NATUREL BİR AŞK

Aşkın mekanı, dili, mecrası hiç olmadı, olanın adı da aşk konmadı sevdanın dilinde…

Fakat uluorta sevdalar, uluorta terk edişlere neden oluyorken, ömür denilen perde giderek kısalıyor ve aşk ölümleri prematüreden naturel karşılanıyor…

Kolayına geliyor herkesin aşk, seviyor amaçsızca,

Beldi sadece sevmek için, belki de dirilmek için…

Zor kelimesi anlamını yitiriyor aşkın literatüründe. 

Özgürlük, aşkın kelepçeleri oluveriyor…

Sıradanlaşan mesajlar, olağanın dışına çıkmayan aciz aşk satırları…

Aşk dediğin zoruna gitmeli insanın, öyle ha deyince şahlanmamalı, hakkını vermeli sevdanın.

Belki biraz acıtmalı,

Kanatmalı gecenin bir yarısı delik deşik edilmiş uykuyu, tuzla tatlandırmalı yastığın başucunu…

Mesela uluorta aşlar yasaklanmalı

Sinemalar, kafeler, sahiller, barlar ve hatta sokar araları…

İnsanlar rahatça sevmek yerine, özlem duymalı

Belki mektup yazmalı,

Ucunu yakmalı hasret kokan satırlarının…

Özgürlüğü özlemeli mesela,

Annesinden sakladığı sevdasını, belki kendinden bile saklamalı…

Yanlış olmasın, kelebeklerin uçmadığı, balıkların yüzmediği bir dünyadan bahsetmiyorum ben

Aksine kelebeklerin özgürce uçtuğu, balıkların berrak sularında rahatça yüzdüğü bir ütopya benim düşlediğim…

Düşlediğim;

Bir beyaz örtünün süsledi,

Bir beyaz örtünün ayırdığı bir aşk

Annesinin gelin kızım dediği,

Kefenin yakıştığı bir merhume…

Kefende yakışırmıymış demeyin.

Siz hele helaliyle yaşamayı deneyin

Ve bir beyazın kadrini dinleyin

“ - Helal ediyor musunuz? 

Helal olsun,

… helal olsun,
… helal olsun! “

Gizem Çavusoglu

Paylaş

 


     Gizem Çavuşoğlu'nun Eski Yazıları

DERiNLiKLERiYLE iNSAN-I MüNEVVER

Osmanlı İmparatorluğunun çağ açıp çağ kapatan hükümdarıdır o. Efendimizin(s.a.v) “İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o askerler ki ne güzel askerlerdir.” hadis-i şerifiyle müjdelenen büyük zat! Evet… Devrin en büyük ulemalarından Fatih Sultan Mehmet Han.

Sultan Mehmet 30 Mart 1432’de Edirne’de doğmuştur. Babası VI. Osmanlı padişahı II. Murad, annesi Hüma Hatun’dur. Şüphesiz ki bu muhterem insanın yetiştirilmesinde ailesinin payı büyüktür. Hüma Hatun oğlunun ruhunu tıpkı bir nakış gibi işlemiştir. Daha karnında taşımaya başladığı andan itibaren yere abdestsiz basmamış, besmelesiz emzirmemiştir. Yani bu büyük imparator eşsiz bir manevi ruhla büyümüştür. Eğitimine de hassasiyet gösterilmiş, devrin en büyük âlimleri tarafından yetiştirilmesi sağlanmıştır.

Fatih Sultan Mehmet dini ilimlerin yanı sıra tarih, coğrafya, matematik, astronomi ve edebiyata da ehemmiyet göstermiştir. Kendisine bu konularda ders verecek hocalar tayin etmiştir. Mesela, şehzadeliği sırasında İtalyan bilim adamlarından Roma tarihini öğrenmek için ders almıştır. 

Edebiyata olan ilgisiyle de başarılı eserler ortaya çıkararak ‘Avni’ mahlasıyla yazmış olduğu şiirler, Türk şiirinin en güzel örneklerinden sayılır. Fatih Sultan Mehmet saltanatı süresince bu konuyla yakinen ilgilenmiştir: Mahiyetindeki 185 şairden 30’unu maaşa bağlamıştır.

