2+2=5: BİR GEORGE ORWELL BAŞYAPITI

  

Yıllarca süren savaşlar sonunda dünya üç büyük devletin egemenliğine kalmıştır: Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya. Kitabın ilerleyen sayfalarında öğreniriz ki, aslında bu üç devletin de birbirinden farkı yoktur. Ancak kitap Okyanusya tarafını anlattığı için, diğer iki devletin durumunun çok kötü olduğu ve Okyanusya’nın pek yakında dünyanın tek hâkimi olacağı düşüncesi bize sık sık empoze edilir.

Okyanusya’da (Doğu Asya ve Avrasya gibi) komünizm hüküm sürmektedir. Parti, güçlü ve bilge bir lider tarafından yönetilmektedir: Big Brother. Büyük Birader her şeyi bilir ve görür. Her yerde onun kocaman posterleri asılıdır ve o posterleri delip geçen bakışlarıyla adeta beyninize hükmetmektedir. Posterlerin üstünde aynen şöyle yazmaktadır: Big Brother is watching you!

Her yerde; işyerlerinde, evlerde, hatta tuvaletlerde tele-ekranlar vardır ve insanların yaptığı her hareket parti üyeleri tarafından denetlenmektedir. Parti sahiplenici ve kucak açıcıdır; aslında hükmedici ve beyin yıkayıcı olsa da!

Parti bu sayede her şeyi denetleyebilmektedir, bir tek şey dışında: düşünmek. İşte bu yüzden, en büyük suç düşünmektir! Cezası ise ölümden bile daha beterdir.

Parti, insanların düşünmesini engellemenin bir yolunu bulmuştur: "yenikonuş". Yenikonuş'un tek amacı, kullanılmakta olan sözcükleri her geçen gün biraz daha azaltarak, insanların kendilerini ifade edebilmelerini olanaksız kılmaktır. 1984'te henüz Yenikonuş tek iletim aracı değildi; İngilizce ile birlikte kullanılmaktaydı. Parti, Yenikonuş'un 2050'ye dek İngilizcenin tamamen yerini almasını planlıyordu. Yenikonuş benimsendiği ve İngilizce tamamen unutulduğu zaman, kabul gören öğretilere karşıt düşüncenin üzerinde düşünülmesi olanaksız hale gelecekti. Yani, Yenikonuş'un sözcük dağarcığı, bir parti üyesinin açıklamak istediği tüm kavramları doğru ve ustaca kullanabilmesine izin verirken; bunun dışındaki tüm kavramları ve onlara ulaşabilmenin dolambaçlı yöntemleriniortadan kaldırmaktaydı. Bu, kısmen yeni sözcüklerin kurulmasıyla; ama daha çok istenmeyen sözcüklerin dışlanmasıyla ilgiliydi.

Yenikonuş'un en tehlikeli özelliği, "çift düşün" idi. Çiftdüşün sayesinde insanlar, önce kendi kendilerini kandırıyorlar; daha sonra da kendilerini kandırdıklarını unutup, yaşamaya devam ediyorlardı. 

1984'te Okyanusya, Doğu Asya ile müttefikti ve Avrasya ile savaş halindeydi. Ancak üç devlet de o kadar güçlüydü ki, ikisi birleştiğinde bile diğerine üstünlük sağlayamıyordu. Kitabın ilerleyen sayfalarında, değişen şartlar gereği Okyanusya, doğu Asya’ya savaş açar ve Avrasya ile müttefik olur. Bir süre sonra dengeler yeniden değişir ve bu bir kısır döngü içinde dolanıp durur. Ancak; parti'nin hata yapmış olması gerçekten mümkün müdür? Yani, Okyanusya bir zamanlar Avrasya ile savaşıyordu... Buradan tek bir sonuç çıkarılabilir: Avrasya kötüdür. Parti ise asla kötülerle ortaklık yapmaz. Bu yüzden tarih değiştirilmek zorundadır. Bütün gazeteler, dergiler, kayıtlı belgeler değiştirilir ve şu konuma gelinir: Okyanusya tarihin başından beri Doğu Asya ile savaşmaktaydı ve Avrasya ile müttefikti. Kayıtları değiştiren kişiler, çift düşün yardımıyla kayıtları değiştirdiklerini unuturlar. Doğu Asya 'artık' müttefik değildir: Doğu Asya zaten hep bizim düşmanımızdı!

İnsanlar ikiye ayrılmış durumdadır: İnsanlar ve Proleterler. İnsanlar, parti için çalışırlar. Her an parti için bir şeyler yapmak zorundadırlar. Partinin yasaklamaları ve dayatmaları aslında hep 'insanların iyiliği' içindir.

Proleterler ise, parti ile ilgileri olmayan fakir kesimdir. Parti’nin yasakları bunlar için geçerli değildir; onlar zaten önemsiz yaratıklardır, insan bile sayılmazlar. Onlar içki içip sarhoş olan, bütün gün kahvede iskambil oynayan ve en önemlisi parti'ye yarar sağlayamayan zavallılardır. Parti üyelerinin proleterlerle iletişim kurması yasaktır. Parti, kendisine bir tehdit unsuru olma ihtimali olan proleterleri yaptığı baskınlarla öldürür.

