Hasret çekme duygusunun, hasret çeken ve çekilen arasındaki mesafe ile doğru bir orantı olduğu sanısına kapılırdım hep. Bu kısmen doğruydu benim kavram literatürümde ancak tamamen doğru olmadığını anladım. Zira anladım ki hasret çekmek için anılara gerek varmış. İyi, güzel ve değerli anılara… Daha da ötesi “Bu anıların hatrına…” diye cümleler kurabilmek varmış. Aksi halde aradaki mesafelerin hiç mi hiç önemi yok. Ne kadar yakın olsa da… Ne kadar uzak olsa da…

Günümüz şartlarında insan mecburi olarak sevdiklerinde uzakta yaşamak zorunda kalabiliyor. Bu hepimizin hayatında olan bir durum. Mesela kazanmış olduğunuz üniversite yaşamış olduğunuz şehirden farklı bir şehirdeyse, o şehri terk etmek zorunda kalıyorsunuz. Bu zorunluluk ailenize, oradaki çevrenize ve o şehre karşı sizde bir özlem hissi uyandırıyor. Bu insana acı geliyor bazen. Hele de her ortama uyum sağlayamama gibi bir probleminiz var ise; gözleriniz hep geldiğiniz yöne bakar, ayaklarınız fırsatını bulduğu anda oraya doğru koşar adım yürür, aklınız da oradaki anılarınızla meşgul olur. Demiş olduğum gibi bu zorunluluk acımasız bir durumdur. Ama acısı ebedî olan bir durum da değildir. Bu acıyı dindirebileceğiniz zamanlarınız olur ve sonra da ya alışırsınız bu acıya yada bu durum zaten ortadan kalkar…

Yukarıdaki hasret ve özlem acısının misli katında bir hasret acısı da vardır. Bu da ölümdür. Sevmiş olduğunuz birisini toprağa gömüp, bu dünyada bir daha görmeme duygusu ve onu sadece anılarda yaşamak zorunluluğu bu dünyada kalınabilecek en kötü durumlardan biridir.  Onunla konuşmaya, hem dem olabilmeye  hiçbir teknolojik alet yardımcı olamaz ve mesafesiz yollarla muhatapsınızdır. Derdinizi sadece kara toprağa anlatabilirsiniz. Lakin hayatını iman nuruyla aydınlatanlar için o da geçici bir hasrettir. Çünkü düşünülür ki herkes ölecektir ve bu durumda kara toprak bir kavuşma meselesi olur. Bunu ümit ederek yaşar ve Azrail’in ürkütücülüğüne inat tebessümle beklenir o an. Zira bu hasret bitecektir..

Ölüm ayrılığından daha da acı durumlar vardır bence. O da; insanın kendi içindeki gönül toprağına gömmüş olduğu merhum veya merhumelerdir. Sebebi ise şöyledir. Zaman, mekan, durum… hepsi kaderin cilvesiyle öyle bir yoğrulur ve öyle bir hal alır ki her şey bir anda biter. O bir andan öncesi ve sonrasında o insana bakışınız, duygularınız ve düşünceleriniz arasında dağlardan engin farklar vardır. Ve bu durumda olan insanın halet-i ruhiyesi, şu an ki Japonya’nınkinden  farksızdır. Zira çok ölmüş şeyler vardır insanın içinde.

“ Bir ömürlük doğru bir anlık yalanla yıkılabilir.” Gerçeğidir konunun özeti ve bu durum  bu dünyada acı gerçeklerden biridir. Artık karşınızda kimliğiyle, cismiyle aynı durumda olan ancak bu aynîlikle tezat halde sende yeni biri vardır. Bunlar tüm somutluğuyla karşındayken insan “eskinin” hasretinde kalır. İşte hasret kavramının sebep olabileceği en büyük acı budur  kanaatimce. Mezarlıkların soğukluğundan dahi medet umulmaz olan bu hal münasebetiyle yazının başında dedim mesafeler hasret için her şey demek değildir diye.

Sözlerimi bir alıntıyla bitiriyorum: 

Yalnızlıktan galip çıkmaktır irfan hiç olmadan

İrfan çıktığın her seferden dönmek hasret ekmeden

Ektiysen de  ders almaktır hasret filizlenmeden

Ekmediysen de gönül almaktır seferin bitmeden. 