İlgilendiği tüm konularda başarı gösteren üstün deha Fatih, birçok yabancı dili de anadili gibi öğrenmiştir. Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, Slavca ve Latinceyi çok iyi konuştuğu rivayet edilir.

Kısacası Fatih Sultan Mehmet ilme ve ilmî çalışmalara son derece saygılı olup, onlarla görüşmeye büyük ehemmiyet göstermiş ve onları desteklemiştir. Bunun en güzel örneği ise ünlü matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu’nun İstanbul’da kalmasını sağlamış olmasıdır.

Devlet yönetimde de adını dünya tarihine büyük harflerle yazdırmıştır. Her şeyden önce muhakeme gücü yüksek, azimli, kararlı ve kudretli bir devlet adamıydı.”Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni alır!”dedi ve tarih derslerinde anlatıldığında masal gibi dinlediğimiz o büyük kutlu fethi 29 Mayıs 1453 Salı günü gerçekleşmiştir. Bu fetihle birlikte Efendimizin(s.a.v) övgüsüne mazhar olmuştur. Bu büyük zaferin etkisi tüm dünyaya yayılmış, ortaçağ kapanıp yeniçağ açılmıştır.1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu ortadan kaldırılmıştır. Otuz yıllık saltanatı süresincede; 25 askerî harekâtâ bizzat katılmış ve iki imparatorluk, dört krallık, on bir prensliği kendisine bağlamıştır. 

600 yıl boyunca diğer atalarımız gibi Fatih Sultan Mehmet Han’da gaza ve cihad için savaşmış; İslam sancağı altında ülkesini korumaya ve yaşatmaya çalışmıştır.

Osmanlıyı Osmanlı yapan padişahların akla gelen ilk mimarlarındandır. Aradan yaklaşık 500-600 yıl geçmesine rağmen adını minnetle andığımız bize dünyanın en güzel şehirlerinden İstanbul’u armağan eden büyük mütefekkire ve tabiî ki tüm atalarımıza gereken değeri ve saygıyı göstermeliyiz. Çünkü kim inkâr ederse etsin bizim özümüz Osmanlıdır!

Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları 

TAZMİNAT MI, EV Mİ?

Atölyeler, fason çalışanlar, bakkalla, dükkânlar, fabrikalar, mağazalar, zincir dükkânlar, holdingler… Küçük, orta ve büyük işletmeler…

Hepsinde çalışan 22 milyon 594 bin kişi. Her çalışanın amacı tek, eve ekmek götürüp, ev ekonomisinin çarkını döndürmek.

Kimisi kendi isteksizliğinden, kimisi imkân kısıtlığından okul eğitimini tamamlamamış. Kimisi ise belirlemiş olduğu hedefine koşar adımlarla ulaşmaya çalışıp lisans eğitimini tamamlamış. Çalıştığı konum üzerine lisansüstü eğitimi almış.

Herhangi bir kurum adına çalışan onlarca, yüzlerde ve binlerce insan var. Yönetim kurulu, müdürler, ustabaşları ve çalışanlar. Hepsi bağlı olduğu kurum adına çalışıyorlar. Ayrı görevleri olup, ayrı ücreti alıyorlar. Bağlı oldukları şirketten veya kurumdan ayrılma isteklerinde hepsini aynı durum bekliyor. Çalışanın, yıpranma payı olarak bilinen tazminatı.

Çalışanın tazminatı, son maaşı çarpımı çalıştığı yılıyla bulunuyor. Kanunlaşmış bir madde bu.

4 arkadaşımla beraber ismi lazım değil bir mekânda otururken, bu konu konuşulmaya başlandı. Sinan Ortakçı adlı arkadaşım, bu konunun üzerinde önceden çalışmış ve kendine has bir proje geliştirmiş. Kendisinin geliştirmiş olduğu bu projeyi bizimle paylaşmak istedi ve bizimde yorumumuzu alıp eksik yerlere hep beraber müdahale edip, daha gelişmiş bir proje olmasını sağlayacaktık. Arkadaşımızı dinlemeye başladık.

Özetle anlattığı, çalışanın işten ayrılırken almış olduğu tazminatının yerine, çalışanın bir konut sahibi yapılmasıydı.

Bunun gerek çalışana, gerekse çalıştığı kurumuna ne gibi faydaları olabilir?

