BENİM ADIMA SUSUN!

Onların haberi yoktu.

 

Onlar kendi entelektüel dünyalarında bizim hakkımızda tasarruflarda bulunup; “öyle isterdiler” diyerek hareket etmeye başladıkları zamanlardı.

 

Yüzlerce yıldır iç içe yaşamış insanlardık. Çok kalabalık değildik, hepimizin evleri taştandı. Yollarımız yoktu, yüklerimizi eşekler, atlar, katırlar çekerdi.

 

Ermeni, Rum ve Türk’ler olarak yüzlerce yıllık komşuluğun ardından bir gün birileri geldi ve Türk olmayan komşularımızı oralardan sürmeye çalıştı. Haberini önceden alanların gidişlerini anlatırlar; “bir daha geri döneceğiz, eminiz” diyerek tarlasını ekerek uzaklaşan komşularımızın gidişleri…

 

Bir daha geri dönemediler.

 

Gidemeyenler… Kaçıp sığınabildikleri Türk komşularının samanlıklarında, yatak altlarında korkuyla titreyip, postal seslerinin odadan kaybolmalarını umarak ve dua ederek gözlerini sımsıkı kapayanlar… Onlar kendilerine sahip çıkan komşuları sayesinde sürülmekten kurtulabilmişlerdi.

 

Çok değil, kısa bir zaman sonra bu defa Rus askerlerinin postalları çiğniyordu yolu olmayan bu toprakları. Bu topraklara, duygulara ve insanlığa yabancı üniformalar içindeki Türklerden sonra Rus üniformalı Ermeni askerleri peydah olmuştu.

 

Bu sefer Türkler korkuyorlardı ve kaçıyorlardı, kaçabildikleri kadar. Sokakta devriye gezen Rus askerinin çocukların başını okşarken annesine küfrettiğini Ermeni komşumuzdan öğreniyorduk, hani gözetip sakladığımız ve kurtardığımız komşularımızdan, ne söylediğini değil sadece küfür ettiğini yüzünü ekşiterek ve hüzünle bize tercüme ediyordu.

 

Hâlbuki biz yüzlerce yıldır aynı topraklarda yaşıyor, yakınlardaki alanları bazen Türkçe, bazen Ermenice ve bazen Rumca isimlendiriyorduk. Kimse gocunmuyordu bu durumdan, dilimizde Ermenice ve Türkçe sözleri olan ama aynı melodinin türküleri dolanıyordu.

 

Onların iğrenç emellerinden öte idi bizim yaşamımız. Onların ne olduğunu bilmediğimiz ama kılıf buldukları emellerinin atık derileriydik sonuçta. Arada yanıp giden yaş odunlardık kim bilir. Önemsiz, anmaya değmez, dava(!) zayiatı… Ama şimdi biliyoruz ki; hiç birinin emeli bana, bize ve diğerlerine değil, kendilerini tatmine yönelik.

 

Aynı topraktan var olmuş insanlarız bizler ve aynı toprağa gideceğimizden şüphe yok.

 

Ey zalimler! Yeniden yaratıldığınızda, yakanıza yapışan binlerce elin sıktığı boğazınızı genişletecek başka bir el olmayacak. Bizler ise bu dünyadan başlayarak ölene kadar ve öldükten sonra da yakanızı bırakmayacağız.

 

Her yer herkesindir ve her şeyin tek sahibi yaradandır.

 

Dilaver Peksever

 

SICAK EKONOMİ VE YÜKSEK CARİ AÇIK

Geçtiğimiz ay, TÜİK’in açıklamış olduğu cari dengelerle alakalı çok şey yazıldı çok şey çizildi. Genel kanıya bakacak olursak cari açığın çok fazla olduğu ve giderek artması…

Öncelikle cari dengenin ne demek olduğuna kısaca değinelim. Cari denge, ülkenin döviz cinsinden yaptığı ihracat ile ithalat farkının alınmasıyla bulunan bir bilanço sistemidir. İhracatınız ithalatınızdan fazla ise cari fazla veriyor olursunuz. Buda ülkenizde ki döviz rezervlerinizin artmasına işaret eden bir dengedir. İhracatınız ithalattan az ise, cari açık veriyor olursunuz.