Kendisi de bir parti üyesi olan eserin anti-kahramanı Winston bir şeylerin ayırtına varmıştır. Her sabah 7'de kalkıp gece yarılarına kadar parti için çalışmak, bunun dışında başka hiçbir uğraşa sahip olmamak; hayatın anlamı gerçekten de bu mudur? Bundan gerçekten zevk mi almaktadır? Acaba gerçekten de uçak denen aleti parti mi bulmuştur? Acaba bir gün parti yazıyı da kendisinin bulduğunu iddia edecek midir? Kuşkusuz Winston bu düşüncelerini kimseyle paylaşmaz, çünkü kimsenin arkadaşı yoktur. Birine bunlardan bahsetmesi, partiye güvensizliğini belli etmesi olacaktır ki, bu da ölüm fermanını kendi eliyle imzalaması demektir. Ancak işin kötü tarafı, kendisi bile hiçbir şeyden emin olamamaktadır, çünkü partinin iddialarının tersini kanıtlayabilecek tek bir kanıt bile yoktur!

Winston herkesten ölesiye nefret etmektedir, ancak birileriyle partinin geleceği hakkında konuşurken, yüzüne o aptal, memnun koyun ifadesini yine de yerleştirmek zorundadır. Memnuniyetsizlik, parti için tehdittir ve gereken hemen yapılır.

 

     Winston'ın çalıştığı bakanlıkta özellikle dikkatini çeken biri vardır; bir kadın. Bu kadın tüm nefretinin sorumlusu gibidir âdeta. Hiç durmadan, saatlerce partinin yaptığı güzel işlerden, etrafa getirdiği iyiliklerden, hayatın ne kadar harika olduğundan bahsetmektedir. Winston bu kadının görevini veya kim olduğunu bilmemektedir, ancak eğer bir fırsatını bulabilse, onu öldürmekten memnunluk duyacaktır.

Winston'ın çalıştığı yere arada bir uğrayan O'Brien adlı bir adam vardır. Winston, nedendir bilinmez, o adamın da kendisiyle aynı hisleri paylaştığını düşünmektedir. O da partinin aslında ne olduğunun farkındadır sanki bu yüzden bir fırsatını bulup kendisiyle aynı görüşleri paylaşıp paylaşmadığını öğrenmek istemektedir. Ancak bu pek mümkün değildir, her yerde tele-ekranlar vardır ve Winston'ın onunla iletişim kurma şansı neredeyse hiç yoktur. Ayrıca O'Brien partinin etkili kişilerinden biri olarak bilinmektedir; Winston ya yanılıyor idiyse, o zaman ne olacaktır?

Derken Winston bir gece rüyasında O'Brien'ı görür. Kendisi ona şöyle demektedir: "Karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız".

Winston artık emindir O'Brien'ın da kendi tarafında olduğundan, ancak yine de ona ulaşması pek kolay olmayacaktır.

George Orwell’ın kehanet sayılabilecek romanı. Dilin ve şartlandırmanın toplum üzerinde ne derece başarılı olabileceğini gösteren eserdir. 

Kitapla ilgili en sık rastlanan eleştiri kitabın Komünizm eleştirisi olduğu yönünde olsa da; kanımca Komünizm ve Faşizmin karşılaştırmalı eleştirisidir.

Kitabın kurgu dünyasında kullanılan üç slogan;

Özgürlük köleliktir.
Bilgisizlik kuvvettir.
Savaş barıştır.

Günümüzde ise bu distopya gerçekten ütopya mı sorusuyla beynimizi kurcalamaya devam eder…

SİZ HİÇ SEVDİĞİNİZ BİRİNİ KAYBETTİNİZ Mİ? :

A SINGLE MAN

Siz hiç sevdiğiniz birini kaybettiniz mi? Hiç sabahları uyandığınızda güne devam etmek için kendinizi zorladınız mı? Her sabah tekrardan nefes almanız gerektiğini kendinize hatırlattınız mı?

Şayet bunları yaşamadıysanız hem çok şanslı hem de çok şanssızsınız. Şanslısınız zira böylesine büyük bir acının ne olduğunu bilmiyorsunuz. Şanssızsınız zira o acıyı çektiren büyük sevgiyi de tatmamışsınız. Hayatın içinde birini sevmek oldukça zordur ama bundan daha zor olan sevdiğiniz kişiyi kaybetmektir.

Ünlü modacı Tom Ford’un Christopher Isherwood’un aynı isimli romanından sinemaya uyarladığı Tek Başına Bir Adam (A Single Man) 16 yıl boyunca birlikte olduğu partneri Jim’i trafik kazasında kaybeden İngilizce Profesörü George Falconer’in bir gününü anlatıyor.

8 ay önce sevdiği adamı  trafik kazasında kaybeden George o zamandan beri her sabah kendisini güne hazırlamak için biraz daha zorlanmaktadır. Ancak sabah hazırlıkları tamamlandığı zaman düzgün kıyafetleri, klas duruşuyla adeta yüzüne bir maske takmakta ve güne devam etmektedir.

George’un tek yakın arkadaşı bir zamanlar bir ilişki de yaşadığı Charlotte’dır. Charlotte kocasından boşanmış, alkole biraz düşkün ve yıllar önce George ile yaşadığı ilişkiyi unutamamış bir kadındır. George hayatını değiştirecek bir güne kendisini hazırlarken Charlotte da tekrar George ile birlikte olabileceğini düşünmektedir.

Isherwood’un sinemaya uyarlanması  hayli zor olan kitabını başarıyla senaryolaştıran ve yöneten Tom Ford işin altından kalkmış gibi gözüküyor. Madonna’nın verdiği bir partide tanıştığı Colin Firth ile de muhteşem bir iş birliği yapmış. Buna karşın yönetmenin aklındaki ilk isim olan Tom Hanks’in filmde oynasaydı nasıl bir performans sergileyeceği de insanın merakını cezp ediyor.