Saygılarımla…

UMRE GÜNCESİ: UFUKLARARASI YOLCULUK 

Mudanya                                                                                                                                                                    22.02

BursaRay Kart’ın bip sesini başlama gongu kabul edersek, artık ‘yolcu’ olduğumu söyleyebilirim. Yaklaşık 3 hafta önce telefonumu heyecanından titreten haber, beni bugün memleketime getirdi. Babamın geçmişte verdiği bir sözün, sözcüklere dönüşerek açtığı pencere; çelişkilerin kalın kumaşlarından dikilmiş perdelerle çepeçevre çevrilen çehreme gün ışığını gösterdi.

Hızla Bursa’ya doğru yol alan otobüs, kalem ile Güzelyalı arasında ‘o-piti-piti’ oynatıyor. Yaşattığı halet-i ruhiye ile sanırım bu seyahate en uygun şarkı, Beirut’tan Scenic World: A scenic world where the sunsets are all, breathtaking…

***

Bursa                                                                                                                                                                              24.02

2009 Eylül’ünde bavul toplarken çok uzağa gittiğimi düşünmemiştim. Altı üstü 75 dakikalık bir feribot yolculuğu, ‘ev’ ile arama mesafe koyamazdı.

Yanılmışım, meğerse yolcu’luk o zaman başlamış.

*

Bomboş bir otobüsten Gemlik Denizini izliyorum şu an. Onlarca deyim içerisinde, ayrılık fiilinin şapkasını giyen yol mefhumu, Bursa’ya yine gölgesini düşürdü. Geride bırakılan beyaz şeritler, geleceğe doğru adımlayan temiz sayfalar gibi.

60 yaşını geçmiş birçok insan, otobüse valizlerini koyup aileleriyle ağlaşıyorlar. Kutlu bir veda bu; kimse birbirini kutlamasa da, veda edilenlerin gözyaşları kıskançlık kovasına damlıyor; kutsal topraklarda yürümeye imrenen gözler, ıslak tebessümlerle akrabalarını izliyor.

Kısa bir süreliğine bize vedia bırakılmış vücutlarımız, “Allah’a emanet ol” dileğiyle vedasını yolluyor. Elini sallamayı, dua etmek için avuç açmak üzere yarıda kesen bu insanlar tamamen kozmopolit bir profilde: Yaşlı-fakir, dindar-dünyevi, genç-yaşlı…

*

Yeniden asfalt ütülemeye başlayan otobüsün içinde beyaz başörtülü nineler, birbirlerine dini motifli cümleler kuruyor.

Söze dökülemeyen kelimelerle seven, hüzünlerini söylemeyip çehresinin çizgilerine gömen ve saf bakışların berrak suskunluğunda ruhlarının tüm çeperlerini gösteren tertemiz teyzeler…

Masumiyetin mütebessim melodisiyle şefkat şarkıları söyleniyor nur yüzlerinden. Seslerin en huzurlu renginden ninni dinlettikleri evlatlarına dua ediyor hepsi içinden.

Ne kadar da güzeller…

*

Tez ulaştığına bir kez daha tanık olduğum kara haber, fısıltılara şu anda manşet olmuş durumda.

Babası vefat eden 6 kişilik aile, hıçkırıklarla bavullarını geri alıp kafileden ayrıldı. Kim bilir kaç gündür tahayyül edilen topraklar, bir telefon çığlığında erozyona uğradı. Mekke ufuklarına havale edilmiş hayaller, havayı karartan bir haberde hatmoldu.

İnnalillah ve inna ileyhi raciûn” kaidesi, ‘her şeyde bir hayır vardır’ düsturuyla aynı tencerede kaynatılırken, teyzeler meraklı gözlerle arka koltuktaki gence kaçamak bakışlar atıyorlar.

Bu otobüste yaşı kemâle ermemiş kişiyi doğru tahmin edene gizli Haliç hazinelerini vaad ediyorum.

***

Yalova                                                                                                                                                                          24.02

Sisli bir şubat gününde İstanbul’a doğru ilerleyen aracımız, an itibariyle Yalova sınırına ulaşmış bulunmaktadır.

Yalnızca 30 saat süren Bursa seyahati, üç aylık ayrılığa pek aldırış etmedi.

Uzaklık kavramı aslında kilometre kıstasıyla derecelendirilemeyecek bir algı. Mesafelerin uzak tutamadığı, yakınlığın yan yana olmayı iktiza etmediği ve gönlün gözden daha belirleyici bir mekanizma olduğunu söylemek mümkün.

Vapurdayım şu an; ortasındayım iki memleketin. Arkamda Bursa, önümde İstanbul.

Hangisine yakınım?

***

Istanbul                                                                                                                               24.02

Beyaz bir tül serilmiş bordo renkli koltuklara; kırışmış yüzlerinin ince çizgilerinden ışık sızıyor; hepsi şükür ve tevekkül içinde dua ediyor, Kur’an okuyor.

Nereye gittiklerinin bilincindeler, sabır içinde ve hazır biçimde orayı düşlüyorlar.

Peki ben? İki haftalık ertelemenin bir günlük rötarında, otobüs yolculuğu yapıyorum. Turist gibiyim, paltosunu alıp serüvene çıkan acemi bir seyyah.

Bilmiyorum aslında nereye gittiğimi, onlar kadar adapte olmuş değilim. Mistik bir mekâna yol tabelalarıyla tırmanan bir yabancı.

Görevli hocalardan biri konuşuyordu az önce: Nasip olmasaydı, izin verilmeseydi, çağrılmasaydık gidemezdik.

Öyle mi gerçekten? Davet mi edildim O’nun evine?

Kadir-i Zülcelâl misafir kabul etmez mi herkesi beytine?

***

17:30 Seferli Suudi Arabistan Uçagı                                                         24.02

Kendi yaşıma yakın birini buldum: 11’lik Berkay. Uçağın dar koridorunda birbirini itekleyen onlarca amcanın yerleşme çabası boğuyor ikimizi de. Havlulara sarınmış, yolculuğun son safhasında dakika sayıyoruz.

Havlu demişken, terli sırtımıza konmuş bezleri kastetmiyorum; yaklaşık üç saat önce niyet edip ihrama girdik. Kefene sarılmışçasına, dikişli her kıyafetin çantaya sokulması ve iki havlunun beyazlığıyla örtünülmesi gerekiyor. Yani bir çift ayakkabının bile işe yaramadığı bir durumda bahsediyorum. Çıplak ayaklarla Atatürk Havalimanında Gandhicilik oynamayı tavsiye ettiğimi pek söyleyemem.

Bu arada iyi bağlanmamış havlunun belinizden kayıp, sizi Sezar görünümünden kurtarması müreccah bir durum değil; bebek masumiyetine imrenirken, anadan doğma kalmak istemezsiniz.

***

Cidde Havalimanı                                                                                      24.02

Herkesin bağıra çağıra Türkçe konuşması, Arabistan’a gelip gelmediğim konusunda beni kararsız bırakıyor. Ancak siyahî iki sakallı askerin Arapça konuştuklarını duyunca ikna oldum: Vardık.

Cidde’deyiz ve şu an bagaj almak üzere havalimanında bekletiliyoruz. Uçaktan inerken vedalaştığım yoldaş Berkay, bana Facebookhesabımın olup olmadığını sordu. Beşinci sınıfa giden her çocuk gibi futbolcu olmak istediği için, kendilerine Bursaspor logosunu profil fotoğrafı yapmak farz kılınmış.

Pilotun usta kaptanlığı, otoyolda seyreden şehirlerarası otobüs konforunu yaşattırdı. Tonlarca yüklük bir demir yığınının onlarca saat havada süzülmesi, şaşırtıcı olmaktan ziyade iç ürpertici.

***

Beytullah                                                                                                                          25.02

Oradayım, O’nunlayım, O’nun huzurundayım.

Kapına geldik, geri çevirme ya Rab!..

***

Kâbe’nin 15 Metre Önü                                                                               26.02

Dün itibariyle birinci günü geride bıraktık. Bir hafta kadar uzun gelen bu ilk gün içerisinde; kalabalıkların boğuculuğunu, kilometrelerin yoruculuğunu, başka kültürlerin farklılığını, farklı renklerin kaynaşmasını, dua etmenin huzurunu, O’nun huzurunda olmanın mutluluğunu, mutluluğun O’na kullukta olduğunu gördüm.

Solumda Kur’an okuyan Endonezyalının saçlarında birkaç saniye oyalanan kelebek, önümde namaz kılan bir İranlının ellerine teğet geçip omzuma kondu; bir sonraki durağı muhtemelen sağ arka çaprazımda kestiren Arap’ın kallavi göbeği olacak.

Algı kapısının malayani meşgalelerle küflenmiş kilidini kıran ve zihin açıklığını keskinleştirip her kuvveyi kuvvetlendiren bu atmosfer,buram buram huzur kokuyor.

Sırtımı sütunlara dayayıp, önüme Kâbe’yi alarak uyuyakaldığım beş dakika içerisinde 8 ayrı rüya görmem, muhayyilemin ne denli serinolduğunu gösteren küçük bir misal.

*

Açıkçası buraya gelmeden önce, kapitalist güçlerin işbirlikçisi ve emperyal odakların maşası olan Arapların, İngilizce bildiğini zannediyordum. Konuşmaya çalıştığım onlarca kişi, kalkık kaşlarıyla bir süre beni dinleyip “No İngıliş” diyerek Arapça’nın mahreçli sularına yelken açtı.

Kirlerinden dolayı zenci görünen bu Amerikan uşakları ile mübarek ve bağımsız Türk hacılarının anlaşamamasının sebebi ise onların Türkçe bilmemesi.

Fakat bizi sırtımızdan vurmalarına karşın özverisini esirgemeyip, onları muhatap almaya tenezzül eden hoşgörülü yurttaşlarımız, tek bir cümleyle bütün iletişim problemlerini çözüyorlar:

Kem riyal? [Kaç para?]

***

 

Mescid-i Haram Avlusu                                                                             27.02

Türkleri diğer Müslümanlardan ayırmak oldukça kolay.

Karakteristik davranışlarımız dışında, bariz bir fizyonomik farklılık var: Beyaz ten, büyük burun ve genel olarak renkli gözler. Yürüyüş şekli, giyim tarzı, konuşma üslubu, ibadet biçimi kendini çok belli ediyor. Sıcak ve samimi bir siluetimiz var.

Belki de faşistler haklı: Türk isen övün, değilsen itaat et(!)

Son olarak “Araplara para yedirmem!” diyerek buraya gelmekte direten amcaya Said Nursi’den gelsin: Cennet ucuz değil, cehennem lüzumsuz değil.

***

Mekke-i Mükerreme                                                                                   28.02

El değmemiş güzellikler, ellerimizden kayarken; el açıp O'na yalvarmaktan başka bir şey gelmez elden.

Kötülükler kuşatıp, kurutunca ruhumuzu kasvetinde; O'nun yardımı yağarak iyi'leştirir kalbi bir rahmet katresinde.

Dualar damlar dudaklardan diyar diyar; yaşlar süzülür sözlerden: Ya Gaffar, ya Settar!

Tüm sedalarda yankılanır tek bir nida, yakarışlar yakılır her bir gözyaşında.

Kusurumuzu affet ya Rahman, bizi kendine kul kabul et ya Mennan; eman ver bize eman, ayrı tut azabından.

Evindeyiz ya Rab, geri çevirme kapından…

***

Beyt-ül Haram                                                                                            01.03

Sanılanın aksine, Kâbe, dünyanın en laik alanlarından biri.

250.000 kişilik kalabalığında; kadın ve erkeğin birbiriyle böylesine sık karşılaştığı, birbirini bu denli rahat işittiği ve birbirine bu kadar fazla temas ettiği başka bir ortam yok.

Çıkış kapılarına yığılan veya tavaf etmeye yönelen yüzlerce insan, alan darlığının çaresiz sıkışıklığında iç içe yürüyor.

Bununla birlikte herkes istediği biçimde ibadet etmekte serbest.

Namaz sırasında yürüyen, kıyamdayken çocuğunun ağzına biberon veren, rükûya giderken gözlüğünün camını temizleyen ve secdeye gitmişken beş dakika kestiren muhtelif mezhep mensupları mevcut.

Ayrıca tüm hacılar, din ve devlet işlerini ayırıp, dünyayı dışarıda bırakmış durumdalar. İranlı ve Iraklı yan yana saf tutup birbirini boğazlamazken, Arapların önünde Kur’an okuyan bir Türk ‘arkadan’ bıçaklanmıyor.

Ancak laikliğe aykırı tatsız hadiseler de yaşanmıyor değil.

Annem de dâhil olmak üzere, birtakım mürteci çevrelersırf Arap kadınlarına özendikleri ve duydukları kıskançlıktan çatladıkları için başörtüsü felan takıyorlar.

Hepsini, çağdaş Türk bayanlarının yaşayan temsilcisi Canan Arıtman’a havale ediyorum.

***

Kâbe-i Muazzama / 2. Kat                                                                       02.03

“Sevgili günlük,

Bugün sabah 04.30’da kalkıp abdest aldım. Sonra Kâbe’ye gittik. Orada kaza namazı kıldım. İki cüz de Kur’an-ı Kerim okudum. Sonra sabah ezanı okundu. Namaz kıldık. Sonra...”

Klasik günlük jargonunun bayağı lirizmi, oldum olası bana yapay ve edilgen gelmiştir. Liseden bu yana aklımdan geçeni ve aklıma gelenleri karaladığım defterlerin hemen hepsi günce formatına aykırıdır; kimisi ise gündelik yaşantım güncelliğini yitirip hatıra niteliğine büründüğü için kaleme alınmıştır.

Gün içinde yaşadığım bir olaya ilişkin satırlar, fiilsiz cümlelerden örülü bir denemeye veya sistem eleştirisi yüklü satirik metinlere evrilir genellikle.

Saat kadranlarının benzinini emen bereket mefhumu, saliseleri saniyelere saklayarak, güneşi erken doğurup geç batırıyor.

Zamanın menüsünü zenginleştirdiği ve tepside sunulduğu bu günleri, üst paragrafların sünepe sözcükleriyle miyavlatmak, üstümde dönen vantilatöre bile saygısızlık.

*

İkinci katın balkonundan izliyorum tavaf eden yüzlerce Müslümanı.

Durmaksızın dua edilerek tahmid, takdis ve tesbihte bulunulan Cenab-ı Hakk’a teslim olmuş bu insanlar, avuçlarını açıp dilekçelerini iletiyorlar: Ey Rabb-i Rahim! Bizi tevbe, evbe ve inabelerle sürekli Senin kapına rücû edenlerden eyle…

Günahların abus suratlı kâbuslarında bağlanmış ellerini gökyüzüne kaldırıp, gözyaşlarıyla af diliyorlar: Ey Kadir-i Zülcelâl! Sen yegâne sığınağımızsın; merhamet et, muhabbetinle sar, medet eyle, dergâhına yönelmiş derbeder gönüllerimizi geri çevirme…

Irk, renk, cinsiyet, yaş ayırmaksızın kol kola yürüyen yığının dudaklarından tek bir yakarış işitiliyor: Ey Vahid-i Ehad! Gönlümüzü ferahlat, ruhlarımızı rahatlat, kalplerimizin kilidini aç, bizlere lütfundan rahmet saç…

Hatalarla hasifleşmiş ve haramların hezeyanında hark olup hüsnadan hüsrana hurûc etmiş hasletlerine ağlayarak O’na yalvaran tüm günahkârların lisan-ı halinden sadece bir seda duyuluyor: Lebbeyk Allahümme lebbeyk!.. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk! İnnel hamde vennîmete leke velmülk!.. Lâ şerîke lek!

***

Ey Rabbim! Gönlüme genişlik ver, işimi kolaylaştır, dilimdeki tutukluğu çöz. Tâ ki sözümü iyice anlasınlar.

Said Dogrul

 

Bir Sonraki Sayıda Devam Edecek…

Paylaş


     Said Doğrul’un Eski Yazıları

Gökyüzüne serpilmiş yıldızlar misali, yeryüzüne kondurulmuş kubbeler şehri İstanbul..

Ne arsız, ne zalim. Ne duyarsız, ne de hain.

Karakteri mutasyona uğramış yığınların istilasına öfkelenmemeyi başarabiliyor hala.. Eski zaman insanlarına özgü vakur duruşuyla sineye çekebiliyor acımasızlıkları. Sabırla bekliyor limandan uğurladığı kadim dostlarını, asla geri dönmeyeceklerini bile bile.

DEMOKRASİYE RAMAK KALA - 1

Adalet şüphesiz ki devletin gerçekleştirmekle mükellef olduğu en önemli mefhumlardan biri.

Ancak toplumumuza baktığımız zaman herkesin adalet düzeniyle, mevcut kanunlarla veya hiçbiriyle olmasa da en azından yasanın uygulayıcılarıyla bir problemi olduğunu görüyoruz. Peki adaleti sağlamaya yönelik tek sorun iktidar sahiplerinin bu alandan rant sağlama çabası sonucu yargının siyasallaşması mı? 

Bu sorunun niteliği ve çözülemezliği gereği geçmişe dayandığı dolayısıyla da bunca sorumluluğun bir partiye yahut bir kesime dayandırılamayacağı; aslında ne yazık ki bu kadar basit ve sabun köpüğü kıvamında olamayacağı inancındayım.

Henüz yüz yılını doldurmamış ve o ana kadar ait olduğu geleneği yıkarak yepyeni bir yapılanmayla meydana gelmiş bir devlet için yargının misyonunun farklı olacağı yadsınamaz. 

Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulum aşamasında [Bu aşama çağdaşlıkla rötuşlanmış bir ideolojinin hayata geçirilmesi sürecini kapsamaktadır] yargının yeri ve yaptırımı ne olmuştur? 

Biliyoruz ki sosyal bilimlerde de fen bilimleri kadar net olmasa da bazı şartların bazı sonuçları doğuracağı açıktır. Ancak bu sonuçların toplumsal uzlaşmayla eriyip benimsenmesi halkın tabanının bu yıkımla kurulmaya çalışılan ideolojiye verdiği reaksiyonla belirlenecektir.

Kimse mantık dizgisinin getirisi olarak öyle bir anda tam bir demokrasinin gerçekleşmesini bekleyemez.

Bu dünya tarihinde hem kaos ortamından düzene geçişlerde böyle olmuş hem de özellikle İslam etkisinin arındırılması işleminde bu şekilde gerçekleşmiştir. Bu nedenledir ki bu yapıyı kuranları demokratik değillerdi şeklinde yaftalayarak başarısız olarak nitelendirmek elbette ki doğru olmayacaktır.

Ancak devletin birey için var olduğu düşüncesinin gereği olarak kimsenin yeni kurulan devletin demokratik unsurlara dayandığı, hatta demokrasiyi temel aldığı gerçeğiyle de avutulmaması gerektiği inancındayım.

Hadi diyelim bu geleneğin milenyum yıllarındaki temsilcilerinin iddia ettiği üzere Türkiye'nin kendine has şartları o zamanlar böyle olmasını gerektiriyordu.

O zaman demokrasi ilkesine bu denli sahip çıkışınızı; öyle olmadığı halde bu yapılanmayı demokrasiye dayandırmanızı; parti-devlet, ordu-devlet mitlerini benimsemenizi; parti içi demokrasiye açıkça vurulan darbeler dolayısıyla samimi bulamıyorum. 

Cumhuriyetin kurulumunu neden demokratik olarak nitelendiremeyiz ?

12 yıllık temel eğitim ve üniversitelerimizin birinci sınıflarında yer alan İnkılap Tarihi dersleri çerçevesinde ve tabi bu çerçevede yararlandığınız kaynakları baz alarak en nihayetinde sorgulamayarak çok kolay olarak nitelendirirsiniz.

- Devam Edecek -

Aysel Serpil Görgün

Paylaş


     Aysel Serpil Görgün’ün Eski Yazıları

 

Güneş, uykuda yakaladığına daha bir sert vururmuş.

“Yeterince doğuya gidebilmeyi becerebilirsen eğer, batıya varabilirsin.”

Uyandığın anda sessiz bir patlamayla düşen horoz, bu..

Tecahül-i arif, cahilken daha kolaydır.

Sızlayan kapı otomatiğinin start vermesiyle; sağa sola birer selam, ve düş düşten yola, “Ey hayrete düşenlerin delili, delilim ol, delin olayım..” mırıltılarıyla akan bir emanetle..

Sen.. Homurtuyla yıkanan yüzdeki ilk çapak, Şirinler’den fırlamış veletlerin ezdiği ilk kola kutusu, burulup kapağı uçurulan ilk pet şişe, ilk açılan kepenk, edilen ilk sunturlu küfür, kapalı alanda çalınan ilk “klakson”.. Hatta sıkıcı bir romandaki ilk kısa çizgi..

İnsan.. İstediğin kadar inat et beyaz kalmakta güzel papatya, deney olsun diye mürekkep dolu vazoya konuldun sen.

Ama edebiyatı bırakalım efendim; O’ndan bir yaprak okumak için, gayrıdan bin yaprak unutmak gerekir imiş.

İlahi şutlanmanın müthiş hızıyla uzaklaşırken, duymakta giderek daha çok zorlandığın bir ses, seçebildiğin kadarıyla; “Ya ara dur, ya bulduğunu duyur.” diyordu. “Vardır elbet bir hikmeti..” deyip uymak icap eder ve adımlar birbirleriyle didişirken, ayak izleri kalpte belirir.

“Dem bu demdir, dem bu dem..”

Daima ıslak bir paltoyla terk edildiğin – ya da öyle sandığın- bu karakışta, bacaklarının yorgunluğu ancak görünmeyen, mütevazı bir çığla açıklanabilir. Başka da prangaya lüzüm ve o oranda tahammül yoktur zaten.

Eteklerini toplayan külüstür tramvayda akarken, hayatın duraklarını da dolaşırsın. Hızlanan zamanın güzel olsun/olmasın tüm görüntüleri flulaştırdığına hayıflanırsın. Oysa seneler boyunca bıkmadan bakabilirdin, şu küfürleşen kabadayılara, yada kikirdeşen çocuklara.. Aralarındaki fark, sadece zaman değil mi..

Kural iki: Simalarda semalar gizlidir..

Periskopunu külüstürün karnındakilere çevirdiğinde görürsün; insanlar, büyük bir zevkle bakmaktadır dev puntoların altında kalan garibanlara. Manşetleri kanayan kalemşörlerin gözü kara ızdırabı, sebebi meçhul bir sadizm midir?  Gazetesini düzeltmeyi “baş vurmak” yoluyla halleden emekli amcaya umut ışıldayan gözlerle bakarsın, bilmeden de olsa en doğrusunu o yapıyordur. Biliyor mudur yoksa..

Yorgunlukla “ıhlayan” emektar, ifrazatını boşaltır köhne bir durağa.. Bundan sonrası tabanvayla..

Neyse ki, bugün sloganlarla coşan topalların ortasına batıverdin.. Her zaman göremezsin kol kola girmiş topalları, ibretlik bir tezat oluştururlar; hem topal hem koltuk değneği olmanın “Görmeden inanmam ben..” diyen artistlere en sıkı cevabı..

Kırmızı.. Kırmızı ki gülün rengi, postnişin rengi, şehadetin, aşkın, vuslatın rengi.. Kimilerine göre tehlikenin, yasakların, ataletin rengi.

Ağızlardan fışkıran ateşlerin kucağında haykırılan, ziyadesiyle “ıslak” tepsilerde sunulan ham sloganlar konusunda bilmen gereken bir şey var; sürekli tekrar edilmek çoğu sözü çürütür ve çürüyen sözler kalpte toz, yelkende çamur olur. Bunu bilen bilge polis ağabeylerimizin tazyikli suları da sanırım iyi niyetlerinden. Adil olacaklarsa “lütfen, teşekkür ederim, özür dilerim, seni seviyorum, canım, cicim, bitanem, aşkım, hayatım..” diyenlere de aynını yapmalılar. Kılıçları kıskanıyor olmalılar ki, coplar da devlete gölgelik ediyor hayal meyal seçebildiğin kadarıyla..

Kaplumbağalara bulaşma delikanlı, arkaları sağlamdır..

Biber gazı fazla arabesk, ama müstehakız buna, gözyaşartıcı gaza gerek kalmadan ağlayabilmeliydik. Mosmor kesilen ruhların tükürdüğü kahkahalardansa, aşkla istenen bir şey bile sayabiliriz onları. Adem babamızın terekesinden kalan en enteresan miras, suçları bilakayd üstlenmek değil mi?.

Canhıraş bir şekilde gir cennet kapısı bozması avluya, ve soluk soluğa gömül kitaplara.. Bilumum gazların devası limon değil, kitap kokan parmaklardır çoğu zaman. Ama bu da gizli bir bilgi tabii. Söylenmeseydi, iyiydi.

Rehabilitenin sonlanmasıyla süngüler yürümeye başlar sırtında, anlarsın ki vakit demir alma vaktidir. Zira bir güzel sonunda gözlerini kapamış, ışıltısını kaybeden gök geceye kesmiştir.

Rücu ederken hep ninelerinin öğütlerini hatırla, ve tüm üç harflilerden kaç. Hatta aklına bile getirme onları, maazallah sen de onların aklına gelmeye başlarsın, ve saha avantajı maalesef bizde değil.

Maazallah, bir tutamlık ottan sırat gerilebilir.

Üzerine çektiğin mavi gömleğe güven.. Mavi ki, matem rengidir, ve uzak diyarlardaki Tamadalar bile matem sahibinden izin almadan iş yapamazlar.

Kapıdan girdin, gün bitti. Dövüldün, sövüldün, eblehleştirildin, karardın, yakıldın, paslandın, çürüdün.

Çok gezenin padişahı olduğu tek şey arza çıktı anlayacağın; suratından kazıyamadığın kerata sırıtışına rağmen.

Şeref madalyalarını kontrol eden bir kahramancasına yokladığın dudaklarında birkaç çentik var fazladan;

Kısa günün kârı, hiç fena değil…

Bir kişi giriyor hayatınıza, öylece, aniden, size sormuş gibi yaparak ama sormadan, 

Kırılmış, incinmiş olmanıza aldırmadan elindeki bantlarla onarmaya çalışıyor sizi,

Peki diyorsunuz, madem geldin, hoş geldin..

Sonra bir bakıyorsunuz,

Gözleri gözleriniz,

Elleri elleriniz,

Kalbi kalbiniz,

Gecenin karanlığında aydınlığınız,

Sizi kıştan kurtaran sımsıcak güneşiniz olmuş.

İki ayrı bedeni, tek bir yürekle taşımaya başlamışsınız,

Sesinin minicik bir tınısını dünyanın en güzel sesine değişemez hale gelmişsiniz,

Hayalleriniz o, geleceğiniz o, umudunuz o olmuş..

O'nun üzerine inşa etmeye başlamışsınız düşlerinizi.

İhtiyaç için değil de, sırf onun yüzünü görebilmek için uykuya yatmışsınız,

Kokusunun bütün çiçekleri utandırdığını, tadının baldan tatlı olduğunu fark etmişsiniz.

Onunlayken, onu özlemişsiniz.

Yanında olmadığınız anlarda, yanından geçen simitçi onu görebiliyor diye, simitçiyi dahi kıskanmışsınız.

Bunca yıl onu beklemişsiniz,

Başka tenler, başka eller, başka başka kalpler, onu size getiren ufak teferruatlarmış sadece.

*

Size bunlar olurken,

Mutlu olmaktan korkmadığınızı,

Artık yere daha sağlam bastığınızı,

Aldığı nefesin, nefesiniz olduğunu,

'Seni seviyorum'un anlamını daha yeni keşfettiğinizi,

Yaşadığınızı fark etmişseniz sonucunda,

Koskocaman bir çölün ortasında 'ab-ı hayat'ı bulmuşsunuz demektir...

Artık ona, 'madem geldin, hoş geldin' yerine rahatça, 'iyi ki geldin, hoş geldin.' diyebilirsiniz.

Sevgiyle...

Online dergiler Online dergiler