DEMOKRATLIĞIM VE DİNİM ÜZERİNE

Din bir vicdan isidir.” sözü ancak dinler için mevzu olabilir.

Ed-din, yani Allah katında tek din İslam, için bu söz ahmakça. Entelektüel tükürükler saçarak, bu cümlede inat edenlerin ve bu cümleyi ed-dine genişletmek isteyenlerin, İslamiyet hakkında entelektüel kıtlıkları açık.

Bu din hayata hayat olan bir din…

Şimdi bu minvalde Türkiye’de ve kendine Türkiye’yi ideal edinen ülkeciklerde yaşanan tartışmalar, gerilimler yapay ve kısır. Yani birileri bu elektriklenmeyi ısmarlamakta, bu oyunu oynamakta ısrar göstermekte.

Ed-dinin getirdiği hükümler yapıcı; yani zor olan. Kendini seküler iddia edenlerin, düşündükleri zaman varabilecekleri son nokta Nietzsche.

Ama Nietzsche kadar düşünmeleri imkan harici. Çünkü getirdikleri ya da son buldukları ahlak sistemi, hayat tarzı yıkıcı.

Yıkıcı olmak zorunda. Ve bu yıkıcılık, insanı, insani değerlerden uzaklaştırıcı. Özgürlük dedikleri, ”hayvan hürriyeti” insan için cehennem kuyusu. Günahı açıklayan dinin, günah ilan edilenin edilmesindeki hikmetlerini anlamak gerek.

Şimdi bırakın yapıcı olmayı tercih edenler, imanları nispetinde yutkuna yutkuna yapmaya devam etsinler. Tersine gidenler zaten yıkım yönünü tercih etmekle, kolay bir yörüngedeler.

Bu işi gerilime taşımamak lazım. Eğer bir gün 70 milyonluk vatan coğrafyamda Nihilist fikirlerin ezanı okunacak, namazı kılınacaksa ben bu konuda açığım. Lakin dinimin bana emrettiği ölçüler ışığında benim de bu ahvale bir cevabim olacak, olmalıdır. Ateşler içindeki İbrahim Peygambere minicik gagasıyla su taşıyan serçe kadar da olsa yapabileceğim, bir tavrım olacaktır inşallah.

 “Yeryüzüne salih kullarım hakim olacak.” diyor.

İman etmişim. Salih yani, selah bulmuş, sulhta olan, kendiyle barışık desem de; ayıp olmasa Türkçe’ye karşı… Bu noktada benim gönlüm ferah. Salih olmaya çalışanlardanım. Birilerinin yıktıkları, yaktıkları o kadar yakmıyor. Peygamber dedesinin Mekke’yi yakıp yıkmaya gelen Ebrehe’ye verdiği cevap benimkisi. “Sahibi ne yapacağını bilir” demekteyim. Ben kendi develerime bakarım.

Geçenlerde sığ bir yazı düştü elime. Dindar insanların dinlerini anlatmak için  döktüğü çabaları anlayamıyormuş filozofum. Onun penceresinden bakınca mantıklı geldi. Ama dindar olmayanlar da bu işi zaten yapmakta. Problem senin yıkıma alışmış gözlerinin, onların sessiz yıkımlarını, dinlerini yayışlarını fark edemeyişi. Şeytan bu noktada oyunu bitirmiş değil. Yarış, rekabet olanca hırsıyla devam etmekte.

Hollywood’dan bir gençlik filmi ısmarlar falan TV mesela… 15 yaşında iki yeni yetme anne babalarının gözetiminde izler, sonra çocukları olur, sonra o çocuk boğulup çöpe atılır. Ve akabinde ayni tevenin mankenden dönme spikeri üzülmüş bir eda takınarak, “Caniliğin bu kadarı!” diye flaş haberi sunar. Hakikaten kötü bir örnek oldu; ama süreci düzgün takip etmek gerek.