Firth çoğunlukla yüzüne yakın çekim yapılmasına karşın George karakterini o kadar iyi oynamış ki bu yakın çekimler sayesinde seyirci onun acısını hissediyor. Ayrıca hayatta birine bağlandığı kısa anlarda yüzüne renk gelmesi ve diğer sahnelerde renklerin matlaşması da hem filme hem de Firth’ün oyunculuğuna büyük bir artı sağlamış. Zaten Firth filmdeki başarısı hem kazandığı BAFTA ödülü hem de Oscar adaylığı ile herkese ilan etmişti.

George’un bir günün izlerken özellikle sabah yataktan kalkış sahnesinde söyledikleri akıllara Sevginin Bağladıkları (Sleepless in Seattle) filminde Tom Hanks’in canlandırdığı karakteri getiriyor. Hanks’in hayat verdiği Sam de karısının ölümünün ardından her gün hayata yeniden başlamak için kendisini nasıl zorladığını inanılmaz vurucu bir dilde anlatıyordu.

Sam ve George’a kader ortaklığı  yapan bir diğer film kahramanı ise Can Dostum (Good Will Hunting) filminde gösterdiği performans ile Oscar ödülü de kazanan Robin Williams. O filmde Williams’ın canlandırdığı Dr. Sean Maguire da genç Will’e karısını kaybettikten sonra en çok onunla yaşadığı ufak anları özlediğini anlatıyordu.

George da filmde genç  öğrencisi Kenny Potter (Nicholas Hoult) ile konuşurken bu iki sevdiğini kaybetmiş adamın hislerinin benzerinden bahsediyor. Her ne kadar her ilişkinin dinamikleri farklı da olsa, çok sevdiğiniz birini kaybettiğiniz zaman yaşadığınız acı birbirine oldukça benziyor.

Tom Ford’un eski arkadaşlarından Julian Moore da boşanmış ve hayata tutunmaya çalışan, içten içe eşcinsel ilişkinin normal bir ilişkiden daha iyi olamayacağını düşünen Charlotte rolünde oldukça başarılı.

Filmin kullandığı set ünlü dizi Mad Men’in çekimlerinin yapıldığı yer. Bu yüzden kimi sahneler ve filmdeki dekorlar dizinin hayranlarına yabancı gelmeyecektir. Ayrıca filmin müzikleri de Aşk Zamanı’nda (In the Mood for Love) imzası bulunan Shigeru Umebayashi’ye ait.

Filmde George’un giydiği kostümleri de Ford bizzat kendisi tasarlamış. Charlotte’un evi ve kıyafetleri için ise dönemin bir iki yıl ötesinden ufak eklemeler yapmış.

Siz hiç sevdiğiniz birini kaybettiniz mi? Şayet kaybettiyseniz George’un Sam ve Sean ile paylaştığı  acıyı bilirsiniz. Yok, kaybetmediyseniz umarım onların yaşadığı  kadar büyük bir aşk yaşar ve onu kaybetmeden hayatınızı sürdürürsünüz. 

 

KARA KUĞUNUN LANETİ: BLACK SWAN

Sinemada "delilik" mevzusu, hem anlatı hem de bunu sergileyecek görsel malzeme açısından öylesine zengin bir kaynaktır ki, tüketilmesi neredeyse imkansızdır. Nasıl olmasın, söz konusu insan beyni ve elbette o meşum bilinçdışı olunca sinema kendisine sürekli deşeceği harika bir yatak bulmuş olur. En yaratıcı filmlerin ucundan kıyısından bu “deliliğe” bulaştığına hiç şüphe yoktur. Dövüş Klübü, Donnie Darko ve hatta 12 Maymun gibi kült filmler bir yana, Amerikan sinemasının en büyük auteur’ü Hitchcock’un, o samimi filmlerinde aslen insanın deşifresi imkansız bu yönü ile ilgilendiği aşikar değil midir? Hatta ve hatta Kara Şövalye’de Joker’i bu denli sevmemiz, biraz da onun deliliğine duyduğumuz hayranlıktan ileri gelmez mi?

Ancak kadınsılık ile deliliğin flörtü sanki bir nebze daha ağırlaştırır meseleyi. Erkek dünyasındaki kırılmaların şiddetinden olsa gerek, gerçeklik ve şizoid evren arasındaki sınırlar orada hala belirgindir. Oysa kadınsı delilik, gerçeklik ilkesinin yavaş yavaş yok olduğu ruhsal bir erozyona benzer. Geçişler yumuşak, sınırlar bulanıktır. Bu nedenle onun sinemasal versiyonları, diğerleri gibi pek eğlenceli değildir, bilakis sinema kadınsı delilikle baş etmek için her defasında gerilimin sularına çekilmek zorunda kalır. Zulawski’nin Possession’undan Polanski’nin Repulsion’una dek, kadınsı olan ile deliliğin sentezi, bizi tekinsiz bir coğrafyaya atar, orada yolumuzu bulmamızı ister.

