyleri.

-Ama o değil, In der Strafkolonie olacak, yani Ceza Sömürgesi.

-Eveet ilk baskılarda Ceza Kolonisi diye çevrilmişti.

-Aslı öyle zaten “Kolonide” gibi bir şey    

-Adamyer’in böyle büyük bir yazarın kişisiyle aynı özellik göstermesi müthiş!

-Öyle görünüyor.                                                             

-İnanması güç, acayip bi benzerlik...                                      

-Şimdilik eşteşlik diyelim. Adamyer’de intihal yeteneği var mı veya bu türlü temsil kimliği barındıran bir kapasiteden söz edebilir miyiz, birikim düzeyi nedir, acaba hikâyeyi okumuş mudur, günde beşyüz koyun ve iki kişioğlu yiyen Tepegöz’den falan haberi var mıdır?

-Yook daha neler, Adamyer’den konuşuyoruz, o hikâye nedir bilmez, dünyada hikâye diye bir olgunun varlığından bile habersizdir. Ama ve fakat kendisi bizzat hikâye kahramanıdır. Tepegöz olsa ortalıkta adam komaz tüketirdi. Yine de Yün Ali derler bir kasapla yakın arkadaştı, bir Yapağılı Kocası eksikti yâni.

-Sevdim adamı... Örnek bir türe benziyor.

-Evet, türünün son örneği. Biliyor musun Kafka denince hep Kafkas çağrışımı duyarım. Çerkez bir arkadaşım vardı Kafka, Kafkasyalı demek der adamı kavm-i necipten sayardı.

-Yamyamlık var mı sizinkinde?

-Yook canım daha neler...

-Peki nasıl oluyor da...

-Şöyle oluyor...

 *

Mahallemizde -ben çocukken tabî- Adamyer Kâmil derler emin sakin, esen tükel bir adam yaşardı. Kahve masası cazgırı Vefalı Vefa Efendi onun için şu mâniyi tekerlemişti:

 Etten kemikten mâmul

Her tırışkaya âmil

Ağyârına da şâmil

İşte Adamyer Kâmil

Babadan yetimdi ama başında anası vardı. Nedense onu -çok sonraları tabî- Yunan mitolojisindeki kendi kuyruğunu ısıran ejdere benzetirdim. Adamyer, paçamda bir şey mi var gibisi ikide bir ardına göz atarak yürürdü. Isıran bir gülümsemesi vardı. Yaklaşık tahmin ile kırklı yaş sürdüğü söylenebilirdi. Vaktiyle evlenip barklanmıştı. Şimdilerde kadın üç çocuğuyla baba yanında kalıyordu. Büyüğün liseye gittiği, küçük olan ikizlerin beş yaşına bastığı biliniyordu. Onunki geç bir evlilikti. Liseli, kadının ilk kocadan olma saz benizli mısır püskülü saçlı genç irisi etine dolgun adı da Suzan birisiydi. Kız feleğin çemberi falan demeyip geçmiş, kendine aynı sınıftan ama ayrı mahalleden Gamze adlı bir ayaktaş edinmiş ve yaşını başını almış bir dişçiye musallat olmuştu. Diş çekmeydi, dolguydu, bi daha gel falan derken orayı yol edinmişti. Âhir ömründe iki azgın tazeyi elinde buluveren adam, ardında gavur köyü yok ya kâm alalım naneli soluk koklayalım irilik dirilik görelim emelim gömelim biraz da biz ölelim anasını satîm yollu fikrini şaşıp şeytanın ters pabucuna uymuştu. İki ergen kısrak dört yanınca dönüp herifi evinden koparmış kendi de ipten kazıktan kurtulmuşa dönmüştü. Anne bağrına taş basıp âh etti Adamyer’e bir şeycikler duyurtmadı. İkinci bir cinayet daha işleyip mapuslarda çürüsün istemedi. Biriken meseleleri topladı kapıyı çarpıp baba evine gitti. İkizler anneden ayrılmayacak kadar küçüktü. Adamyer kendine kahretti anacağına sarıldı “Çamaşır bulaşık yine sana kaldı yürümüyor işte gene dikiş tutturamadım kabahat bende biliyôm söyle ana yoksa dünyanın işi mi böyle hadi ben kahveye çıkıyôm geç dönerim yok yemîcem tokum” dedi. İlk cinayeti gereksiz yere karıştığı bir sokak kavgasındaydı ve hapçılardan tekinin elindeki bıçağı kapıp rastgele saplamakla sonuçlanmıştı. Dört yıl kadar yatıp çıktı, afla tabî. Yeri geldikte atıp tutar masa veya dükkan önü arkadaşları da hadi yeme bizi gene der, o da bu da laf mı yâni ben adamı harbiden yerim diye karşılık verirdi. Onca sopa ve turşu yemişliği unutulup gel zaman git zaman adı adamyere çıktı. Öyle denmesini sevdi. Askerlik dönüşü yirmili yaşlarda edindiği takma adından memnundu. Duyan, onu bir tür kabadayı falan sanıyordu. Gittikçe ısındı ve enikonu -ama sıradan- kabalaştı. Kaş göz yarmalar kafa kol kırmalar kalp üzmeler yalan düzmeler küfür dizmeler bot görünümlü çizmeler... (Doğan görünümlü şahinlerin piyasaya avdet ettiği korkulu yıllardı). Bu yüzden evliliği gecikti. Kimse geleceği bugünü karışık bir herife kız vermek istemiyordu. Aksine aksi kendine gönül veren de çıkmadı. Eh zorla da güzellik olmuyordu. Bir ara bir düşmüş karıya takılır gibi oldu, yürümedi. Saymaya kalksa sırasını şaşıracağı türlü mesleğe başlayıp bitirmeden bıraktı. Yama çok büyüktü ve dikiş tutmuyordu. İki küçük kızkardeşini everip yeğenlerin dayı demeye başladığı günlerde bir pavyonda iş buldular. Adamyerlik değil parayerlik geçerli o mekanda da tutunamadı. En çok pezevenklere gıcık kapmıştı. Ardınca tek düzgün bildiği beceri olan şoförlükte karar kılacak ve bugünlere erecekti. Direksiyon başına geçtiğinin ertesi yıl Naciye’den söz edildi, üzümün çöpü armudun sapı demeyip sazanlama atladı. Kadın iyi aile kızıydı, namazında niyazında kıblebilir ama vaktiyle yanlış evlilik yapmış taze bir duldu. Elbette küçük sarı pürçekli kızına da babalık ederdi, daha insanlık ölmemişti. Evle birlikte işleri de yolunda gitmeye başladı. Yılı dolmadan dolmuşçu ortağı yapıldı. Gene o yıl bitmeden ebeler Naciye Hanım’ın kucağına kundaklanmış iki bebek uzatıverdi. Dünya tatlısı ikizlerin üçe bastığı günlerde Adamyer’in mayası hükmünü icra etmek üzre kabarmaya yüztuttu. Dışarıda yapıp ettiği yetmezmiş gibi evde de çilingir kurmaya yeltendi. Araya anası yanında hatırlı komşular girdi. Tatlı dille başlayıp ne halin varsa göresin şeytan azapta gerek bizden bu kadar diye söz bitirdiler. Üç güne kalmadan tövbekâr oldu. Bu arada sarı kız iyice serpilmiş, yol arşınlayan delikanlı sayısındaki artış göze batmaya başlamıştı. Adamyer’in ufak bir el temasıyla derhal toparlanıp yalnız sokak değil mahalleden dahi el etek çekildi. Naciye, artık olmaz iş işleyip türlü dümen çeviren sarı kızla ilgili bir karar vermesi gerektiğini biliyordu. Günlerce düşündü ve ıslah-ı nefs eylemiş kocasını korumayı seçti. İçine attı yutkundu kan kustu yüreğine ineyazdı... Adamının yaklaşan ikinci cinayetini önleyebilirdi. Bir gün düz lise ikiye giden ve adı suzan olduğu halde suzi dedirten birinci kocadan olma kendinden doğma kızını karşısına aldı, yirmi dakika dolmadan konuşma sona erdi. Saz benizli tavlı kısrak titremekten ağlamayı unutup buz kesen sırtında beliren müphem seğirmeler eşliğinde öyleyse hemen kaçalım diyebildi. Dişçiden sonra sıranın kendisine geleceğini anlaması için zeki olmasına gerek yoktu. Ve ikisi de Adamyer’i gerçekten sevdiğini o gün anladı. Onu korumak için evi terk ettiler. Adamyer karısını öyle seviyordu ki o gece fısıltıyla bile olsa gitme diyemedi. Soluna dönüp uyur gibi yaptı. Çok istemesine rağmen ancak beşinci gece ağlayabildi, yalnızdı.

 *

Bir gün...

Her mahallede görülen bilinen bir gün.

Yarı bıçkın, biraz kabadayı, hayatta dikiş tutturamamış, bir yönüyle saf kalpli, dolmuş şoförü, Naciye’nin ikinci kocası, ikizlerin babası, sarı kızın babalığı, cumalara gider, ramazan orucu tutar, ilkmektep mezunu, dericeketli, hafif göbekli, iki dul bir arada dede mirası evde anasıyla oturur, yeniden evlenme düşünmez, içkiye tövbeli, cigaraya alışkın, gülümseme öğrenmiş, emekliliğine iki yıl var bir adam iken... Sıkıştıran bir ağrı yüzünden ilk önce benzi attı, ağzı kurudu, yavaşça kalktı, pek iyi değilim dedi, masadakiler önemsemedi, eve gitti, anası başına ıslak bez tuttu, uzandığı koltukta bir ara kasılır gibi oldu, inledi, evi ikizlerin üzerine yaptır sana da Naciye baksın dedi, son bir yutkundu soluğunu veremeden öldü.

 Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

Online dergiler Online dergiler