Cari açık, beraberinde sorunları da getirir. Cari açığı finanse etmek için, ülkeye sıcak para girişinin arttırılması bu sorunlardan sadece biridir. Ülkeye giren sıcak para, ekonominin aşırı ısınmasına yol açan etkenlerden biridir. Ekonominin aşırı ısınması istikrarsızlık göstergesidir. Örnek vermek gerekirse, Türkiye’nin potansiyel GSYH büyümesi %5 dolaylarındadır. Türkiye’nin 2002-2006 yılları arasında ekonomi yıllık ortalama %7.2 oranında büyümüştür. 2007-2009 dönemine bakacak olursan büyüme yıllık ortalama %0.2 seviyesinde kalmıştır. Örneğini vermiş olduğum durum ekonomimizin ısındığına işaret eden bir göstergedir.

Yukarıda, bazı dönemlere ait ortalama büyüme rakamlarını verdik. Ama bu rakamların oluşum sürecine hiç yer vermedik. Gelişmekte olan ülkeler statüsüne girmiş bir ülkeyiz. Bunun yanında G-20 ülkeleri diye adlandırılan Dünya’nın en büyük ilk 20 ekonomisi içerisindeyiz. Ve bu yıl itibariyle en büyük 16. ekonomiyiz. Bu kulvar da var olmanın ayrı yükümlülükleri vardır. Gelişmiş ülke olma adına çabaladığımız ve Cumhuriyet’in 100. yılında ulaşmak istediğimiz noktaya dair hedef belirlemiş olmamız, sorumluluğumuzu arttırmıştır. Bu sorumluluğa giderken önümüze çıkan ilk tümsek, global ekonomik kriz oldu. Bu kriz, istikrarlı gittiğimiz grafiğimizi bozdu. Tüm Dünya ülkeleri bu krizden nasibini aldı. Ama çok etkilendi ama az etkilendi ancak; her ülke etkilendi.

2008 Eylül’ünde yaşanan kriz, piyasaları çok şiddetli sarstı. Dünya’nın en büyük ekonomisine sahip ABD’den çıkan kriz, yöneticilerin daha dikkatli adım atma zorunluluğuna itti. Ve her yönetici temkinli davrandı. Krizi takip eden yıl olan 2009’da Türkiye’nin büyük şirketleri hammadde alımını durdurdu. Sonrasında yaşanan hammadde bunalımı fiyatların artmasına sebebiyet verdi. Türkiye’de ki büyük şirketlerin hammadde sıkıntısı çekmeye başladığı 2010 yılı başından itibaren, hammadde alımları artmaya başladı tabii, yükselen fiyatlarla…

Fazla rakam vererek kafanızı bulandırmak istemem, sadece bu veri önemli, 2010 yılında Türkiye’nin cari açığı 48 milyar 557 milyon dolar. Bir önceki yıla göre artış %247,1.

Ekonominin aşırı ısındığına dair birçok makale yayımlandı tespit yapıldı. Derhal ekonominin soğutulmaya başlanmasının gerektiği söylenildi. Ancak ben bu kadar yüksek risk görmüyorum. Yukarıda anlattıklarımın içinde, bunu görebilirsiniz…

Dünya gazetesi yazarı Taner Berksoy’un önemli bir tespiti vardı, tam olarak hatırlayamadığım bir tarihe dayanan makalesinde. Özetle aklımda kalanı paylaşayım sizlerle: “Geçen yıl (2010) özel yatırım harcamaları hızlanarak arttık. Cari açıkta ki hızlı artışın, büyük ölçüde nedeni, bu; özel yatırım harcamalarındaki hızlı artıştır. Öte yandan enerji fiyatlarının artması %70 dışa bağımlı enerji ithali cari açık sorununu arttıran bir diğer önemli etkendir.”