Bütün bunları hatırlatmamızın nedeni, Darren Aronofsky’nin Siyah Kuğu isimli filmine yaklaşım tarzımızı örneklemek. Postmodern söylemden daha modern, giderek de daha klasik bir anlatıya dönen Aronofsky, öznenin bedensel örgütlenmesinin gerçeklikle kurulan bir ilişki tarzı olduğunu bu kez dans sanatının cephesinden bir örnekle karşılamakta. The Wrestler’da hayata karşı öfkesini kendi bedeni ile kurduğu ziyan ekonomisinden gerçekleştiren The Ram’e karşılık, Siyah Kuğu’nun Nina’sı için beden Gerçek’in sınırlarına geldiği bir ana denk düşmekte. Annesi ile birlikte yaşayan, içine kapanık, son derece utangaç ve kırılgan yapıya sahip olan Nina’nın, hiddetli bir annesel süperegonun baskısı altında kaldığı film başlar başlamaz kendisini belli ediyor. Öteki’nin arzusunu sahiplenme ve onu içselleştirmenin patalojiye varan sunumunda Aronofsky, belki bir Possession ortaya çıkaramıyor ama bu kez deliliğin bir başka yönüyle ilgileniyor: Annesel evrene özgü ve artık ardımızda bırakmış olmamız gereken o ilkel zevk, Lacan’ın ifadesi ile jouissance’ın gerçeklik ilkemizi nasıl tahrip edebileceği üzerinden bir araştırma sunuyor.

Hırsın ve öfkenin kendisine zemin bulduğu ve beslendiği, doymak bilmeyen ve doyurdukça daha da artan bir zevk jouissance. En basit deyimiyle, ölüm içgüdüsünden beslenen ve ona yazgılı bir yönü var. Öznenin geçmemesi gereken sınırları aşmasını sağlayan, beden ile ilişkisini kısa devreye uğratan ve sonunda ödenen bir bedel. Belki de bunu açıklayacak en iyi tanım, bir klişe: Delilik ile dahilik arasındaki sınırda, işte o yarıkta kendisini belli eden, tahammül edilmesi imkansız ve acı veren bir zevk O. Tıpkı Nina’nın ayağını kanatsa da, hırsının daha da kırbaçlanmasına neden olan ve anlam verilemeyen o zevk parçası gibi. Tüm film boyunca Aronofsky, insanın pek de oynamaması gereken bu ilkel zevke odaklanıyor ve onu Nina’nın bir süre sonra kendi bedensel sınırlarını ve gerçeklik ilkesini aşmasında bir anahtar olarak kullanıyor. Nina’nın geçirdiği evrim, onun Gerçek Aşk’ı ile travmatik karşılaşmasına doğru adım adım giden ölümcül bir yolu takip ediyor.

Bu açıdan Aronofsky, Haneke’nin o buz gibi filmi La Pianist’te gösterdiği mesafeyi tercih etmiyor ve filmine gerilim ve bir tutamcık da melodram katıyor. Heyecan ve duygulanımın izleyiciyi her an tetikte tuttuğu Siyah Kuğu, izlediği ana temayı sunma açısından oldukça başarılı. Ancak asıl başarı, onsuz olmazmış dedirten Natalie Portman’ın muhteşem oyunculuğu. Natalie Portman, Nina’nın çocuksuluğu ve kırılganlığını sunarken dahi, içten içe kaynayan o zevkin varlığını sezdiren minik jestler de bulunuyor. Sürekli savrulan ve kendi içindeki zevkle oynayan zarif ve dengeli bir oyunculuk onunkisi. Bu haliyle Oscar gecesinin kazananın Natalie Portman olacağına kesin gözüyle bakabiliriz. (olmazsa çok yazık olur.)

Siyah Kuğu, tıpkı temel aldığı Kuğu Gölü Balesi gibi, bir lanetin peşinden gidiyor. Ancak bu kez trajediye yol açan lanet dışarıdan gelmiyor, o bizzat bizim içimizde. 

Bu Ülke isimli eserini şöyle bir toparlayıp özetleyeceğimiz Cemil Meriç, kitaplar hakkında istikbale yollanan mektup, smokin giyen heyecan ve mumyalanan tefekkürolarak tarifte bulunmaktadır.

Kütüphaneyi de; bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzlükleriyle dolu mekan tayin eder ve bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı liyakattir. Mabede bayağılar giremez ona göre. Cemil Meriç’in tanımladığı bu mabede girmeye layık insanların azlığı ne kadar gerçek ise böyle insanların yetişip meyve vermesinin zorluğu da o kadar gerçektir. 

Bu özeti hazırlamanın zorluğunu, bir öğrencinin hocası hakkında takdirde bulunmasıyla kıyaslayarak tespit edebilirsiniz. Cemil Meriç gibi bir üstadın ifadelerinin bizim ifadelerimizle ne kadar hacimli bir metinler dizisine dönüşeceği müphemdir.

 Bir sanat galerisinde bulunan resim eserlerini, başka bir mekanda bulunan birisine metinlerle izaha çalışmak tadını bilmeyene balı anlatmak gibidir. Bizim de üstadın “Bu Ülke”sini anlatmamız bir üstadın fırçalarından çıkmış resmi kelimelerle anlatmak gibi olacaktır.

Okurken “Ne güzel kitap!” diye tanımladığınız bir kitap hakkında “Bunu daha önce hiç düşünmemiştim ama, galiba doğru” veya “Belki şimdi anlayamıyorum, birkaç gün sonra anlarım” şeklinde önce okuyucunun teslimiyetinin gerekliliğini bildiriyor yazar. Sonra anlamak ve sonra hüküm.

Yazarın gerçekten değeri varsa, düşüncesini bir hamlede kavrayamazsınız.