Yılanın kuyruğunu mutad aralıklarla kesip durmak aptalca bir çözüm. Yılanın seni sokmaya dair ihtiraslarını azdırır. Falan tevenin yayın yönetmenine, sahibisine giden adalet benim istediğim.

Demokrasi anlayışım, Sokrates’in “Dokuz aptalın bir dahiyi yönetmesi, ya da %47 sürünün %53 zeka küpüne hükmetmesidir.” diye özetlenebilecek faşist yaklaşımı kabul etmiyor.

Çünkü Sokrates da ondan iyisinin bulunamayacağının farkındaydı. Kaldı ki, dokuz aptal arasından dahiyi, salih kulu, akıllıyı kim seçecek?

 Kimin bu noktada ilan edeceği parametreler önemli. Falan filan sınavından su kadar puan alıp, şu üniversitede okumak, sonra yükseğini doktorasını yapmak ayırt edici midir?

Ya da mesela, karınızın seçkin davetlilerin bulunduğu bir davette şişko patronunuzla dans etmesi?

Eşekler için basılan bir gazetede köşe sahibi olmak ya da üç beş hafta boyunca, yakın bir zamanda geri döndürülerek tuvalet kağıdı olacak bilmem ne bestseller kitabının yazarı olmak fark sebebi midir?

Kesinlikle hayır.

Ahir zamanlarda aşağılanası bir meslek olan çobanların salihleriyle, metres koynundaki bakanları, ihanetteki paşaları, hacıları hocaları  mukayese etmek; ayni cümle içine koymak dahi istemem. Titretir böyle bir denklikten, yaklaştırmadan söz etmenin bile yalan ateşi.

Zira kendilerinden bahsetmeyi dahi kendime gurur saydığım, o benim efendim de bir vakit çoban idi… 

 Ali Kılıç


     Ali Kılıç'ın Eski Yazıları

Bölgedeki ekonomik ve sosyal yetersizlikler bahanesiyle 60’lı yıllarda da bireysel olarak başlayan terör faaliyetleri dışarıdan sağlanan büyük desteklerle günümüze kadar inişli çıkışlı bir biçimde süregelmiştir. 27 Ekim 1978'de Diyarbakır'ın Lice ilçesi Fis köyünde yapılan bir toplantıyla “Kuruluş Bildirisi’ni” düzenler ve bu günden sonra Kürdistan İşçi Partisi (PKK) olarak varlığını sürdürür. Ekonomik ve sosyal sorunlar bahanesini kullanan örgüt bölgede refahı sağlamak, sorunları çözmek bir yana olan ekonomik ve sosyal düzeyi de alt üst etmiştir. Devlete düşman bir toplum oluşturma amacında büyük yol kat etmiş Türkiye’nin bölünmesini de isteyen bölgede emelleri olan çok sayıda devletin de ekmeğine yağ sürmüştür.