Cari açıkta ki bu artış, risk unsuru taşımıyor. Eğer cari açık çok fazla ve ekonomi fazla ısınıyor düşüncelerine kapılıp, ekonominin soğutulması yoluna gidilirse, işte o zaman anlamsız bir durağanlık durumuna gireriz ve korkarım ki kendi kendimize bir kriz oluştururuz…

Ahmet Eren

Paylaş


     Ahmet Eren’in Eski Yazıları

DEMOKRASİYE RAMAK KALA – 2

''... Çok rica ederim, hükümetimizi bu yasayla güçlendirin ve hükümetten hep sorunuz. Topraklandırma işi ne oldu? Göçmenler yerleştirildi mi? Göçerler yerleştirildi mi? Bazı yerlerde niçin temiz Türkçe konuşulmuyor? Bu YASA, tek dille konuşan, bir düşünen, aynı duyguyu taşıyan bir memleket YAPACAKTIR.''

''Türk ırkından olmayanların serpiştirme suretiyle köylere ve ayrı mahalle ve küme teşkil etmeyecek şekilde kasaba ve şehirlere iskânı mecburidir.''

Bu meclis konuşmalarından alınmış iki bölüm dönemin içişleri bakanı Şükrü Kaya'ya aittir. Kendisi 1927-1938 tarihleri arasında bu görevini sürdürmüş olan laik cumhuriyetimizin önemli siyasetçilerindendir. Demokrasi ana başlıklı yazıda da kendisini tanımak isteyen arkadaşlar olduğuna olan inancımdan dolayı keyfi olarak yer vermemin herkes tarafından anlaşılacağını ümit ediyorum. 

Yine dönemin Samsun milletvekili tarafından Yahudi kökenli vatandaşlarımızla ilgili dile getirilmiş bir kısmı aynı keyfiyetle aktarayım:

''... Benim kanaatimce bunların dağılması ve sürülmesi gerekir. Fakat BİZİM MEDENİ KANUNUMUZA göre bu yetenekli insanlar pekala Türk'e karışabilir. Bunların Türklerden alacakları şeref sonsuz olduğu için Türkten görecekleri yarar da çoktur. Bunların başka türlü TEMSİL EDİLMELERİNE gerek de yoktur.''

Hukukumuzun temellerinin atılmasında çok önemli rol oynayan soyadı kendisine Atatürk tarafından bahşedilmiş dönemin adalet bakanıMahmut Esat Bozkurt'un Mussolini'ye ilham veren doktrinsel çalışmalarına değinmeden, konumuzla alakalı olması gerekçesiyle ve aslında neden eğitim sistemimizde bu tanımın esas alınmadığına şaşırıp içlenerek bir bakalım: 

''Kemalizm otoriter bir demokrasidir ve kökleri halktadır... Türk milleti bir piramide benzer. Bunun tabanı halk, tepesi de yine halktan gelen bir baştır ki; bizde buna şef denir. Şef otoritesini halktan alır. Demokrasi dediğimiz şey de işte budur."

Mahmut Esat Bozkurt ayrıca Ankara Hukuk Fakültesi'nin kurucularındandır ve altı yıllık bakanlık döneminde buradaki öğrencilerinden tek başına savcı-hâkim atama yetkisini haiz olmuştur.

Ancak anayasanın başlangıç hükümlerinde demokrasi aşığı Türk gençleri olarak nitelendirilen bizler burada demokrasinin ve liyakat ilkelerinin tam olarak işlediğine and içeriz. Öyle olduğunu düşünürüz, biliriz. Öyle olduğuna inandırılırız, inanırız... Öyle olmama ihtimalini aklımıza-ebilme yeteneğimiz dahlinde getir-emeyiz. 

Neden demokratik değiliz diyoruz ya, bakıp gören için asıl soru nasıl demokratiğiz olmalıydı.

Demokrasi birey faydacılığına özenen devletler için tapılması gereken en yüksek ilke veya tek ilke mi olmalı, bu başka bir tartışmanın söz konusu. Demokrasi esaslarına dayandırılan bir yapı var ve bir milletin esaslı unsurları bu yapıyı oluşturanlar tarafından bu yapıya dâhil edilmiyor. 