Söylemek istediklerini birden söylemez yazar. Söylemek de istemez. Cemil Meriç’in yazılarını okurken de yazarın belirttiği şekilde siz onun söylemek istediklerini, sislerin arkasında şekillenmekte olan siluetin heyula gibimi olacağını ya da masal ülkesinin büyüleyici güzelliklerinin mi ortaya çıkacağını okudukça anlarsınız. Sislerin arkasında cisimlerin ortaya çıktığını görürsünüz, fakat bu cisimler kah cam gibi net, kah fludur. Fotoğrafçının kimyayı kullanarak sanat yaptığı gibi... Aynı zamanda bu sis aralanırken cesursunuz ve meraklısınızdır. Altın bulmaya ümitli simyacı gibi. Kayayı kıracak, madeni eriteceksiniz. 

buülk654e.jpgCemil Meriç’in yazılarında önce karşınıza yalnız, tedirgin ve küstah bir adam ortaya çıkar. Kendini üvey evlat olarak görür bu cemiyette. Şahsiyetini bu düşman çevrede şekillendirir. 1940’lara kadar yazılarını ukalaca bulur. Çıraklık dönemim dediği 50 yaşına kadar düşünceyi Batı düşüncesi olarak bilir. Buna Batının gözüyle dünya düşüncesi de diyebiliriz. Dilini unutan bir nesli gördükçe kahroluyor Cemil Meriç bu çıraklık döneminde. Öğretmenlik yaparken Batı düşüncesini tanıtmak için çırpınıyor. ‘’Ya Batılı olacağız, ya da Batı kültürünün azat kabul etmez sömürgesi. ‘’

Onun bu dönem yazılarında ırk olarak Türk olduğundan Türkçülüğü seçtiği ve yeni bir arayış ve yeni bir bütünleşme ümidi gördüğüne dayanarak Türkçü yazar niteleyebilirdiniz. Belki de Marks’ı tanımaya çalıştığı dönemlerde, Marksist olarak köşeye sıkıştırıldığını anladığında, ruhi buhranlarından bir sığınak, bir kaçış, bir yaşama gerekçesi gördüğüMarksizm’e sarıldığını görüp Marksist sanabilirdiniz onu. Ve sonra Sosyalizm. Hatta, sevimsiz ve aptal bir dünyaya meydan okuyacağı bir kale olarak gördüğü Ateizm. Ve maddecilikle gerdeğe girmeden kısa bir flört. 

Fakat O, 1968’lere kadar insanlığın düşünce tarihini tavaf eden bir şakirt olarak görüyordu kendini. Siz onu neci olarak nitelerseniz fark etmez. O başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeye çalışıyordu çıraklık döneminde. 

Yazar o dönemin problemlerine kimsenin kafa yormadığından yakınıyor. Sağı inzivaya çekilmiş mazlum ve mustarip, solu da manasını anlamadığı bir reçeteyi kekelerken buluyor. Düşmanlık ve diyalogsuzluğun kırılamayan fasit daire olduğunu belirtiyor. Bu memleketin ona göre cüzzamlılar ülkesi olmasının sebebi ise, her düşünceye ve her düşünene saldırmak.

Yazara göre düşünce tezatlarıyla bir bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkum etmektir. Düşünmek, özellikle insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden bir kaçına dalıp çıkmakla olur. Demokrasi ve liberalizmde bu yasak bölgeleri kaldırmak demektir.

Yazar buraya kadar yaptığımız tasvirlerle herhangi bir tarikatın sözcüsü olmadığını, reçete yazacak bir formülünün olmadığını da belirtiyor. Dar ağacına da gitse tekrarlayacağı tek hakikatin her düşünceye saygı olduğunu ifade ediyor.

Yazar sağcı dergi ve yayınevlerinde çalışmasını şöyle açıklıyor. Solun kadirbilmez tutumları onu gericilerin kucağına değil sadece yanına itmiştir. Fakat yazar kitaplarını okuyunca anlaşılacağı üzere, bu yakınlığın fikri iffeti açısından bir tehlike oluşturmadığını belirtiyor.

Yazar o dönemin rüzgarına neden kapılmadığına şöyle sebep gösteriyor: sağ okumuyor,bağırmak gereksiz çünkü ortada. Sol diyalogtan kaçıyor, küskün, Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış, neden okunmasın, bahane bulunamaz. “O halde siz basın” diye çözüm gösteriyor yazar. Bu çözümsüzlük çemberini kırmak mümkün olmuyor.Sol,sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. Sebep ise kime olduğu belirsiz ihanet.

Yazara göre gerçek entellektüel sesini sadece hiziplere haykırmakla kalmamalı, ülkesinin haklarını düşman dünyaya haykırmakta görevi olmalıdır. O ya da bu sınıfın ideolog veya demagogu olmak değil, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek önemli. Tabi böyle bir düşünce şairane bir ütopya kalabilir “Bu Ülke”de. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan kopamaz, kopsa da okunmaz veya anlaşılmaz.

Bu ütopyadan öteye gidebilmek için en mükemmel bir silah mevcuttur. O da kalemdir. O silahla karanlıkları devirip, aydınlık çağlara ulaşmak mümkündür. Tarihe mal olacak, ebediyete yol açacak fetihler, kalemle yapılanlardır yazara göre. 