Şirketler, çalışanın tazminatını verirken birçok güçlükle karşılaşıyor. Şirketlerin karşılaşmış olduğu bu güçlüğü hafifletmek asıl olay. Belirli kriterler belirlenerek, belirli koşullar altında bir sözleşme imzalanacak çalışan ve kurum arasında. Böylece çalışan hem bir eve kavuşmuş olacak, hem de çalıştığı kurum tazminat güçlüğünden kurtulacak.

Organize sanayi bölgeleri yakınlarına yapılacak olan işçi konutları, çalışanların kurumlarına rahatlıkla ulaşma imkânı sağlayacak böylece, kurum servis masrafından kurtulacak. Servis masrafından gelen gelirin bir kısmı ise çalışanlar adına kullanılacak.

Yapılacak olan konutların vadeli olarak şirketlere satılması, şirketin nakit olarak vereceği tazminat yükünden kurtulmasını sağlayacak.

Bağlı olduğu kurumlardan ayrılırken, çalışanların eline geçen nakit para genel anlamda çarçur olup gidiyor. Bunun yerine çalışan kişi bir ev sahibi olacak. Temiz, modern, günümüz şartlarına uygun bir ev sahibi olmak kim istemez ki zaten?

Arkadaşım Sinan Ortakçı’nın düşünmüş olduğu bu projeyi enine boyuna tartıştık, burada projenin tüm detaylarını veremiyorum. Ancak üzerinde çalışıldığı zaman ve bazı şeyler daha eklendikten sonra fevkalade bir proje olacağına inancım tam. Kendilerine ait olan bu düşünceyi bizlerle paylaştığı için ve genel hatlarıyla bu platform üzerinden bana paylaşma hakkını verdiği için kendilerine teşekkür ediyorum…

Ahmet Eren

Paylaş


     Ahmet Eren’in Eski Yazıları

 

Tarih akar, beşer bakar..

Meşhur ve nevi şahsına münhasır güzel cumhuriyetimizin, bataklıkta çırpınan bir hasta adamın uzattığı son parmak olduğu yarı-yalanı ilekurulduğunu farz edelim.

Yeni bir ulus devlet tasarımı tedavüle konmuş, “Hepiniz Türksünüz yahu, tek farkınız coğrafyanız aslında..” denmiş, toplumumuzun trafik kurallarıyla ilişkisini şöyle bir gözlemleyen cin alilerden biri, bir ara “Hz. Adem’in de Türk olduğu düşüncesi” tarafından şöyle bir sarsalanınca, “bir daha düşün” duvarlarıyla kuşatılmış; en sonunda “Türk dediğin, hatun sözüyle iş mi yapar?!”a varmış.

Kalan birkaç damla haysiyetini için emparyel rüyalarda ihtilam olmaya mahkûm olan gariban halkın muhayyilesi de çocuklara envayi çeşit subliminaller nakşedilerek zımparalanmış;

“Kalbi vatan için çarpar Turan’ın 
Mekanı cennet olsun Kemal Ata’nın 
Edirne’den Kars’a kadar vatanın 
Gezdim toprağını taşını gördüm..”

 

“Devletin başındaki insan şahane yataklarda değil, ölüm döşeğinde yatmalı..” der eski daimyolar, ve rol biter, perde kapanır…

Fabrikasyon Türk vatandaşı mefkuresi, gittiği yere kadar gitmiş, Kemalizmanın romatizmaları azana kadar da harbi harbi iş görmüş.

Devletin cellat bıçağı, saplandığı omurgadan birazcık uğrayınca, felce uğrayan halkın da başka afyonlara alıştırılması elzem olmuş, malum, jakoben ideoloji yutturulan insanımızın bir yerden sonra midesi bozulmuş..

Haliyle birileri bir yerden bir 45’liği çekmiş ve DP doğmuş, nâm-ı diğer andro-türkislam dönemi.

“Hepiniz Türksünüz” diyen kurtlarımızın savına, “Hepiniz Müslümansınız ama zararsız olandan” eklenmiş, halk devrimlerle öpüştürülmüş barıştırılmış..

Artık yeni slogan; “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman..” imiş.

Kırmızı börklü prenseslerimiz ve fu manchu bıyıklı cücelerimiz de bunu “yemiş”.

Ahura Mazda’nın racon kesmesini bekleyen Hürmüzlerin ve Ehrimenlerin didişmesi sırasında ezilen çimenlerin suyu da, nice vampirin dişine cila olmuş..