Bölgede sorunlar olduğu gerçektir ama bunun çözümü bu değildir, emperyalizmin ve siyonizmin oyununa gelinmiş ve kardeş kavgası başlamıştır. Bölgede ki sorunlar bölgesel olarak kalmamış ülkenin tümüne yayılmıştır. Bu sorunlar da bize en az darbeler kadar zarar vermiş ve yıllarca geriye götürmüştür yani yerimizde saymamıza neden olmuştur. İşin maddi boyutunu bir kenara bırakırsak, paradan kaybetmekten çok daha vahim olan manevi buhranlara sokulmuşuz. Toplumda uygulanmaya başlanan kusursuz bir ayrıştırma planı imiş gibi olayların doğal sorunu olarak toplumda hızlı ve net bir ayrışma meydana gelmiştir. Ekonomik faaliyetlerin sekteye uğramasının yanında işin sosyal boyutu daha vahimdir. Bölge sosyal faaliyetler konusunda neredeyse sıfıra inmiştir. Terör örgütünün verdiği güvensizlik halka yansımış ve devlet görevlileri düşman bellenmiştir. Devlete destek olanlarda herhalde ibret amacıyla acımasızca cezalandırılmış. Ekonominin bozulması yasa dışı yollara zorunlu olarak imkan sağlamış. Bu da ekonomik ve sosyal bozukluklara bunlardan da kötü olan ahlaki bozukluğu eklemiştir. Yasa dışı yollardan sağladıkları maddiyatla bölgede her geçe gün güçlenen örgüt neredeyse tamamen bölge de kabul görmüştür. Ekonomi sağladıkları yasadışı yolların büyük kısmı devlet tarafından kesilmiştir. Faaliyetlere devam etmek için maddi desteğe ihtiyaç duyan örgüt bölge halkından paralar toplamaya başlamıştır. Bunlar için de yüksek yardımlarda bulunun iş adamları da vardır. Bunlar ışığında 4 Kasım 1993'te dönemin Başbakanı Tansu Çiller İstanbul'da Holiday Inn Oteli'nde ellerinde PKK'ya haraç veren işadamlarının ve sanatçıların listesi olduğunu açıkladı ve "onlardan hesap soracağız" dedi. Behçet Cantürk, Yusuf Ekinci, Fevzi Aslan, Şahin Aslan, Namık Erdoğan, Savaş Buldan, Hacı Karay, Adnan Yıldırım gibi bölgenin tanınmış isimleri belli aralıklarla ölü olarak ülkenin çeşitli yerlerinde bulundu. Ve ülke tarihinde fail-i meçhul olarak yerlerini aldılar. Tabiî ki temennimiz bu ölümlere sebebiyet verenlerin bulunması ve cezalandırılmasıdır. Olayın bir de diğer boyutu vardır. PKK, son 15 yılda büyük kısmı 'güvenlik güçlerine saldırı', 'silahlı çatışma', 'patlayıcı madde kullanma' ve 'meskene ve araçlara silahlı saldırı' olmak üzere toplam 19 bin 470 eylem gerçekleştirdi. Genelkurmay kayıtlarına göre, terörle mücadelede 4 bin 219 asker, bin 387 polis ve geçici köy korucusu şehit olurken, 5 bin 316 sivil hayatını kaybetti. Ve bunlara ek olarak da binlerce yaralı…

Senelerdir aydınların dillerinden düşürmedikleri söylem:”Fail-i meçhuller aydınlatılsın.” Tabii ki aydınlatılmalı. Bunları söylerken unuttukları bir nokta var. Bölgenin huzuru için orada bulunan gerektiğinde ölen güvenlik güçleri, perperişan olmuş bölge halkı, sosyal görevliler… Peki bunların ölümü fail-i meçhul değil mi? Asıl bu ölümlerin failleri bulunmalı, hem de hiç suçu olmayan insanların terör örgütüne yardım yaptığı gerekçesiyle ölen insanların değil. En baş fail belli. Diğerleri de onun yanına alınmasın. Ağızlar da genel af lafı dolaşmasın. Askerler nasıl yargılanıyorsa onlarda yargılansın ama ellerini kollarını sallaya sallaya, gövde gösterisi yaparak ülkeye girmesinler. Ülkenin geleceğine kurşun sıkanlar istedikleri yaşayamasın en azından. O kadar çok insan öldürdüler ki bir kere ölmeyi bile hak etmiyorlar.

Örgüt kamplarına BBG evi diyen komutanlar ülkeyi felç eden bu dertten kurtarın da millet bir rahat etsin. Meseleyi oy potansiyeli olarak gören siyasilere de fırsat vermeyin bir zahmet…                                                                                                                                      

“Tüm renkler hızla kirleniyordu önceliği beyaza verdiler.” Diyordu Özdemir Asaf kendine özgü üslubuyla ve okuyucuya,  açılınca sanki cenneti kapısı açılmışçasına bir his veren kapalı anlatımıyla.

Şimdi nisan ayındayız, uzun zamandan sonra tekrar hatırladım Özdemir Asaf’ı ve onun en çok sevdiğim dizesini. Ama bu sefer daha farklı bir şekilde hatırlıyorum: Aylar hızla kirleniyordu önceliği mayıs ve hazirana verdiler. Nasıl renklerden öncelikle beyazı seçmişseler, aylardan da mayıs ve Haziranı seçmişlerdi.

Bu ayların her birimiz için bir ağırlığı var.(ÖSS, Ales…)Sanki hayatımızın tüm ağırlığı bu iki aya yüklenilmiş.

Ama bu aylarda, diğer ağaçlardan farklı olduğunu inatla göstermek ister gibi mor yapraklarıyla gözüküyor erguvan ağaçları her bir yanda ve doğanın sarsılmaz düzeni tüm harikalarıyla kendini gösteriyor. Hayat yüklediği sorumluluklarla bizi olduğumuz yere sabitlerken, en hünerli halini sergiliyor dışarıda. Biz fedakârlık yaptığımızı zannediyoruz bu güzelliklerden kendimizi mahrum bırakarak ama gerçekte hayat bizle alay ediyor. Çünkü hayat hiçbir fedakârlığımızın karşılığını vermiyor. Biz ne zaman fedakârlıklar yapmış hayat işçileri olarak, hak ettiğimizi düşündüğümüz mutluluğu hayattan almaya gittiğimizde pişkince “Yok” diyor; beklide yoktur ama hayat bize en büyük kötülüğü yeni, yeni ümitler verip başından sağmakla yapıyor. Ve biz o ümitler yüzünden hiçbir zaman elde edemeyeceğimiz mutluluğun peşinden gidiyoruz. O ümitler yüzünden tekrardan fedakârlık yapmaya başlıyoruz. Aldanıyoruz ama en çok da kendimizi aldatıyoruz; çünkü bu ümitlerin bizi oyaladığı gerçeğini kabullenmek zor geliyor bizlere.

Tabi bu sırada Erguvan çiçekleri soluyor. Başka, başka çiçekler açıyor ama onlarda soluyor. Biz bu sıra ümitlerimizin peşinden koşuyoruz; bu yüzden, şehre keman üzerine yazılmış en zor, beklide en güzel konçerto olarak bilenen Çaykovski’nin keman konçertosunu çalmak için bir orkestra geldiğinde dahi, ”Şimdi olmaz” deyip ümitlerimiz için kendimizi hayatın en güzel ve en mahrem yanından mahrum bırakabiliyoruz.  Nihayetinde, ümitlerimiz ya her zaman ümit olarak kalıyor ya da unutuluyor; hayat işçileri mevsimlerden en güzelinde doğanın en güzel yanlarını göremeden ve en güzel, en mahrem zevkleri tatmadan yaşlanıyor. Sonra fedakârlık edecek bir şeyleri kalmıyor. Hayat da artık onlardan vazgeçip, daha başkalarıyla alay etmeye devam ediyor. Bizim gibi, senin gibi…

HAYAT ARKADAŞI

Hayat:

İnsana verilen en değerli ikram değil mi?

Daha önemli şey var mı?

Hayatımızdan.

Canımızdan..

Ruhumuzdan…

Bizden….

Kendimizden!

Kendimizi kandırmamalıyız!

Çocuklarımız..

“Canımızdan daha kıymetlidir” deriz ancak:

Canımızdan kıymetli çocuklarımız için can ver-meye sıra gelince; iş ciddiye binince, durum değişir!

***

Sadece ve sadece:

Bir tek;

Anneler çocukları için can verirler!

Tavuk:

Yavrularına saldıran köpeğe tereddüt etmeden hücum eder!

Köpek, tavuğun başını koparsa bile, bu; tavuğun umurunda olmaz.

Bir de;

En gerçek arkadaşlar vardır:

Bunlar:

Ne ilkokul..

Ve ne de:

Üniversite arkadaşlarımıza, hiç mi hiç benzemezler.

“Hayat arkadaşım” deriz onlara!

Ve:

Onlar için de seve seve can veririz!

Çünkü;

Hayat:

Onlar olmadan hiçbir anlam ifade etmez.

***

Şu sıralar:

Aile dağılmıyor..

Bütün dek ve dolaplara rağmen toplumuzdaki aile bağları kopmuyor ise eğer….

Birbirini gerçekten:

Az da kalmış olsalar da; “Hayat arkadaşı” olarak seçen..

Ve seven:

Bunu;

Aile bağlarının önemini bilerek…

Ailenin hakkını veren az sayıda kalmış olsalar bile böylesi insanlarımıza borçluyuz!

Allah:

Bu, samimi;

“Hayat arkadaşlarının” sayısını çoğaltsın ve bereketlendirsin…

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

 

Güncel olaylara karşı her zaman için bir takıntım ve önyargım vardır. Güncel olandan kastım; yeni çıkan, eskinden olmayan yani, “moda” kelimesinin içeriğini dolduran kavramlar gibi. Bu takıntımı kendimi aşağı düşürücü bir olay veya bir kompleks olarak da görmüyorum.  Bunu bir örnek ile desteklemek gerekirse, geçen sene çıkmış olan gazete hakkındaki ilk düşüncelerimi verebilirim.

Gazete diğerlerinden farklıydı: Boyutu farklı, sayfa yapısı ve baskı kalitesi. Bu” farklılıklardan” ötürü bir takım ilgi duyulması bende rahatsızlık hâsıl etti ve hala bugüne kadarda almışlığım yok.

Gazeteye karşı olduğumdan değil; ama sadece bir kaç farklılığı var diye o güne kadar sanki memlekette hiç gazete yokmuşçasına ona saldırılmasına ve düne kadar hiç gazete okumuşluğu olmayan insanların  “ gazete ahanda böyle olur!” deyişleri canımı sıkmış ve güncel karşıtlığımı arttırmıştır. Neyse bu sadece kendimin basit bir serzenişidir. Asıl anlatmak istediğime gelelim, yani “moda” ya.

Modadan hiç haz etmem.

Başkalarının ortaya koymuş olduğu şeylere kendimi adapte ederek yaşamak, hayatımı başkalarının çizmiş olduğu sınırlar içersinde belirlemek, bana her zaman için ters gelmiştir.

Sagopa Kajmer’in de dediği gibi “Ben en doğruya en yanlışlardan geçerek ulaştım.”  diyor ve insanın kendi doğrularını ve yanlışlarını kendi bulması gerektiği kanısını taşıyorum. İşte bu kanıdır ki benim bu moda konusunda aşağılık kompleksine kapılmama engel olan.

Konu biraz kapalı oldu, bunun farkındayım. Bu yüzden bugünün güncelini, daha doğru ifadeyle “moda”sını birkaç başlık altında; aklımdan geçenleri dilimin döndüğünce açıklamaya çalışmak istiyorum.

Dil Modası:

Dil, Bir memleket veya bir millet hakkında çok önemli sırlar verir, dışarıdan o millete bakanlar için. En önemli sırrı da o milletin bağımsızlığı hakkında vermiş olduğu sırdır bence.

 Bağımsızlıkla olan alakasına örnek olarak; Hindistan’ın resmi dilinin Hintçenin yanında İngilizce olması,  Orta Asya’da Rusçanın anadil gibi bilinmesi(şu günlerde Kırgızistan’da bir devrim oldu. Muhalefet ihtilal yaptı. Arkasında kim var dersiniz?) Afrika’da resmi dili Fransızca olan ülkelerin olması ve çok yaygın bir şekilde Fransızca konuşulması gibi…

Bu örneklerden herhalde dilin bir milletin bağımsızlığı konusunda bize bilgi verdiği anlaşılmıştır. Yani dil çok anlam ifade eder ve dikkat edilmesi gereken nokta bu ülkelerin bağımsızlıklarını yitirmiş oldukları için (bu bugün bağımsız olmadıklarını göstermez; ama bir zamanlar yitirildiğini gösterir.) dillerinin değiştiği noktasıdır.

Dil defalarca dile getirilmesi gerektiği gibi çok önemlidir.

Peki “moda” ile ne alakası var?

Alakasını içimize;  yani kendi ülkemize dönerek anlatmaya çalışayım:

“Türkçe giderse Türkiye de gider.” diye bir şeyler duymuştum. Bu sava tamamen katılmakla birlikte, bu savı değiştirip şöyle söylemek istiyorum:

” Türkiye gitmişse, Türkçe zaten gitmiştir.”

Yani az önce bağımsızlık hakkında dikkat edilmesi gereken “nokta”dan bahsettiğim gibi, Türkçenin gitmiş olması meselesi bir “sonuç”; başka bir ifadeyle de bir gösterge meselesidir.

Bu konunun daha iyi anlaşılması için örneklerle açıklamaya çalışayım. Geçen sene Türkçe dersinde yaşadığım bir anımı anlatmak istiyorum. ( “Sen mühendislik okumuyor muydun?” diye soran arkadaşlar için söyleyeyim:  Birinci sınıfta bizde de Türkçe dersi vardı)

 Türkçe dersimize giren hocamız, derse bir gazeteden almış olduğu haberi getirmişti. Haberin içeriği ise, Türk alfabesine “q,x,w” harflerinin eklenmesiyle ilgili bir yasa tasarısının olduğu yönünde bir haberdi ve yalan bir haberdi.( Yalan diyorum; çünkü yaklaşık bir sene sonra Kürt açılımı mevzubahis olduğunda, bunu karalamak isteyenler, her zaman yaptıkları gibi, çamur at izi kalsın mantığıyla bu haberleri yapmaya devam ettiler ve en sonunda İçişleri Bakanı ve Açılımdan Sorumlu Devlet Bakanı olarak Beşir Atalay böyle bir olayın mevzubahis olmadığını yönünde açıklama yaptı.) 

Yalan olup olmaması önemli değildi. Önemli olan hocamızın serzenişiydi ve şöyle söyledi haklı olarak, ”Eğer böyle bir şey olursa bana ne ihtiyaç kalır ki? Ben daha ne anlatacağım?”

Hocamız bunu söylerken şunu kastetmişti: Türkçeye bu harflerin eklenmesi; Türkçede ne bir kural , ne bir uyum, ne de başka bir şey bırakır . Kurallar kalmayınca da anlatılacak bir şey kalmadığı için bana ne ihtiyaç kalır manasıydı.

Yüzde yüz haklıydı.

Asırlık bir dil olan Türkçeye;  herhangi bir ses uyumu gözetmeden, dilin yapısı incelenmeden, sırf siyasi rant uğruna (gazetedeki habere göre) bunu yapmak Türkçeyi katletmekten başka bir anlam ifade etmez.

-eeee modaya gelsek!

Geldim ishte. “Moda Türkçesi’’ nden kastım da tam olarak buydu işte. “qeldim, eywallah, ßey@zıd…” gibi bir ton zavallı zırvası saçmalık.

Tanıdık gelmiştir büyük ihtimalle. (Böyle şeylere aşina olmamak tek temennim; ama gerçekler bu yönde değil maalesef)

Peki, soru 1: Türkçenin katili bu harfler dilimize nasıl oldu da girdi?

Soru 2:Bunlar kimin çıkarmış olduğu “moda”lar ve biz neden 2009 ilkbahar-yaz sezonu kreasyonu olan bu harfleri kullanıyoruz?

Soru 3: Hiç düşündünüz mü?

Aman ne olacak canım; ha “ß” demiş ha “B” demiş. Ha “g” demiş ha “q”, ha “w” demiş ha”v”… der misiniz? 

Şahsen ben demem. Onun yerine şöyle derim: Hatırlarsanız “Türkiye gitmişse, Türkçe zaten gitmiştir.” manasına getirmiştik bir cümleyi. Bunu yapmamızdaki sebep, Türkçenin gitmiş olması, bağımsızlık olgusunun yitirilmesine dayandırdığım bir sonuçtu ve bir göstergeydi. İşte ben de ona geliyorum.

Türkçeyi böyle pervasızca kullanan adam zaten marjinalleşmiş ve kültürel olarak deforme olmuş bir insan siluetinden ibarettir ve bu adamın Türkçesi en fazla 600-700 kelimeden oluşur. Böyle olunca siz bu adamdan ne gibi bir fayda bekleyebilirsiniz ki, bu kadar önemli konuda bu kadar zavallıyken?

“Faydası yok... Peki ya zararı var mı?”

Bu tür zavallıların zararı da her türlü galeyana getirilebilir bir kitle olması zorunluluğudur.  Yani; düşünme yeteneği olmayan, çok kolay kandırılabilen, düşüncenin değil, sloganların peşinde koşma zavallılığına eren bir tür olmasıdır! Yani “g” ile “q” arasındaki fark böyle bir göstergeymiş, sonuçmuş.

Peki bu sonuç neye sebep olur?

Düşünme yeteneğini yitirmiş bu halk kitlelerinin, memleketi yönetmeye çalışan her türlü zararlı mihraklar için bir propaganda uğruna kullanılmasına sebep olur. Devleti zafiyete düşürme, milleti maddi manevi zarara uğratma amacı güden bu mihrakların; propaganda malzemesi olması yolunda kullanılmasına sebep olur. Bkz: Maraş katliamı, Madımak oteli, 28 Şubat süreci, genel olarak darbe öncesi dönemler, sağ-sol olayları. 6-7 Eylül olayları…

Yukarıda saydıklarım q harfini kullanmıyordu belki; ama o zamanların modası başkaydı ve yine aynı şeye hizmet ediyorlardı: yani sloganlara… Ayrıca bu olayları sadece Türkçenin katledilmesine bağlamak elbette çok saçma olur; ama toplumun değer yargılarına sahip çıkılmadığı takdirde bu “sürü psikolojisi “memlekete çok büyük zararlar vermektedir. Yukarda saydıklarımın hepsi bazı mihrakların propagandası değil miydi yoksa?..

Bir sonraki sayıda bu “moda” bahsine tarih penceresinden değinmeye çalışacağım. Aklımdan geçenleri dilimin döndüğünce anlatmaya çalışarak…

Saygılarımla…

 [Yardımlarından ötürü Gizem Acar’a sonsuz teşekkürler…]

Not:”Zavallı” dediğim için özür dilemiyorum. Bu durumda olan arkadaşların yazının sonuna kadar okuma becerisinin bulunmadığını düşünerek, editör kardeşimizden bu notu büyük puntolarla yazarak dikkat çekmesini rica ediyorum. KİTAP OKUYUN! Nacizane kitap da önereyim:

Kemal Tahir / Esir Şehrin insanları.

Eylemsizlik kuralının insan psikolojisine etkisinden bahsedeceğim. Maddenin içinde bulunduğu hareketi veya hareketsizliği devam ettirme isteği diye tanımlamıştık eylemsizliği. Otobüs ani fren yaptığında insanların öne doğru savrulması, eylemsizliğe verilen en bilinen örnektir ya, aslında ayrılıklar da böyledir. Her ayrılık, içinde bulunduğumuz durumun mecburi değişimine karşı direnmeye kalktığımızdan ağır gelir. Bir de sahiplenme duygumuzdan…

Online dergiler Online dergiler