Cemil Meriç’in, “Bu Ülke”de ilerlerken edebiyat ve fikir dünyasının karanlık dehlizlerini aydınlattığını, bizim göremediğimiz hayret verici yanlarına şahit olduk. Kendini ve bakışlarını iç dünyasına çevirip şuurun mağarasında kendi gölgesiyle karşılaşmasını anlattı bize. Entelektüel bir yazarın nasıl derece derece yoğrulduğunu gösterdi bize. Kendine orijin olarak Batı ve Batı düşüncesini alıp daha sonra, entellektüelin bütün eksenlerde dolaşsa da gerçeği ifade edebilmeyi öğrendik yazardan. Çünkü O’nun da düsturu Daniel de Foe’nin tabiriyle “Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa,hem budala, hem de alçaktır”olmuştu yazılarında. 
Sağcı ve solcu gibi sınıflandırmaları hiçbir zaman tasvip etmediğini, özellikle sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı-solcu gibi anlamsız tasnifler yapıldığını keşfettik yazılarında.

Yazılarına da aksettiği gibi hayatına iki kelime hakim olmuştur yazarın: öğrenmek ve öğretmek. Gördüklerini çağdaşlarıyla görüşmek ve tattığı zevki onlara da tattırmak tek emeli olmuştur her zaman.

Türk edebiyatının duayenlerinden Cemil Meriç’in “Bu Ülke” isimli kitabının özetini çıkarmayı amaç alarak yazıya başladık. Fakat kitabı okuyanların da göreceği gibi, resmin bir karakalem çalışmasıyla benzerini aldığımız bile söylenemez.

EYVAH EYVAH 2: YİNE TADINDA BİR FASULYE

Türk komedi filmleri ile ilgili artık herkesin kapıldığı bir korku var: Fragmanı izledikten sonra filmin kendisini izlemeye gerek kalmaması ile ilgili bir korku bu. En komik sahnelerin birbirine yapıştırılıp cinfikirli bir esnaf mantığı ile müşteri çekilmeye çalışıldığı bu taktik, çoğu izleyiciyi sinemadan soğutacak cinste. Murat Şeker yapımı çoğu filmde başımıza çıkan bu fecaati neyse ki boşa çıkaran filmler de mevcut. Bunların başını ise Ata Demirer’in geçen sene gişelerde fırtına estiren Eyyvah Eyvah filmi çekiyor. Çanakkale’nin Geyikli ilçesinin alamet-i farika klarnetçisi Hüseyin Badem karakteri bile bunun için tek başına yeter.

Eyyvah Eyvah’ın neden bu denli sevildiğini anlamak ise zor değil: Bir sürü yılışık, pespaye ve zekamızı hakir gören komedi filminin içinde, Ata Demirer’in kendi yazıp yönettiği Eyyvah Eyvah o tanıdık hissi uyandırıyor. Münir Özkül, Adile Naşit ve Halit Akçatepe’li aile komedileri ile aynı sıcaklığa ve samimiliğe sahip. Onların yerini tutmasa da, Hüseyin Badem karakterinin hayatımızın bir köşesinde karşımıza çıkacak, nahifliği ile bizi güldürecek, gerçek hayatta da var diyebileceğimiz o sahiciliği bizi kıskıvrak yakalıyor. En olağanüstü ve saçma durumlara bile gerçeklik katan bu samimiyet, uzun süreden beri beklediğimiz ve aslında hak ettiğimiz mizahı bir nebze olsun yaşamamıza imkan veriyor.

Belki de bu yüzden filmin devamının çekileceğini duyduğumuzda fazla endişelenmedik. Aksine bu denli“yaşayan” bir karakterin yeni ve bu sefer kendi topraklarındaki macerasını izlemek bizi daha da heyecanlandırdı. Ve neyse ki hevesimiz kursağımızda kalmadı, çünkü Eyyvah Eyvah 2 ilki kadar eğlenceli ve “badem gibi tatlı” olmayı başarıyor. Kahramanlarımızın bu kez Geyikli’ye döndüğü ikinci film, çok daha yanlışlıklar komedyası mantığında işliyor ve sürpriz karakterlerin katılımıyla renkleniyor.

İlk filmdeki “dobra şarkıcı abla” tiplemesi ile Ata Demirer’i tamamlayan Demet Akbağ, ikinci filmde biraz daha önde. Aslında Hüseyin Badem karakterinin bir adım daha önüne geçerek, yılların tecrübesinin de getirdiği bir ustalıkla tıkanan yerleri gideriyor. Firüzan karakterini bu kez daha fazla tanıma şansına sahip oluyoruz. Bir bakıma Demet Akbağ ikinci filmin gerçek lokomotifi olarak öykünün akıcılığını sağlıyor. Hüseyin ile Firüzan arasında geçen doğaçlama denebilecek diyaloglar yine tam kıvamında. Öte yandan Özge Borak’ın canlandırdığı Müjgan bu sefer öykünün ana karakterlerinden biri oluyor ve o da en az diğerleri kadar yükü omuzlarında taşıyor. Kendisini gösterme şansı bulan Özge Borak’ın doğal bir komedi yeteneğine sahip olduğunu görüyoruz.

Elbette filmin aksayan yönleri de mevcut. Özellikle yeni filmde geliştirilmesini beklediğimiz baba-oğul ilişkisi unutuluyor ve Hüseyin ile babası arasındaki iletişim havada kalıyor. Gerçi Ata Demirer’in muziplikle bunun farkında olduğunu da ilk ağızdan öğreniyoruz. Filmde babası ile konuşan Hüseyin’in “seninle de fazla ilgilenemedik be baba” şeklindeki günah çıkarması, izleyiciye yönelik bir göz kırpma olarak algılanabilir. Öte yandan bu boşluk Salih Kalyon tarafından dolduruluyor ve usta oyuncunun “dede” performansını konuşturmasına imkan veriyor.

Filmin başladığındaki o tekleme ve tempo düşüklüğünün bir süre sonra dağıldığını ve öykünün ritminin hızlandığını da söyleyelim. Özellikle filmin ikinci yarısı, ilk bölümün sorunlarını gideriyor. Hele ki sonlara doğru, film gerçekten de kahkahalarınıza hakim olamayacağınız bir komediye ev sahipliği yapıyor.

Eyyvah Eyvah ilk göz ağrısı olarak her zaman ikinci filmin önünde olacak. Ama bir devam filmi olarak Eyyvah Eyvah 2 başarısını ve canlılığını koruyor.

HERKES EŞİTTİR; BAZILARI DAHA EŞİTTİR:

HAYVAN ÇİFTLİĞİ

Hayvan Çiftliği kendisini bir diğer kitabı olan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ile tanıdığımız George Orwell ’in ( 1903–1950) akıcı ve merak uyandırıcı bir romanıdır.

Yazar George Orwell eserini 1943 ile 1944 yılları arasında yazmıştır. Kitap, Can Yayınları tarafından çıkartılmıştır. Kitabı İngilizce aslından çeviren Cumhuriyet gazetesinin Kitap ekinden de tanıdığımız Celâl Üster’dir. Çevirmen Celâl Üster kitabın daha önce iki farklı yayınevi tarafından çevrildiğini ve bu çevirilerden biri olan İnkılâp tarafından basılan eserin çeviri yanlışlarıyla dolu olduğunu, Halide Edip Adıvar’ın çevirisinin ise akıcı olduğunu belirtiyor.

Çevirmen Celâl Üster’in uzun bir önsözüyle karşılaşıyorsunuz ilk sayfalarda. Çevirmen, yazarı tanıtmış ilk önce; sonra eserden iktibas ederek olayları yorumlamaya gayret etmiş. Bu kısımları eserin anlaşılması açısından yararlı buluyorum. Celâl Üster, Cesur Yeni Dünya ile kendince ütopya kuran Aldoux Huxley’den Orwell’in ders aldığını metnine eklemiş. Hayvan Çiftliği’nde hayvanları konuşturan Orwell’in eseri de bir nevi ütopya olma özelliği taşıyor. Bu bakımdan Huxley’den epeyce etkilenmiş olmalı Orwell. Orwell, BBC’de radyo izlenceleri hazırlamış, İspanya İç Savaşı’nda yaralanmış, savaş muhabirliği yapmıştır. Stalin ve Hitler ile ilgili iki öykü yazdığını belirtiyor Celâl Üster.

Hayvan Çiftliği’nin bir alt başlığında “Bir Peri Masalı” yazar. Hatta bazı yayıncılar okuyucuların ilgisini çekmeyebileceği düşüncesiyle bu alt başlığı yazmaktan kaçınmışlar. Fakat bu kitabın sadece masal kadar akıcı yazıldığı söylenebilir, çocukların okuduğu masallarla alakası yoktur. Bu yüzden “Bir Peri Masalı” başlığına bakıp aldanılmamalıdır.

Yazar, Hayvan Çiftliği’nde çirkin suratlı domuzun Stalin’i simgelediğini belirtmemekle, anlatmamakla birlikte, kitap hakkında yorum yapanlar sonradan diktatör olacak domuzun Stalin’i simgelediğinde mutabık kalmışlar. Dolayısıyla kitabı okurken Napoleon adlı domuzun Sovyet Rusya’nın diktatörü Stalin olduğu gerçeğinden ayrılmayın. Orwell, Stalin’i o kadar yermiş ki kitabı baştan sona okuyan Stalin’e düşman kesilir! Gerçi Sovyet Rusya’nın tarihini okumadım, ama birkaç yerden okuduğum kadarıyla Stalin’in Hitler gibi uğursuz ve başa bela, tarihe adını kanlı harflerle kazıyan bir diktatör olduğunu düşünüyorum. Onun zamanında milyonlarca insan katledilmiş, kan gövdeyi götürmüş. Proletarya üzerinde Stalin hâkimiyeti kurulmuş. Buna “proletarya diktatörlüğü” desek yeridir. Kısaca onun devrinde komünizmin manifestosunu yazan K. Marx ve F. Engels’in yolundan sapıldığı görünüyor. Her halde bu iki teorisyen “Gidin, soykırım yapın.”dememiştir. Teoride yazılanların uygulamaya geçirilmediği intibaı uyanıyor bende. Yine de Stalin’in diktatörlüğüyle alakalı kitaplar okunması gerektiğini düşünüyorum dönemi daha iyi anlamak için.

Celâl Üster, Orwell’in Stalin’i domuz olarak betimleyecek kadar ondan nefret etmesinin sebebini bakın nasıl açıklıyor: “… Orwell gibi, Franco’nun faşist güçlerine karşı savaşmaya gelmiş insanların, 1937 Mayısı’nda, cephe içindeki siyasal karşıtlarını bastırmaya kalkışan komünistlerle çarpışmak zorunda kalmaları Avrupa Solu’nun tartışma gündeminden uzun yıllar düşmeyecektir. İspanya İç Savaşı’nda, Stalinci olmayan Sol’un Sovyetler Birliği yanlısı yoldaşlarının ihanetine uğraması, Orwell’in Stalinciliğe duyduğu nefretin odağını oluşturacaktır. Onun Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmden soğumasının tohumları bu olaylar sırasında atılmış olsa gerektir…” Peki, yayımlandıktan sonra Hayvan Çiftliği’ne nasıl tepkiler gelmiştir? Hayvan Çiftliği o yıllarda gençleri komünizm şırıngasından korumak için Avrupa’dan çok ABD’de liselerin okuma izlencelerine alınmış. Celâl Üster’e kulak vermeye devam edelim: “… Hayvan Çiftliği ile birlikte Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ‘nedamet getirmiş bir komünistin bütün dünyayı devrimin kaçınılmaz sonuçlarına karşı uyarmak için kaleme aldığı yapıtlar’ olarak birer Soğuk Savaş silahına dönüştürülmüş. Sol’un bazı kesimleri Orwell’i ‘karşı devrimci’ ilan etmiş; Sağ’ın kimi kesimleri de Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü komünizme yöneltilmiş en güçlü yazınsal eleştiriler arasında saymışlar.”

Hayvan Çiftliği usta bir yazarın elinden çıktığı hemen anlaşılıyor. Bir de sanırım bu kitap türünün ilk eseri, çünkü hayvanları konuşturan, insan yerine koyan bir eseri ne işittim, ne de okudum.

Eser resimlerle desteklenmiş. Hemen her beş sayfada gördüğünüz resimlerle romandaki olayları zihinde canlandırmanız daha kolaylaşıyor.

Peki, romanda tasvir edilen domuz Napoleon nasıl bir Stalin? İlk önce hayvanların çiftliğe nasıl hâkim olduklarını anlatalım. Hayvanlar bir gün sömürüldüklerini, haklarının insanlar tarafından yendiğini düşünüyorlar ve isyana karar veriyorlar. İsyan çıktığında çiftlik sahibi isyanı durdurmak şöyle dursun, çiftliği terk etmek zorunda kalıyor. Çiftliği kimin yöneteceğine dair oy kullanıyor hayvanlar. Fakat Napoleon yanındaki köpekleriyle bütün hayvanları korkutunca oy birliğiyle reis seçiliyor. Napoleon’un rakibi domuz Snowball ise Napoleon’un üstüne saldığı köpeklerden paçayı zor kurtarıyor.  Napoleon, Hayvan Çiftliği’nin reisi domuz öldükten sonra zorbalıkla başa geçen bir diktatör olarak romandaki yerini alıyor. Napoleon, Hayvan Çiftliği’nin ilk reisinin ortaya çıkardığı Yedi Emir’i zamanla yok ediyor. Bu çiftlikteki hayvanlar Napoleon’un korumalarından (köpeklerinden) korktukları için seslerini çıkartamıyorlardı. Bir şeye itiraz etseler köpekler “hır”layıveriyordu. Bu Napoleon adlı domuz insanlara karşı savaşan Snowball’ın itibarını zamanla unutturdu hayvanlara. Ne zaman Snowball bir olay hakkında kötülense hayvanlar olayın öyle olmadığını anımsıyorlar, ancak Napoleon’un, benim tabirimle, provokatörleri, şakşakçıları Squealer hayvanları yalanlıyor, hafızanın insanı yanıltabileceğini hayvanlara aşılayarak onları kendi söylediklerine inandırıyorlardı. Squealer sürekli bu işi yapıyor, gerçekte “iyi” olan Snowball’ı “kötü” olarak zihinlere kazıyordu. İnsanlarla ilişki kurmak yasak olmasına rağmen kendi kafasına göre Yedi Emir’i değiştiren Napoleon insanlarla ilişki kuruyordu. Hatta çiftlik işlerini yürütmek için bir avukatla bile anlaşmıştı. “Dört ayaklılar iyidir, iki ayaklılar kötüdür.” parolasını ağızdan düşürmeyen hayvanlar zamanla “iki ayaklılar da iyidir.” şiarını benimsemişlerdi. Diktatör Napoleon gücüyle her şeyi yaptırıyor, topluluğa hitap edebilme yeteneği sayesinde gönülleri kazanıyor, her yaptığının doğru olduğuna hayvanları ikna edebiliyordu. Zihinleri resmen allak bullak ediyordu Napoleon ve kışkırtıcıları Squealer. Bu hayvanlar bir de komşu çiftliklerdeki insanlarla savaşmak zorunda kalıyorlardı. Yaptıkları yel değirmeni bu yüzden sürekli yıkılıyordu. Romanın son bölümünde Napoleon komşu çiftliklerden birinin sahibi olan Bay Pilkington ile anlaşıyor. Bir masada domuzlar ve insanlar kadeh tokuşturuyor, kâğıt oynuyorlar. Hayvanlar bunu pencereden izliyorlar. Bay Pilkington ile Napoleon’un aynı elde maçı ası çıkarması ortalığı birbirine katıyor bir anda. Kimin hayvan kimin insan olduğu anlaşılamıyor.

Bir diktatörün sadece güçlü olması yeterli değildir, onun aynı zamanda kitlelere seslenebilme yeteneği de olması gerekir. Burada resmedilen Napoleon adlı domuz hem kitleleri kuvvetiyle korkutan hem de onları yatıştırmasını bilen bir hatiptir. Kendinden önce tahta oturanların uygulamalarına saygısızlık etmiş, kendince değiştirmiştir. Dolayısıyla Stalin’in Lenin’in icraatlarından farklı bir yapılanmaya doğru gittiği söylenebilir. K. Marx’ın teorisinin ne kadarının hayata geçirildiği ise tartışmaya açık bir konudur.

İyi okumalar…

Online dergiler Online dergiler