Hasılı, demokles nâm bir zatın ASELSAN işi kılıcı yüzyılın son çeyreğini kalbinden vurmuş.

“İhtiyaç dahilinde(!)” ve “kazara(!)”  ikinci kez düşen bu tetik de “düzen, nizam, intizam” demiş.

Şahin Ayı’yı alt edince.. Eh nasıl derler bilirsiniz, müzik değişirse dans da değişir…

Gel zaman git zaman, Türk-islamcıların “zararsız” -modern tabirle pratiksel olmayan- bayramdan bayrama secde gören Türk, doğru ve çalışkan nesil Darvin abimizin öngördüğü gibi evrimleşmiş.

Çalar saatin matkapvari sesiyle “ossaat” yerinden sıçrayan “kendilerine demokrat”lar bellerindeki yatağanları, teberleri, kargıları, kamaları, hançerleri ve “en keskin kılıç”ları çekmiş; büst, endoktrinasyon, anayasa, tarih Allah ne verdiyse yumulmuş, haddi aşmayanları iyi de etmiş.

Bir zamanlar fakir ama gururlu olan bazı fikirlerse, kalantorluğun alâmet-i fârikası koca koca döner koltuklarda “vahşi ve ilkesiz” olarak arz-ı endam eylemiş.

Ne derdimiz varsa “Ya işte Kemalizm.. darbeler falan” demek de adet olmuş tabii..

Taraf olmayan, şehit olmuş;

Masal da bisiklet tamircisi evliyamız Hikmet abinin sözüyle son bulmuş;

“Tamam, birçok şey kemalizmden de,
Ulan her şey mi kemalizmden?”

 

“Ya Araplara ne oluyor? Haberlerde gördüm, bir kargaşadır gidiyor. Ne iş? ” diyen üniversite öğrencisi için sözün bittiği yerdir.

Toplumun geneline yakıştırmak istemem ama ortada büyük bir çoğunluk için genel geçerliliği olan çok ciddi bir durum var: Karşımızda habersiz, ilgisiz, bilgisiz bir gençlik var!

Kimse, mesele üzerinde derin sosyolojik araştırmalar yapacak denli bilgi sahibi olmak zorunda değildir; ama iş, yanı başınızda aylardır devam edegelen bir hareketin genel hatlarını bilmeyecek raddeye geldiyse, işte problem orada başlar.

Tunus’da Mohammad Bouazizi’nin Sokak ortasında kendini yakmasıyla ilk ateşini alan Arap devrimi; sırayla Mısır, Yemen, Libya, Suriye üzerinden alevlenmeye devam etti. Tunus’da

Bin Ali uğurlandı, Mısır’da Mübarek... Libya’da insanlar günler boyu, Kaddafi güçlerince ateşaltına alındı. Suriye’de Esad şovunu yaptı. “Gitmem,dedi… Değişim gelecek, bekleyin” dedi.

O gitmedi. Ve vaat edilen değişim de gelmedi.

Gerek önceki yazılarımda, gerekse envai çeşit sosyal paylaşım sitelerinde Arap Devrimi / Hareketi / Baharı üzerine sayısız yorum, haber vb. paylaştım. Bunun bir sosyal sorumluluk olduğu inancını taşıdım. Elimdeki tek güç olan medyayı kullanarak dünya genelinde bu harekete destek veren kitlelere katılmaya çalıştım.

Neyi başardım? Niye yaptım?

İdealim, Hz. İbrahim'in ateşe atıldığını görüp ağzıyla su taşımaya çalışan karıncadaki iradeye sahip olmaktı. Ona“senin taşıdığın su ne işe yarayacak?” diyenlere, “olsun, ben safımı belli edeyim” demesi gibi, bir yerlerde özgürlüğü için mücadele veren halkların yanında olduğumu kendimce itiraf etmekti tek gayem. Ama gelin görün ki, bu harekete olan ilgi “aşırı, gereksiz ve anlaşılmaz” bulundu. Sanki Arap dünyasında olan şeyler, bizim dünyamızı ilgilendirmiyordu. O zaman, sürekli küreselleştiğini söylediğimiz dünyada, Arap ülkeleri yer almıyor muydu?

Gelişmeler ülkemizde cereyan etmiyor olabilir, topraklarımızdan çok uzak bir yerlerde, hatta bir başka kıtada, Türk’lerle / Türkiye’yle ilgisi olmayan işler yapılıyor olabilir veyahut o işleri başaran Arap’ların bizatihi kendilerine haz etmiyor olabiliriz. Her türlü ihtimali düşünmeye çalışıyor ve –yeterince başaramasam da- empati kurmaya çalıştığımı söylemek istiyorum.

“Neden ilgisiz kalınır?” sorusunu kendimce cevaplamaya uğraşıyorum. Ve üzülerek bildiriyorum ki, bu sorum beni toplum geneline hâkim olan habersiz / ilgisiz / bilgisiz gençliğe götürüyor. Gençlik haber takip etmiyor, gençlik dünyayla ilgilenmiyor, gençlik bilmiyor!

Yakın zamanda yapmayı planladığımız bir panel var. Konumuz, Arap Devrimi. Uzman kişiler eşliğinde Türk & Arap gençlerinin katılımcısı olacağı programla beraber, toplum genelinde duyarlılığımızı arttırmak ve bir bilinç uyandırmayı planladık. İnşallah yapacağımız işler hayırla sonuçlanır.

Daha haberli, daha ilgili ve daha bilgili olan bir toplum olmak dileğiyle…

DÜŞÜNME EVİ

 

‘Selin ile Cem pek yakında düzenleyecekleri düşünme gününde sizleri de aralarında görmekten mutluluk duyar. Adres, gün ve saat telefonla bildirilecektir. Çelenk gönderilmemesi, isteyenlerin Lacivert Yıldız Modaevi’ne bağışta bulunmaları; çocuk getirilmemesi veya Pembe Panjur Çocuk Yuvası’na emanet bırakılması rica olunur. Toplantıya günlük giyimle gelinecek, tören giysileri evde değiştirilecektir’.

Davetiye ulaştırılmış kişiler, geçen üç günün ardından gelen telefondan adres, gün ve saat öğrenmiş, gerekli ön hazırlığı yapmış ve istenen vakitte orada toplanmıştı. Özel dikim elbiselerini giyinmiş olarak düşünme gününe, düşünmeye hazırdılar. Çelenk göndermemiş, yanlarına çocuk almamış, yalnızca kendilerini getirmişlerdi. Bu durumda Lacivert Yıldız Modaevi yapılan bağışlardan memnun, Pembe Panjur Çocuk Yuvası artan çocuk sesleriyle mutluydu. Emanet ücreti -her zamanki gibi- çocuklar alınırken ödenecekti.

Her şey iyi bir düşünme gününe göre düzenlenmişti. Düzenleyenler Selin-Cem ikilisiydi. İnsanda düşünme isteği uyandıran bir renk olan sarı, evin bütün duvarlarına ağmıştı. Düşünmeye hizmet ettiği ispatlanmış siyah ev terlikleri kendilerini ezen çoğu etli, bir kısmı biçimli ve taraksız (iki tane düztaban var) ayağı gezdirmekten zevk alıyor gibiydi. Naftalinli ağır perdelerin verdiği loşluk, evin eşyasız boşluğuna aldırmadan düşünme için gerekli havanın sağlanmasına katkı sağlıyordu. El sıkıştıktan beri ellerini kavuşturarak oturan bazı davetliler vaktin geldiğini bildiren çın sesiyle düşünmeye başlamak üzere toparlandılar. Derli toplu adam ve kadınların toparlanmasını izleyen Selin, evsahibi olmanın getirdiği düşünülmüş bir özenle ve sakin hitap etti: Dostlarım, bununla on üçüncü günümüzü tamamlamış olacağız. Düşünce üzerine düşünmek amacı, amaçlanan düzeye geldiğinden, bugün tersine mühendislik yöntemi ve zıtlık ilkesi uygulanarak karşı tarafı çözmeye çalışacağız. Evet, düşünme ve ev konulu yeni bir düşünmeye başlıyoruz. Aramızda yabancı yok, herkes ne yapacağını biliyor. Vaktinizi almamak için kuralları tekrar etmiyorum. Fikir versin, ipucu olsun diye konuyla ilgili kısa bir yazı okumak istiyorum. Hâ bu arada… Hepiniz hoş geldiniz.