İşte en basitinden bu sebeple demokratik değil, o demokratik olduğu ısrarla iddia edilen sistem.

Fakat aslına bakacak olursak esaslı sorun bu yapıyı bu hastalıklı zihniyetin kurmuş olması da değil.

Sorun bu yapının yargı aracılığıyla kurulmuş olması''yok kanun yap kanun''un en temel dayanağını bizzat cumhuriyetin kendisinin oluşturması. 

Sorun yargıyı antidemokratikleştirmenin yolu haline getirmek; başlangıçta kanunlarla bunu gerçekleştirip sonrasında yargı kurumlarıyla milletin iradesinin önünü keserek bunu yapmak.

Halkın temsilcileriyle toplumsal düzen kuralları meydana getiremeyip, tepedekilere tabi olması; yani Mahmut Esat demokrasisi bizim demokrasimiz. 

Çünkü maalesef aydınlanamamış aydınların kanunla devrim yapıp, devrim gücünü halktan aldı demesi gerçekten de böyle olduğu anlamına gelmiyor.

Zihniyetin sorun olmaması zihniyetin o dönemin şartlarında değerlendirilebilirliğinden kaynaklanıyor.

Peki ya doksan yıldır yerleşmiş bu çarpık yapılanmayı da ’o dönemin' şartlarında değerlendirilebilmemiz vicdan işi mi?

İnsanlar ne zaman yasamadan korkmaz hale gelecek;

Ne zaman kendini temsil eden kimselerin kendisini temsil ettiğini hatırlayacak; 

Ve ne zaman sığınacak kurum aramayıp, bürokrasiyle olan muvazalı evliliğini bitirecek;

İşte o zaman demokrasi aşığı gençler yetiştirebileceğiz.

- Araştırmalarından faydalandığım ve ne olursa olsun gerçeğin peşinden gitmeyi canıyla ödeyerek bizlere öğreten Uğur Mumcu'ya sonsuz kere teşekkürler -

Aysel Serpil Görgün

Paylaş


     Aysel Serpil Görgün’ün Eski Yazıları

GÜÇ VE CESETLER

Hiçbir savaşta kaybetmeyen yoktur, sadece daha az kaybeden vardır.

Mağlubiyet mutlu etmez tarafları… Peki ya ucunda kaybetme riskinin olduğu ve kaybedecek çok şeyin olduğu bir savaşa neden girer insan?

Âdem ve Havva’dan beri insanlar yaşamın devamı için savaşır. Ve bu savaşların birçoğu karın tokluğunadır.

Ama zamanla insandaki tokluk anlayışı değişti ve engel olunamaz bir hal aldı ki, karın tokluğunun eş anlamı; aç bırakmak oldu.

Petrol, para, silah, güç…

Globalleşen dünya zırvalarının çürüttüğü beyinler önce vicdan duygusunu öldürdü. Sonrası; öldürdü ve öldürdü… Ölümler ölümleri getirdi peşi sıra ve kayıplar artık kaybetmenin sıradan bir oluşum olduğunu, ölümlerin olması gereken bir sıradanı yaşattığını kabullendirdi, yosun tutmuş beyinlerde.

Ne büyük bir tezat değil mi?

“Ölümler, yaşattırdı…”

Öldürmeden de yaşamak mümkün değil miydi oysa…

Evet, öldürmek veya ölümlere göz yummak. Her gözlerimizi kapatışımızda biraz daha katil olduk, biraz daha kirlendi ellerimiz.

Ama güç, öyle değil mi?

Daha rahat, daha iyi, daha modern… Daha ve dahası… Gücü kendinde hisseden; daha iyi bir yaşam için savaştı, kaybetmenin olduğu beyinler ise ölmemek için.

Bilim ve teknolojideki amaçlarda değişti. İnsanlığa fayda sağlamak; güçlünün elinde öldürmek adını aldı. Güçlü öldürdü, güçsüz öldü… Ve bir çoğumuz bu katli, kara kutudan seyrettik umursamazca.

Çok fazla işimiz vardı; okul, ev, iş, sokaklar, barlar… Onca işin içinde bu zırvaya ayıracak vaktimiz yoktu. Bizde susmayı veya dinlememeyi seçtik. Oysa farkında olmadan katil oluyorduk. Her susuşta bir mermide biz atıyor ve en çok da kendimizi vuruyorduk.

Aslında kazanan da kaybediyordu; fakat diğer kaybedenden daha şanslıydı. Ama iki tarafta ölü ayrılıyordu bu savaştan. Şunu unutmayın;

Bir kere öldürmeye başladıysanız eğer önce kendinizin katili olursunuz.

Gizem Çavusoglu


     Gizem Çavuşoğlu'nun Eski Yazıları

SANDIK BALDAN TATLI...!

Yenileri de gelince huzurum bir kat daha arttı…

Bu sandık baldan tatlı. 

Daha önce de söylemiştik:

Eskilerini arıcılara dağıtsınlar.

Seçim sandıkları var ya işte onları. 

Arıcılık yapan kardeşlerime hem de karşılıksız şekilde hibe etsinler…

Şeffafları çıktı zira…

Demokrasimiz gibi onlar da serpildi ve dahi şeffaflaştı.

İnanın daha mutluyum şimdi.

*** 

Demokrasi güzel şey.

Hoş şey…

Kıymetini çeken bilir!

Her ülkeye nasip olmuyor demokrasi.

Ancak bu uğurda mücâdele eden ülkeler demokratik olabiliyorlar.

Kısmen…

Demokrasi uğrunda kahır çekmeyenler ise geç-güç bişeyler yapmaya çalışıyorlar ama nâfile:

İşte; Libya.

İşte: Cezayir, Tunus, Yemen…

Ve hatta;

Ermenistan, Arjantin, Venezuela… 

***

Seçim sandıklarımıza paralel şeffaflaşan iyi-kötü; kör, topal bir demokasimiz olması bile huzur verici.

Bunu azıcık da siyasi partilerimiz anlasın diye yazıyoruz!

Tamam:

Her şey gül-gülistanlık asla değil.

Dertlerimiz diz boyu!

Ama ense karartmaya da üstümüze yok!

Zaten;

Şükretme kültürü de azaldı. 

Bir haneye; bin lira yerine, beş bin lira da girse, “Güzel Rabbim şükürler olsun…!” diyenlerin sayısını bilgiç anket kurumlarına havale diyorum…

***

Benim için mühim olan şeffaf seçim sandıkları… 

Hürriyet ve demokrasinin ayıpları artık gizlenemeyecek!

Eski ruhsuz sandıklar neydi öyle?!

Demokrasi şehitlerimiz:

Merhum Adnan Menderes; Polatkan ve Zorlu’nun haksız eyere asılmalarının ayıbını sanki bu sandıklar örtüyordu.

Yaşasın şeffaf demokrasi, yaşasın hürriyet.

Ne demişti “Kemal ve kamil Şair Namık Kemal”:

Ne efsunkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyet…

Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten!”

Özel yorumumuz:

“Ey büyüleyici hürriyet… Senin yolunda hapislere girdim.. sürüm.. sürüm sürüldüm ama gelecek nesiller bari rahat eder.”

Partiler birbirlerini yemek yerine doğru-dürüst ve çamursuz politika üretirler.

Gerçekten de güzel yüzlü bir şey:

Hürriyet ve demokrasi…

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları 

ACILARIN ÇOCUĞU

Biliyor musun çok acı var ve dünya türlü acıyla dolmuş, acı çekiyorum anlıyor musun acı. O yüzden pastaneye gitmem gerekiyor. Yakınlarda uygun bir nalbur bulunsaydı oraya dalardım. Niye böyle oluyor, diş çektirmek için de kuaföre götürüyorlar (oysa sapına kadar erkekim ben). Pastanede ne mi yapçâm, işte buna gülünür, ilaç bakçâz herâlde. İlacın pastalısı, pastalı ilaç, ilaç şeklinde pasta, pasta biçiminde ilaç (hap da olabilir ama şurup bizi bozar, almayalım). 

*

Acı çekiyodum da acı

Doktur bulamadı ilacı

-Aslında var ya, inciri de pek bi severim eskiden beri

-Nasıl yani

-Doktorlar nerde bulunur hastanede diğ mi

-Evet de bu mabetteki kalite ne iş

-Onu bi geç öyleyse ne demek oluyomuş

-Ne bileyim n’oluyo... çıldırtma adamı da söyle.

-Şu demek oluyo: Hastane önünde incir ağacı, diye başlayan bi türkü

-Anlaşıldı, sen bir ördeksin

-Ne ilgisi var

-Hava bulutlu, yağmur yağacak, göller oluşacak ve sen yüzeceksin, ördeksin ya!

-Hâlâ anlamadım ne ilgi...

-Hemen konuya girsen incir ördek vb. gibi nesneleri çıkarsan aradan, hem yukarıda geçen acılı dokturlu iki mısra da pek zavallı, dost acı söyler

-Yapma yaw... Peki anlıyor ve giriyorum

*

Hiç unutmam (daha dün gibi) yedi falan yaşlarında olduğum için ve dişim ağrıyordu. O akşam babam bana dedikine senin dişini çektirtelim dedi. Geçmiş gün, insan unutuyo(!) tabi gecenin bi vakti kalkıldı herkes kendine göre giyinildi en yakın pastaneye gidildi (hani kuafördü) tam içeri girilecekti ki derkeenn... Kıştı galiba ve hava da soğuk ama kaldırımlarda terlem terlem bi sıcak, ortalık kavrulmakla kalmıyor aynı zamanda tütem tütem tütüyordu. Tanımsız korkular üşmüştü şehrin karanlık dehlizlerine, kertenkelebekler yuvalarında titrem titrem titreşirken bir bekçi düdüğü keman çaldrıyordu otuziki dişine birden o yüzden ve âniden tıslayan bir ses duyuldu: Gecenin sesidir diyen oldu, karanlığın nefesidir, dedemin fesidir, ney’in inlemesidir, acep neyin nesidir diye düşünüldü. Gece -o tarihlerde- herhangi bir düşünceye imtiyaz tanıyacak anlayış ve berraklıktan henüz çok uzaktı. Tıslayan ses bu sebeple tanımsız ve adsız kaldı. Oysa şifreler deşifre, gardiyanlar başgardiyan olabilirdi. Evet, bunlar mümkündü ama mümkünü imkansız kılan bir şey veya pek çok şeyler olmalıydı ve vardı. Gecenin dehlizlerinde (şehrin karanlığı mıydı) gezinen dolaşan uçan kaçan kıvrılan sokan sürtünen tıslayan hırlayan ısıran atılan dolanan sarkan kemiren koparan yutkunan yalanan tutunan sıkan acıtan nice çalınan tırnak, abanan pençe, sallanan kuyruk, süzülen kanat, sürünen gövde... hepsi birleşmiş olarak geceye vücut vermiş, beden kazandırmış gibiydi. Evet, kesinlikle (b)öyleydi. Yoksa gece tek başına nasıl cüret etsindi ödümü patlatmaya!

Gecenin karanlık emzirdiği bi çocuktum ama mutluydum (korkunun memelerinden ise çikolata damlıyordu muttasıl).

Evet (yine mi evet) kabul ediyorum o gece (diş çektirmeye pastaneye gittiğimiz gece) kertenkelebekler yalnız değildi. Gecenin karanlık renginin kıyı köşe ve bilumum kuytu dehlizlerinde nice nice kaplumkurbağa çekirgeyik yarasaka dobermanda gergedana zürafare pelikanguru filamingoril akbabaykuş sansardalya... hareket halindeydi. Bunu bilen -ve her şeyi bilen- babam bana dönerek ‘korkma sevgili yavrucuğum, yanında ben varım hem bak pastaneye gelmek üzereyiz’ deme nezaketini gösterdi. Ve girdik ve dişimiz çekildi pastalar yenildi çıkılıp eve dönüldü (vurulan iğne, ağızda ‘sanmaca’ bir şişme, sarkan çene, tükürülen kan, çukura kaçıpduran dil, peltek bir konuşma ve ille de o koku).

Evi umduğumuz gibi bulduk, iyiydi daha n’olsundu.

Bu evin canlı olduğuna yüksek ölçüde inanıyordum, kesinliğe varan yüzlerce delil ortadaydı. O gece umduğumuz gibi bulduğumuz ev asla bıraktığımız gibi bir ev değildi. Sözde geceye emanet ettiğimiz ev benzeri bu nesne hıyanetin kollarında utanmaz bir dansın esrik kıvrımlarıyla kendinden geçmiş, geceye inat ışıkların ışıllığında parım parım parlıyordu. Gece ve onun gizlediklerini bilmezden gelircesine korkularımla alay ediyordu. İşte o ân onu sevmekten vazgeçtim artık sevmeyecektim daha öncekinin de sevgi olduğundan ciddi kuşku duydum. Sevgimi dövdüm ezdim ufaladım parçaladım ve onu hiç çekinmeden gecenin av bekleyen açılmış kollarına doğru fırlattım. İyi bir atış olduğunu ertesi gün görecektim: Eriyen kar yığınları arasında pörsüm pörsüm pörsümüş bir kâlp duruyordu, hareketsizdi ve bundan böyle hayatını ancak bir barsak artığı olarak devam ettirebilecekti (sevgi denen bu şey korkmak nedir ölüm nasıldır bilmiyordu).

Sonra ve bir ara dişim yeniden kanadı (evdeydim ve hâlâ sevgisizdim).

Salon perdesinden bir kıymık keserek tampon yapıp arasına koydular ve dediler ki Adana’da pamuk tarlaları iflas etmiş o yüzden ve mecburen kanayan diş aralarına perde kesintisi boca edilecekmiş, son çıkan bazı kanunlar ve Sinop sıkıyönetim komutanlığının otuzbir numaralı bildirisi böyleymiş. Kabullendim tabi fakat Sinop işini tam kavrayamadım, sibop desem olmadı boşa koydum dolmadı.

Beni yatırdılar. Bir ses ‘yarım saat içinde süzülüp gitti yavrucak, yedi kere okudum ama olmazsa yarın üstüne bi de kurşun döktürtelim’ dedi. Kapanan gözlerim sesin sahibini aradı, yarı açık kulaklarım ‘ninem’ tahmininde bulundu. O iyi bir ninedir, bu evin kapı pencere döşeme badana gibi bir şeyidir. Hep aynı divan üzerinde ve benzer biçimde oturur elde tespih. Hiç değişmiyor bildim bileli aynı yaşı sürmekte. Sabun gibi kokmayı nasıl başardığını ayrıca merak ediyorum. Hele ille de sesi... Kuran okur gibi konuşuyor mevlit dinler gibi uyukluyor. Bir zamanlar ne yürekler yaktığına kim inanır; yatak yorgan demeden ceviz kestane yemeden, bu endam şu süzülüş o naz, gülüşler... mümkün değil bi yere konmaz; dünyaya nine doğmuşlardan olduğu çok açık, hatta kesin, şüphe eden kuşku duyan çarpılır.

Yatırdılar yatağa bırakıp gittiler, yastık kıyısınca kıvrılmış beni bekleyen hareketli bir iplik yumağının kolları arasına. Örttüler üstümü divan altında kıpraşan yüz gözlü masal hayvanıyla yüzgöz olacağımı bilmeden. Uzun ve çalı kirpikliydim, açınca gözkapaklarımı kısınca gözlerimi değiyordu kaşlarıma bazen ve belinliyordum üstten birileri çekiştiriyor diye alnımı. Yumdum, çok sıkı kapattım gözlerimi, acır gibi oldu göz kıyılarım ve çömdü karanlık bütün dehşetiyle içeriye. Öteki odaları tütsülemiş olan serinlik de soğuk kılığında kapı aralığından aktı yorgan altından sızdı ve titretti beni bir anlığına, bir üşüme geldi bir yalnızlık bastırdı bir korku göründü bir boşluk belirdi... Bağırmışım, çığlığıma koşmuşlar ateşler içinde yanıyormuşum. 

Eh artık iğne kaçınılmazdır veya iğneden kaçılmaz. Yedi ev öteye varılacak, kapılara vurulacak, üç beş dakka içinde dışarı don gömlek bir baş uzanacak sonra çıkacak. Elde çanta bir şey konuşmadan yürünecek bizim eve gelinecek, bu operasyonu yine ve elbette baba yapacak. Bu, dünyanın en sessiz, konuşmasız -nerdeyse mimiksiz- yedi ev öte gidip yedi ev beri gelme işidir. O saatte niye kapı çalındığı bellidir gelen bellidir hastanın kimliği bellidir hangi iğne vurulacağı bellidir (çünkü başka iğne yoktur) öyleyse Sıhhiye Bekir Efendi niye konuşup da yorsun kıymetli cancağızını... Evet, bilindiği ve beklendiği üzere oldu her şey. Bekir Bey (az önce Efendi değil miydi) kendinden beklenen şeyleri yapıyor: Çanta açılıyor çelik kutu çıkarılıyor (o da açılıyor) şırınga iğne şişesi odaya dolan ilaç kokusu, birkaç şakırtı üç beş şıkırtı bir iki sürtünme fışkırtma sesi (adamdan hâlâ tık yok). Kimliği belirsiz eller beni yüzüstü uzanmaya davet ediyor, eh istediğiniz oldu işte kıç meydanda öylece bekliyorum. İlk önce ve geçen birkaç yıldabir olduğu gibi pamuk, eşliğindeki kolonya serinliğiyle ürpertiyor (Hani pamuk tüccarları iflas etmişti ve Adanalıydılar, yalan bal gibi hem de. Gerçeği en münasip biçimde hissediyorum beni kandıramazsınız). Gene ağlasam mı acaba... ama kaç zaman geçti bi yararını görmedik, ilk fırsatta hemen iğne, öyleyse bu sefer dişler sıkılacak (bir eksi yirmisekiz halinde, baş zaten çatlıyor) ve beklenen acı temas geliyor iğne sol buduma giriyor e-ee bitti gibi fakat o da ne... esas iş şimdi başlıyor, içime doğru duman duman akan yakıcı acı eşliğinde koyveriyorum yaygarayı. Bekir Efendi’de gene tık yok ama imana gelip iğneyi acıtmadan çekiyor ve kolonyalı pamuğu bir daha aynı yerde gezdiriyor, bu sahte bir serinlik ve beni aldatmaya yetmez. Her şey gibi bu da bitti iğnemizi vurulduk. Adam geldiğine benzer madeni sesler eşliğinde gidiyor, yine ağzından (başka neresi olabilir ki) tek söz duyulmuyor, bu efendi konuşmadan nasıl yaşıyor acaba, pamuk yudumlayarak iğne yiyip şırınga çiğneyerek falan mı?

Acı yasaklanmalı tohumları yok edilmeli dalları kırılmalı kökü kurutulmalı ya da bütün acılar bir havuzda toplanıp derdest edilerek (enterne de olabilir) herkese eşit üleştirilmeli ve bir daha asla katiyyen acı fidanı dikilmemeli ama hal-i hazırda açmış varsa acı çiçeklerine dokunulmamalı ne de olsa çiçektir o da bir can taşıyor, çiçeğe kıyılır mı hiç...

Şimdilik acı işi tatlıya bağlanmış gibiyken önümüzdeki yıl önüm’le ilgili bir acı mevzusu daha ortaya çıkmış bulunuyor: Acır macır demeden ailecek sünnet olmama karar verildi. Bakalım yastığımın kıyısı ve yatağımın altında hangi öcüler ne tür böcüler kıpırdayacak... Hem de temmuz sıcağında her yer buz kesmişken.

  Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler