“Bu Ülke”de şöyle cümleler vardı: Kaçıyorsun, erkekçe çalışmaktan, yenilmekten, dövüşmekten kaçıyorsun. Boş bulduğu ilk kulübeye sığınan bir köpek gibi ve her kulübeden mantığın haşin eli boğazına sarılıp kaçmaya zorluyor seni.” Aslında yaşanan her şeyi yazıya dökme kabiliyetinin çok az insanda olduğunu var sayarsak, bu cümleler bir insan için yaşadıklarının kelimelere uyarlanmış hali olmaktan başka bir şey değildi. Belki bu satırlar bambaşka bir olay için yazılmıştı ama bunlar senin söylemek istediklerinle rezonans haline gelince, bunun ne önemi vardı ki?

İnsan iki melekesi arasında gidip gelen ya da daha kötüsü ikisinin arasında kalıp bocalayan bir varlık. Akıl ve gönül. Bu iki kavramı yerli yerine oturtamayanlar için hayat genel olarak çok sığ yaşanmaktadır. Keyif haz veren şeylerden ibaret olabiliyor hayat böyleler için ya da hayatının en önemli zamanları vefasızların melankolisinde karanlıklar; karanlıklar içinde aydınlanmayan zamana sövmeler biçimince gerçekleşebiliyor. Ama sonuç olarak kafasına geçirilen bir kese kâğıdı genişliğinden hayatı kavrayabiliyor insan.

“Dövene elsiz, sövene dilsiz, Derviş gönülsüz gerek.”

Nirvana’dan gelen şuaların aydınlattığı yolda, gönle emanet edilenin ne olması gerektiğini de anlarız biz aslında. Sevgi, aşk gibi kavramlar sonsuz olması münasebetiyle onların soyutluğu ancak gönül evinin röntgeninde belirmektedir. Siyah beyaz renkteki bu iç resminizde sizin gönlünüz evinde sonsuzlukla ilintili misafirler yok ise, şunu unutmayın ki “küllî nefsün zâikatül mevt”... Yani bu dünyanın zamanına göre; bir gün evdeki misafir gidecek ve boşalan o ev gün geçtikçe harap hale gelip, nihayetinde yıkılacaktır. Ancak gönlün evi iki yıldızlı fuhşiyat otellerine benzer bir nitelikte gönül evleri olup, girenin çıkanın belli olmadığı mahlûkat istisna!

Yukarıda ki yazdıklarım yanlış anlaşılmaya muhal vermesin diye gönül evinin “sonsuzlukla ilintili” olmalı kısmına dikkat çekiyorum. Mesela annesini babasını evladını herkes elbette sever. Ama çizilen sınırı unutur ve bir gün anneniz babanız kara toprağı mesken tutunca, yolunuzu şaşırmamanız için, hatıra gelmesi gereken öbür âlemin varlığının inancı, sonsuzlukla ilinti gerekmektedir. Yoksa anneden babadan yardan yarenden ebede kadar ayrılma yükünü insan sırtlayamaz. Bunun en açık örneğini daha birkaç gün önce dört kardeşin canına kıymasında görmekteyiz.

***

Akıl, gönlün atıdır. Gönlü yukarıda söylemiş olduğum şekilde şekillenmemiş insanlarda, süvarisinden çok nefsinin emirlerini dinler. Gitmesi gereken istikametlerden sürekli sapmalara uğrar. Sonunda nefsin uşağına dönen akıl, küheylan olabilme kabiliyetinden uzaklaşır ve sonunda baki kalabilecek eşekliğe tedenni eder. Halbuki olması gereken; gönül ile akıl, süvari ile küheylanın bir bütün olarak gelişmesi, ilerlemesi misali gibidir. “Mantığın haşin eli” işte tam olarak bu sebepten boğazına sarılıp kulübe kulübe ‘insanı’ dolaştırır.

Akıllı diyebilceğimiz insanlar da vardır mesela. Bunlar isimlerinin başlarına iliştirilen bazı sıfatlarla anılırlar. Bu bir kriter gibi göze çarpmakla birlikte aslında her zaman bu kriterin olmadığı malumdur. Ne demek istediğimi benden iyi açıklayan cümleler, söylemek istediğimi şöyle söyler.” Yine kendisini pozitivizm akımına kaptırmış ve her şeyi deneye, tecrübeye dayandırma peşinde koşup duran bir insan görürsünüz ki, kalbî ve ruhî hayatında sıfırı aşamamıştır. Hatta bazen, akıl plânında Everest Tepesi gibi yükselirken, kalbî hayatında Lut Gölü gibi çukurlaşanlar da vardır.

Her şeyi maddeye irca etmeye çalışan, aklı gözüne inmiş nice insanlar vardır ki, vahyin mantığı karşısında aptallardan aptal ve mânâya karşı âdeta kördürler.

Bu alıntının ardından, aslında anlatmak istediklerimin nasıl iki  satırla uzatmadan anlatılabileceğinin farkına vararak, yazımı noktalandırıyorum…

Saygılarımla…

Not: Zamanında söylenen ve her zaman için geçerli olan;  insanın kuşa benzetilmesi misali vardır. Biz eğer bir kuş gibi uçmaya niyetliysek; bir kanadımız fenni ilimler, diğer kanadımız manevi ilimlerden oluşmalıdır. Yoksa hiçbir kuş tek kanatla uçamaz! Uçma niyetinde olanlara…

 

DÜNYA O’NA(S.A.V) MUHTAÇ 

Hz.Muhammed (s.a.v) bu dünyayı 20 Nisan 571 yılında Mekke-i Mükerreme şehrinde onurlandırmıştı. Gül kokulu Efendimiz Allah’ın (c.c) “Habibim” dediği en sevgili kuludur. Şüphesiz ki O’na söylenebilecek tüm sıfatları [asalet, akıl, sadakat, güzellik, ilim ve irfan, emanet, takva ve zühd gibi güzel huyları…] kendisine en çok yakışan ve taşıyandır.

Ama ne söylersek söyleyelim Efendimizin(s.a.v.) büyüklüğü yanında hepsi eksik kalacaktır. O’nu(s.a.v) anlatmaya bu kısacık kelamlar elbette yetersizdir.

İnsanlar arasındaki en büyük bağ vicdan, en güzel huy ise merhamet olsa gerek. Buna verilebilecek en güzel örnek ise Efendimizin(s.a.v) sonsuz merhameti ve tarifi imkânsız affediciliğidir.

Efendimiz(s.a.v) kendisine kötü davrananlara ve inkâr edenlere hep merhametiyle muamele etti. Savaş değil, barış peygamberi oldu…

Günümüzde ise insanlar artık hoşgörüden uzak birbirlerine yabancı yaşıyorlar. Toplum olarak gitgide bireyselleşiyor, bize bırakılan bu nadide değerleri kaybediyoruz.

Rabbimizin ruhumuza hediye ettiği hisleri, Efendimizin(s.a.v) bize bıraktığı değerleri tıpkı bir katil gibi yok ediyoruz. Hâlbuki bu değerlerle, hislerle insan olduğumuzun farkına varabiliriz. Çevremize bir bakalım… Savaş, soykırım, kaos, hırsızlık, cinayet, taciz… Neden kötüleşen bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Bir düşünelim!

Hz.Muhammed(s.a.v) 14 asır önce şöyle buyuruyor;

“Allah-u Teâlâ’nın(c.c) adına sığınarak O’nun(s.a.v) ve sizin düşmanlarınızla harp ediniz. Fakat gideceğiniz yerlerde dünyadan çekilmiş rahipler göreceksiniz, onlara asla dokunmayınız. Kadınlara, çocuklara şefkatle muamele ediniz, hurma ağaçlarını kesmeyiniz, evleri yıkmayınız.”

Bizler 21.yy’da kendimize medeni deyip de acaba bunlardan hangisine saygı gösteriyoruz. O’nun(s.a.v) ümmeti olarak tüm bu çirkinliklerden nasıl, ne kadar korunabiliyoruz?

İslam ülkeleri kargaşa içinde! İnsanlarda kin, nefret duyguları akıl almaz bir şekilde artıyor. İnsanlık gittikçe kendini kaybediyor, yozlaşıyor.

Bizi kendimize getirecek, tüm bu sorunları çözecek olansa İslamiyet’in en büyük temsilcisi olan Efendimizi(s.a.v) tanımak… Ancak bu şekilde ihtiyacımız olan huzur, barış ve güven ortamına kavuşabileceğiz.

Efendimizin(s.a.v) varlığı bizim için rahmettir. Yaşadığımız bu dünya O’nun(s.a.v) için yaratıldı. Tüm bunların farkına varabilmek ve yaşadığımız bu evreni daha güzel hale getirebilmek ümidiyle…

Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları 

 

“İnsan ne ırkının, ne dilinin, ne dininin, ne nehir mecralarının ne de sıradağların istikametinin esiridir.” diyor Ernest Renan. 

Renan, Fransız bir filozof ve yazar. Erken Hıristiyanlık tarihi ve siyasi teoriler üzerine etkili araştırmalar yapmış, tarihin önemli isimlerinden biri.

“Millet nedir?”  isimli makalesiyle zihinlerde millet kavramı adına yepyeni ufuklar açan değerli bir şahsiyet.

Bir milleti millet yapan kavramlardan bahsederken ırk, dil, din, coğrafyadan söz etmiyor.

Aksine bu kavramları savunanları eleştiriyor, farklı teori ve kuramlarla onlara yanılgılarını gösteriyor, tarihten örnekler sunuyor… Ortak ırk, ortak dil, ortak din millet olmak için şartsa eğer, nasıl oluyor da üç dili, iki dini, üç ya da dört ırkı olan İsviçre bir millet oluyor da, mesela pek homojen bir bölge olan Toscana neden bir millet olmuyor?

Renan, saf ırkın hiçbir surette var olmadığını söylüyor. Asillerin bolca olduğu İngiltere, Fransa ve İtalya kanın en karışık olduğu milletlerdir, diyor. O’na göre, insanlık tarihi “zooloji”den ayrı tutulmalı. Dünya üzerinde herhangi bir yere gittiğimiz vakit, insanların kafa ölçülerine bakıp yüz / alın / (Türkler için bıngıldak) kontrollerini yapıp ortak ırklardan gelip gelmediğimizi tespit etmek saçmalıktan başka bir şey değil.

Etnografya ( ırk bilimi) hiç şüphesiz değerli bir bilimdir. Ama ne zaman siyasete / diplomasiye bulaştırılır, o zaman bir bilim olmaktan çıkıp yanlışlıklara sebebiyet verecek bir kavram olma yoluna gider. Dünya’nın insan hakları ve barış için mücadele başlattığı ırkçılık (racism), ırk biliminin farklı mecralara yanlış entegre edilmesiyle türedi.  Bir “bilim dalından” bize hakikati vermesinden öte, bizim politik / ideolojik amaçlarımıza hizmet etmesi istendi ve ırk biliminin masumiyeti yok edildi.

Irktan bu kadar söz etmişken, benzer mevzu “dil” için de geçerlidir. Eğer söylenildiği gibi, dil birleştirici / millet yapıcı bir işlerliğe sahipse, neden aynı dili konuşan İngiltere ve ABD diye iki ayrı devlet görüyoruz? Neden aynı dili konuşan İspanya ve Latin Amerika devletleri tek bir millet oluşturmuyor? Ya da ülke sınırları içinde 4-5 ayrı dilin konuşulduğu ülkeler / milletler var… Onlar bu dil konseptine nasıl oldu da ters düştü o zaman?

Ve din.. Siz aynı dine inanan insanları toplayıp bir millet oluşturamazsınız. Din, bireysel bir mevzudur. Kul ile Rabbi arasındaki özel / mahrem bağdır. Şimdi kalkıp herkesten aynı “bağ”a sahip olmasını bekleyip, tek millet oluşturma sevdasına kapılmak size de tuhaf görünmüyor mu?

Renan, ek olarak ortak coğrafya ve ortak menfaatler mevzusuna da değinmiş. Millet oluşturabilmek için ille de ortak bir coğrafyaya sahip olmanın gerekmediğini savunuyor.. Belki de bu yüzden insan nehir mecralarının ya da sıradağların istikametinin esiri / kölesi değildir, diyor. Aralarından bir nehir geçtiği için iki ayrı toprakta yaşan bir halkın da “millet” oluşturabileceğini iddia ediyor.

Ve menfaatler… Bunlar ticari söylemlerdir. Millet ise, ticaret gibi maddesel kuramlardan uzak, daha duygusal ve daha ruhsal bir yapıdır. Bu tanımla millet daha yüce tutulur.

Peki, millet için gerekli olduğu söylenen onca kavramın “çürütülmesinden” sonra, ne diyebiliriz?

Sahi millet nedir?

Sandığımızdan çok daha ulvi bir yapıdır. Ortak yaşanmışlıklar / ortak geçmiş / ortak başarı ve başarısızlıklar gerektirir. Diline, dinine bakmadan ırkını sorgulamadan yalnızca müşterek bir geçmiş, şimdide ortak bir irade talep eder. Millet budur. Birlikteliktir, birlikte başarma isteğidir.

Belki de bu yüzden radikal söylemleri olan kişi ve grupları ben hep soğuk ve itici buldum.

Hiçbir zaman ırkçı / dilci / dinci olmadım… Ve “millet” kavramından bu kadar söz etmişken belirteyim : “Ben hiçbir zaman milliyetçi de olmadım!”.

Pembe bulutlarla donattığım dünyamdan hayat ütopik görünüyor bazen… Ama emin olun çok daha huzurlu çok daha barışçıl ve çok daha kapsayıcı bir dünya bu!

Öteki” diye bir kavram türetmeden, “millet” üretiyorsunuz. Bu harikulade bir iş! Çünkü başta sözünü ettiğim kavramların ( dilin, dinin, ırkın…) esiri olursanız, etrafınızda her zaman sizden olmayan “Ötekiler” göreceksiniz. Sizin dilinizi konuşmayan “öteki” olacak… Sizin dininize inanmayan “öteki dinden” biri olacak. Ötekilerle dolu bir dünyada yaşamak nasıl bir his? Bunu tatmayı istediğimden emin değilim.

Buyurun Renan’a kulak verin, diyorum. Millet, sandığınız kadar çok ortaklıklara sıkıştırılmış bir kavram değil. Zaten öyle olmaması da talep edilen ve beklenendir…

Kavramlara bu kadar bağlandıkça, onların esiri oldukça birbirine daha yabancı / daha çok tabusu ve önyargısı olan toplumlar olmaya başlıyoruz. Ve bu görüldüğü üzere hiç de iyi bir şey değil.

Ortak dilekleri olan insanlar da millet oluşturabilir. O zaman teklifimi yapıyorum: Yeni bir millet oluşturmaya var mısınız? Tabusuz toplumlar oluşturmayı dileyen insanlar milleti!

 

Yorucu ve boğucu bir günden sonra eve döndüğünüzü ve televizyonu açıp kanepeye uzandığınızı düşünün.

Henüz başlamış filmi izlemeye koyuluyorsunuz; oldukça sürükleyici geliyor, kendinizi iyice kaptırıyorsunuz.

Sonra yavaşça ses silikleşip, görüntü seçilemez hale geliyor. Ekran karıncalanarak renklerini yitirirken, birkaç dakika içinde hiçbir şey duyamıyorsunuz.

Siz ne olduğunu anlamaya çabalarken, etrafa loş bir kasvet çöküyor; hayırlı olsun, lambanız artık düşük voltaj çalışıyor.

Mutfaktan gelen tiz makine gürültüsüne karın gurultunuz da eklenince oraya yöneliyorsunuz.

İçeri girer girmez tuhaf bir manzara karşılıyor sizi: Buzdolabı tüm akımı kendine çekip, gerekenden fazla elektrik tüketiyor. Kaşlarınızı çatıp ne olup bittiğine mana veremezken, kapağı açmaya yelteniyorsunuz.

Açılmıyor.

Buzdolabınız harcadığı enerjiyle televizyon seyretmenizi engelleyip, oturduğunuz salonu karanlığa gömmesinin yanı sıra, bir şeyler atıştırmanıza da izin vermiyor.

Vereceğiniz tepki nasıl olurdu?

Bugün bir iş görüşmem var.

Ama kimlerle muhatap olacağımı bilmiyorum.

Evden çıkıp yürümem söylendi, çıktım ve yürüyorum.

 

Hepinizle,
Aynı dünyayı paylaşıp, aynı nefesi alıyoruz -ki beleş olan tek şey de bu-.
Ve aynı sonu bekliyoruz.
Ve buna rağmen belki de çoğunuzda olduğu gibi, 
Benim de hayat dediğimiz şu saçma âlem hakkında hiçbir fikrim yok.
Ne yaşıyoruz ki?
Ne görüyoruz?
'Herkesin acısı kendine' diye diye hangi acıyı büyütüyoruz?
Aşk mı?
Ölüm mü?
Sanki sadece bu ikisi varmış gibi her şey, değil mi?
Değil işte!
Hayat saçma sapan ikili loblardan ibaret değil.
Sağdan soldan,
Türk'ten, Kürt'ten,
Alevi'den Sunni'den,
Kapalıdan açıktan 
Aşktan, ölümden ibaret değil hiçbir şey!
Uyanın! Pembe rüyalar yok!
Gerçek olan tek şey ne biliyor musunuz?
Çocuklar!
Sokaklardaki, köylerdeki, evlerdeki, saraylardaki, kimsesiz çocuklar.
Sırf regl oldu diye satılan çocuklar.
Bir koyun uğruna hayatına herkesin koymasına zorla müsade eden çocuklar.
Sattığı mendile sümüğünü silemeyen, başkasının camında harcadığı suyla kendini temizleyemeyen çocuklar.
Etrafında onlarca insanın olduğu, herkesin 'aman bir şey olmasın' diye her şeyden sakındığı,
Daha soğuk suyla tanışmamış, kimsesiz, yalnız, mutsuz çocuklar.
Şu bilgisiz halimle, bana hayat nedir diye sorsanız, çocuklardan bahsederim size,
Sayfalarca, kitaplarca ve hatta belki ansiklopedilerce.
Bir şeylerin değil de, her şeyin değişeceğini bilsem,
Uzun uzun, hiçbir masraftan ve hiçbir kelimeden kaçınmadan anlatırım size.
Ama biliyorum,
Ben anlattığımla kalırım, siz ise okumadığınızla...

İnancımı kaybettim ben.
Ne insanlara inanıyorum artık ne de kendime.
O kadar sahteyiz ki hepimiz, şu yazıyı okurken bile 'her bir haltı biliyormuşuz gibi davranıyoruz.'
Elimizin altındaki bütün imkânları yok sayıp şanssız sayıyoruz kendimizi.
Öyle benciliz işte.

Eksikliğini çekmediğimiz her şeyin eksikliğini yaşatıyorsak kendimize,
Herkes yanımızdayken inadına yalnızım diyorsak,
Hala boğazımızdan türlü türlü yemekler geçebiliyorsa çok rahat
Ve buna rağmen şikâyetçiysek her şeyden,
Ben de, sen de, şu yazıyı okuyan herkes de bencilin ta kendisi.

Dedim ya, inancımı kaybettim ben.
'Ben böyle değilim, sen benim neler yaşadığımı biliyor musun?!' safsatalarına inanmıyorum.
'Kendine gel, düzgün konuş!' diyenlerin ömürleri boyunca kendilerine gelip düzgün konuşabileceklerine inanmıyorum.
Sizin 'Doğrusu budur!' dediklerinize inanmıyorum.
Ne kadar umrunuzdadır bilemem ama,
Size inanmıyorum.

Ben 19 yaşındayım ve hayata dair bir bok bildiğim yok.
Hiçbir şey yaşamadım.
Ki hayat da bana dair hiçbir boku bilmiyor zaten,
O da beni yaşamadı.

Kalemimden çıkan bokların kusuruna bakmayın,
Arada kalemin de rahatlaması gerekiyor.

Sadece kendinize değil, herkese ve özellikle çocuklara iyi bakın.

Online dergiler Online dergiler