Gecikmişlik izlenimli bir gülümseme kadının yüzünde beş on saniye görünüp konukları uğurlama sırasında çıkmak üzere dişlerinin arasına gizlendi. Hiçbiri bu ayrıntıyla ilgilenmedi; düşünmeye hizmet etmeyen basit bir şeydi. Hepsi, basit olmayan hattâ ciddi olan bir amaç için buradaydı. Çok geçmeden Selin’in okurken kullandığı ses duyuldu:

‘Kimileri dinin Tanrı’yla  kişi arasında bir mesele olduğunu ve sözkonusu meselenin çözümü için de adresin yine o kişinin beyni -veya kalbi- olması gerektiğini söylemiştir. Aynı yolla düşünülürse, şu da öngörülebilir: İnandırmak isteyen madem Tanrı’dır; öyleyse çözüm için adres onun bulunduğu yerdir! Görüldüğü üzre, her iki iddiada mantığa aykırı yer ve akıl boşlukları vardır. Din yalnızca inançtan ibaret olsaydı, birincisinde gerçeklik payı aranabilirdi. Ama bu pay, insanların sosyal varlık olduğu gerçeğini inkar etmekle sağlanabilir. Din bize öbür dünyada nasıl yaşayacağımızdan çok, bu dünyada nasıl yaşanması gerektiğini söyler. Ve din, bir düşünce değildir; düşünce zaman mekan kalıplarıyla sınırlanabilir, fakat din bütün yerleşik kavramları zorlama, alternatif üretme gücüne sahiptir. Düşünce için iman gerekmez; ama din inanç ve uygulama bütünü halinde ifade edilen bir sistemdir. Bu duruma askerlerin pek sevdiği basit bildirim-yaptırım ilkesinde benzerlik arayabiliriz. İki buyuru arasında susarsanız, hareketsiz kalırsınız. Peki, kişi inancı ve onu uygulama arasında tarafsız bırakılırsa acaba ne(ler) olur? Bu noktada, ilgili kişileri kâlplerinin içine hapsolmaya davetten başka elimizden -şimdilik- bir şey gelmeyecektir. Ne dersiniz, düşünme evi olarak esaslı bir adres değil mi?’

Okumayı bitiren Selin, içlerinde eşi Cem’in de bulunduğu topluluğa ‘Evet’ dedi. Bu, düşünme zamanının başladığına dâir uyarıydı. Düşündüler… Ev, bir ân (uzun bir ân) ıssızlık ve sessizlik benzeri bir durumla karşılaştı. Alışkın olduğundan ve kimseyi rahatsız etmemesi gerektiğini bildiğinden o da şartlara uydu: Musluk damlamadı, pencere çarpmadı, vazo devrilmedi, kül düşmedi, sinek uçmadı, kapı gıcırdamadı, böcek geçmedi, bardak kırılmadı… Ev düşünmüyor, düşünmeye gerek duymuyor, onu insanların yapmasından memnun kafa dinliyordu. Düşünme konusu yeni kendileri eski düşünen olduğundan, düşünme süresi alışılmışı biraz aştı. Çoğu yere eğik yüzü, bir kısmı yukarı bakan gözüyle düşünmeye kenetlenmiş oda dolusu insan, kısa aralıklarla yoğun beyin trafiğinden çıkmaya başladı. İlk Haşmet Bey tavandaki moda avizeye dikili gözlerini yere paralel çekmiş, sağına soluna birer bakışla ilk ayrılanın kendisi olduğunu anlamıştı. İkidir böyle oluyor, kendini ilk bitiren buluyordu. Bunun bir sakıncası yoktu, fakat üst üste gelmesi dikkat çekebilir, ilgisizlikle suçlanabilirdi. Yüzüne denmez ama hissetmesi beklenirdi. Ayrıca, vazgeçemediği tavana bakarak açık gözle düşünme yüzünden yakın gelecekte susta bekleyen boyun fıtığı riskini -yine bir ânlığına- düşündü. Çok geçmeden diğerleri de güne ve yaşanan gerçeğe, Selin ile Cem’in evine döndü. Yoğun bir düşünme zamanı yaşanmıştı. Bazen böyle oluyor, topluca transa geçip aynı düşünceye kilitleniyor ve zihni yorgunluk günlerce hiçbirini bırakmıyordu. İçlerinden Osman Nuri Bey’in oğlu genç cerrah Yüksel de çabuk yorulanlardandı. İlk yorum ve değerlendirme için söze girerken yorgunluğunu belli etti. İyi bir denemeydi der demez, bir daha yoruldu. Cem’in ise bugün konuşmayacağı ve seans yönetimini Selin’e yıktığı anlaşılıyordu. Bu durumda dinlendirici işlerin ona kaldığı belliydi. Ev (evin salonu) ağır cümleler, derin düşünceler, farklı kavramlar ve yeni terimlerin yüküyle ağırlaşırken, Cem çoktan mutfağa geçmiş viski, beyaz şarap likör yanında kuşburnu ve rezene çaylarını hazırlamaya başlamıştı. Evin düşünme yoğunluğuna karışan bayıcı buhar tütülü bardakların sehpadaki yerini almasıyla günlük, sıradan konuşma konularına geçildi. İşler, borsa, yatırım, tahviller, piyasa, siyaset, açılış, kokteyl, tatil…

Nedim Bey, düşünme öncesi dinlenen yazıya sinmiş yabancı bir koku, aykırılık, rahatsız edicilik üzerine konuşmak için fırsat kolluyor, zorlanan sabrı harekete geçmek istiyordu. Kararsızlığı yüzünden gecikti. Kalkılmak üzereyken Avukat Cenap Bey -yenice aklına gelmiş gibi- Selin Hanım okuduğunuz makale, dedi. Soru yeterince açıktı, ‘kimin’ denmesine gerek yoktu. Bilmiyorum, dün kargoyla geldi. Yaa karşılığı, içinde barındırdığı kuşku dozunun hepsi tarafından anlaşılmasına yetip artmıştı. Sizce bu normal mi sorusu, kuşkudan geçip suçlayıcı yeni kimliğiyle Selin’e abandı. Dişleri arasına gizlediği gülümsemeyi yuttuğunu farketmedi; anlaşılan uğurlama falan olmayacaktı. Cenap Bey’in bakışı değen hiçbiri ben gönderdim demedi. Öyleyse… İşte bu tespitli tereddüt, mevcut düşünme estetiğine vurulan ilk darbe oldu. Selin, Cem’in kaçınılmaz kayıtsızlığı altında, daralan insan çemberi ortasında yalnızlık ve çaresizlik denen şeyin düşünceden ibaret olmadığını anladı. Bağışlanma umudu mümkünü zorlamaktan başka işe yaramazdı. Yarım düzine kadın ise, çemberin dışında yalın gözlerle bekliyor ve/fakat hemcinslerine yardım düşünmüyordu. Selin de hiçbir şey düşünemez oldu, sonra düşünmeyi unuttu. Ağzında biriken yalvarma sözleri ve beyninden korkunç bir hızla geçen ihtimal arasında bocaladı. Artık gırtlağına bile söz geçiremiyor, ama hırıltısını ilk kendi kulağı duyuyor ve beyni bunun kesinlikle bir düşünce olmadığını söylüyordu.

*

İki ay sonrasının bir pazar günüydü.

Selçuk Bey geçen ay da geç kaldığı toplantı için iki ayağı bir papuçta kapıyı çaldı. Açılır açılmaz da ‘gecikmedim ya’ telaşıyla içeri girdi. Selin Hanım ‘bu adam hiç değişmeyecek, hep aynı şey’ diye mırıldanarak salona değil de mutfağa yöneldi ve Cem’i tedirgin bekler buldu.Ve derli toplu adam ve kadınların toparlanmasını izlemek, evsahibi olmanın getirdiği düşünülmüş bir özenle ve sakin hitap etmek ve ‘Dostlarım, bununla on üçüncü günümüzü tamamlamış olacağız. Düşünce üzerine düşünmek amacı, amaçlanan düzeye geldiğinden, bugün tersine mühendislik yöntemi ve zıtlık ilkesi uygulanarak karşı tarafı çözmeye çalışacağız…’ demek üzere salona geçmeye hazırdı. Gözü bir an yandaki boy aynasına ilişti, kendini bakımlı ama sanki kırklı yaşlarda gibi gördü. Bunu anlayan aynada ilk önce bir dalgalanma oldu ardından da hafif bir çıtırtı duyuldu!

Osman Kibar

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler