Ne zaman ki, çıktığı toprağa tepeden bakmaya meyletti köklerinden uzaklaşan dallar, ağacın gövdesinde bir çıtırtı başladı. Modernitenin soğuk duşuyla yıkanmış insanlar gerildi, esnedi ve şaşaa ile debdebenin mırın kırın hayatlara sufle yaptığı rüyalara daldı. Anlık zevklerin savurup dağıttığı insanlığımızdan elde yalnızca varoluştan bu yana bütün bir yaşanmışlığın özü gibi kutsal, içimizin kadife sesinasihatler kaldı…

Rüsvalığın algı eşiğinden atlayıp pelüş vitrinli arka sokaklardan meydanlara dökülen çirkinliklerimize Geronimo’nun gözlerinden bakıyor geride bıraktığımız zamanların bizleri ve dahi nasihatlerini Hitler’in hitabından dinleme sınırına geldik yozlaştırdığımız binlerce yıllık değerleriyle. Cızırtılı megafonik seslerin uykumuzu bölmesi pek yakın:

-Sevişin, “düzüşmeyin”  yeniçağ çocukları! Birbirinizin gözlerine şefkatle bakabilmek için yüzünüz olsun. Elbette hissettiğiniz de aşk olmalı, hışırtılı seslerin lisanı olduğu azgınlıkların dakikalık baygınlığı değil.

Ne derler bilirsin 21.yy. çocuğu; “Az yersen miden küçülür.” Eklemek gerek; “Az seversen de ruhun…” Somurtkan bir obez olmanın nedeni fil kadar yiyip kuş kadar sevmen. Mutlu olmak istiyorsan ağzını değil kalbini açmalısın.

Robotları sen yarattın 21. yy. erkeği, onlara özenme. Hiç tanrı kuluna eğilir mi? Güçlü olmak istiyorsan duygularından değil, vahşi güdülerinden kurtulmalısın. Metalin etten pahaca üstün olduğu modern zamanlarda kelle gitar kutusunda dolaşmamanın yolu bu.

Uzak diyarların gölge oyunlarını yakın etme kendine modern zaman kızı. Kate ve William olmak gerekmiyor peri masalı yaşamak için. Pekâlâ tahta sandalyeli mahalle düğünlerine içi giden isimsiz âşıklar da var gecekondularda. Paris’in en tutkulu romantizminin kucağındaki matmazelin dudağına konan da aşktır, köyündeki son çitin dünyanın sonu olduğunu düşünen Ünzile’nin kor yüreğinde sakladığı da…

Enteresandır, Afgan kızının gözlerindeki de öfke, bir hamburger daha almayan annesine ipod'undan edindiği terbiyeyle rap tarzı bir f*ck savuran Amerikan veledininki de. Belki Türk olsaydı ana... a… derdi kim bilir?

Hâlbuki her zaman sonsuzluğu düşleyen sen, dünyayı hiçe sayan anlaşılması güç oyunlarınla ne takdire şayansın modern zaman tohumu. Ah, o dünyanın yalan, sonsuzluğun ise saklı bir gerçeklik olduğunu inceden kavrayışın(!) Umursamazsın ama farkındasın.

Özgürlüğümüze göz dikmiş, rahatlığımızı kıskanan eli taşlı bu geçmiş zaman seslerini susturmak için dünyayı resetlemek ve ilkele dönmek seçeneği olsaydı keşke. Kendinden bıkmışlığını marjinaliteye örtünerek atmaya çalışan bizler için de en kolayı olurdu, seçip kurtulmak.

Eskisi gibi bir Âdem bir Havva kalsak. Güçlü, sarih hisleriyle kadın, yumruk ellerini göğüslerine vurarak kalbini gösterse erkeğine ve henüz kapitalizmin oyuncağı olmamış erkek, yalan dolanın ve envai haksızlıkların ayak basmadığı topraklarda emeğiyle iktisap ettiği avıyla dönse taş evine.

 İncir yapraklı insanların kürkleri değil kendileri yese, belki o zaman şükretmeyi de bilirlerdi.

SIĞINAKTAN BİLDİRİYORUM

Gün boyu çeşitli yollardan uyarılar alıyoruz. Cep telefonlarına gelen çağrılar ve mesajlar, elektronik mailler, TV ve internet yolu ile anlık haberler hassasiyetimizi arttırıyor. Kasırganın bulunduğumuz şehre gelmesine ne kadar kaldığı ve muhtemel şiddeti belli aralıklarla hatırlatılıyor. Bu arada, kasırganın uğradığı şehirlerde meydana gelen yıkımdan da haberdar oluyoruz. Okuldan eve ulaşma süresini göz önüne alarak, yolda afete yakalanmama konusunda dikkat etmemiz gerektiği bildiriliyor. Eve giderken aracımızda dinlediğimiz radyo istasyonu, Ulusal Hava Dairesi tarafından kullanılıyor ve radyolar vasıtası ile ilk elden bilgilendirme yapıldığına şahit oluyoruz.

Görünürde hortum veya kasırga olacakmış gibi bir durum yok. Zaten bilgilendirmelerde de bu belirtiliyor. Bu kadar özenle yapılan bilgilendirmelerden sonra ister istemez meseleyi ciddiye alıyor ve söylenenleri yerine getirme ihtiyacı hissediyorsunuz. İnternet üzerinden, afetin şehrimize uğrayıp uğramayacağını net bir şekilde öğreniyoruz. Şiddetli yağmur yağacağı, fakat hortum durumunun bizim şehrimiz için düşük ihtimal olduğunu görüyoruz. Akşam saatlerinde şehrin sirenleri çalmaya başlıyor. Anonslar eşliğinde, güvenli bir yer veya ‘sığınak’a çekilmemiz gerektiği ifade ediliyor. 
Öğrencilerin, fakülte binasının—kampüs yerleşim yeri ile iç içe—zemin katını sığınak olarak kullanabilecekleri ifade ediliyor. Biz de arkadaşımız ile birlikte, iyi donanımlı bir tekstil laboratuvarı olarak tefriş edilmiş ‘sığınak’ımıza gidiyoruz. Yani bildiğimiz laboratuvar. Polimerler üzerine doktora yapan öğrencilerin hayatlarının çoğunu geçirdikleri bir laboratuvardan bahsediyoruz. Şimdi, sığındığımız ve aynı zamanda öğrencilerin çalışmalarına da devam ettiği bir mekân olmuş oluyor burası.

***

Evet, Amerika Birleşik Devletleri’nin Alabama eyaletinde meydana gelen kasırga ve hortumlar, tarihin sayılı afetleri arasına girdi. Ben de, yukarıda, kasırga günü yaşadığım süreçleri anlatmaya çalıştım. “Sığınak”ta, yakın zamanda hocama teslim etmem gereken projemi tamamlamaya çalışırken, musîbetlerin ne kadar önemli eğitim araçları olduklarını da anladım. Gün içinde muhatap olduğum onca uyarı ve bilgilendirme, küçük tedirginliklerin yanında büyük bir güven de veriyordu. Çünkü geçmişten bugüne kadar kâinat kitabının Alabama sayfasında—hatta bunu dünya olarak da ifade edebiliriz—meydana gelmiş benzer durumlar dikkatle takip edilmiş ve şimdi yapılan o takiplerin meyveleri olan tedbirlere ulaşılmıştı. Gün içinde bizlere güven veren o bilgilendirme süreçleri geçmiş hadiselerden alınan derslerin bir sonucuydu. Hiçbir hadise küçümsenmemiş, dikkatlerden kaçırılmamış; yaratılış dikkatli bir şekilde takip edilmiş ve tekâmül yoluna girilmişti. Risâle-i Nur’da okuduğumuz, “Atmaca kuşunun serçelere tasliti (musallat olması), zahiren rahmete uygun görünmez. Hâlbuki serçe kuşunun istidadı o taslit ile inkişaf eder” cümlesi ile, yaşadıklarımı iman perspektifinden değerlendirme imkânı bulduk. Bu mânâlar çok dikkatimizi çekti.

Bizler, görünürde üstesinden gelemeyeceğimiz hadiselerle, tekâmül yoluna sevk ediliyoruz. Bu, bazen hortum oluyor, bazen projesini yapmaya çalışan bir öğrencinin karşılaştığı zorluklar... Aslında hepsi, güzel neticelere bizleri yönlendirmek ve kabiliyetlerimizi açığa çıkarmak için birer eğitim aracı veya alanı. İlk ortaya çıktıkları anlar itibarı ile sev(e)mediğimiz hallerin, böyle harika neticeler için var edildiğini görmek, Var Edeni sevdiriyor ve teşekkür ettiriyor. Bu hallerin birer iltifat olduğunu anlıyorsunuz. Bizleri güzel neticelere sevk etmek için hatırlatmalar yapıyor. Sahi, güvenli sığınaklar inşa etme fikri nasıl oldu da insanın aklına geldi? Sanırım cevabı açık!

 

M. Said Çakır

Paylaş

İÇİMİZDEKİ DÜŞMAN 

Her baktığımızda geçmişte yolculuğa çıktığımız, içimizi okşadıkça gözlerimizi tatlı tatlı yaşartan, en güzel hatıralarımıza bir pencere açan çocukluk fotoğraflarımızı sırf eski veya çirkin diye yırtıp atabilir miyiz?

Ya da dişimizi tırnağımıza takarak gece gündüz emek verdiğimiz, ilmik atlamamaya özen gösterirken üzerinde uyuyakaldığımız, el işimizi; tam da sonuna geldiğimizde örgüyü ayakta tutan şişi çıkarıp, tek hamlede sökebilir miyiz?

Tabi ki, hayır.

Peki o zaman, nasıl oluyor da omuz omuza hayatın yükünü paylaştığımız insanlara yıllar yılı dargın kalabiliyor yahut en yakın dostumuzu bir gecede azılı düşmanımız ilan edebiliyoruz?

Suçlu, karşımızda bizi anlamadığını düşündüğümüz kardeşlerimiz değil. O içimize sızan menfur duygular: Kızmak, kin duymak, buğzetmek hatta nefret etmek...

Bizim asıl düşmanımız, ufacık bir kıvılcımı alevlendirebilen öfkemiz. Yapılan haksızlığı unutmayarak öç almak için yanıp tutuşan hırsımız. Özür dilemeyi küçüklük atfeden kibrimiz.

Bu sinsi düşmanlarımız, ruhumuzu hasta ediyor ve günden güne eriyen bir hastadan farkımız kalmıyor. Kimi zaman vicdanımızın haykırışlarını duymuyor ve öfkemizin izlerini takip etmekten vazgeçmiyoruz. Sonunda haksızlığa haksızlıkla cevap vererek, pişmanlıklarımıza bir yenisini daha ekliyoruz. Ve bu savaşta galip gelebileceğimizi sanarak aldanıyoruz.

Çoğu zaman kötülüğe iyilikle yanıt vermek nefsimize ağır gelir. Peki, bize taş atana aynı taşı fırlatarak kıyamete dek sürecek bir silsileye sebep olmak mı daha kolay geliyor?
Yüreğimizi balmumu misali saran, ama gözümüze aşılması imkânsız gibi gözüken kafeslerden kurtulmak, her birimize aslında doğarken bahşedilmiş bir armağan, bir yetenek. Olanı biteni bir kenara itip masamızın üzerini temizlerken, son sözü ben söylemeliydim, o bana hainlik yaptı gibi hayıflanmaları da çöp kutusuna atmalı. Aslında düşmanımız sandığımız kişinin bizim kötü hallerimizi gösteren birayna olduğunu unutmamalıyız. Aynaya siluetimiz nasıl yansıyorsa, gördüğümüzün ondan farklı olmasını bekleyemeyiz.

Bir adım ileri atmak, elimizi uzatmak, af dilemek ve affetmek; en yakınlarımızdan nefret edip, yalnızlaşmaktan çok daha kolay.

Unutmayalım ki; biz yüreğimize ilmik ilmik işlenmiş mukaddes değerleri muhafaza edebildiğimiz müddetçebitmez tükenmez bir hazinenin içindeyiz.

Buket Abanoz

Paylaş

HER ŞEY 1923’TE BAŞLAMADI

Fikir Adası olarak, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Usûl Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Abdürrahim Karslı’yı odasında ziyaret edip, keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Hukuk Fakültesini nasıl tercih ettiniz?

Bizim zamanımızda bu kadar çok hukuk fakültesi yoktu. Ankara, İzmir ve İstanbul’da vardı. Hukuk tercihimde bir tereddüdüm yoktu. Ben tek tercih yapmıştım, mutlaka hukuk okumak istiyordum, mecburi istikamet gibiydi. Hatta geldikten sonra puanlarım yüksek olduğu için arkadaşların ısrarıyla Gülhane Askeri Tıp Akademisine ön kayıt yaptırdım. Birkaç gün sonra atmosferi beğenmedim, geri döndüm. Hangi şehir olacağı noktasında İstanbul’a meylim vardı. İstanbul tarihi brikime sahip,  fikri ve kültürel faaliyetlerin yoğun olduğu bir yer. Öğrenciler için avantajları çok fazla. Burada tanıştığım insanlar yılların birikimi olan fikirler tanışıp beraber kaldığım insanlar onlar benim için birkaç fakültenin de fevkinde. Bu nedenlerle yeniden tercih etsem yine hukuk fakültesini ve yine İÜHF’yi tercih ederim.

Peki neden İstanbul Hukuk?

Şöyle bir imaj var; İstanbul Hukuk Fakültesi çok eski diyoruz. Geçen günlerde yapılan(r.n: medeni usul hukuku günleri) toplantıda Âdem Bey de şöyle söyledi: İstanbul Hukuk Fakültesi, hukuk fakültelerinin anasıdır, babasıdır. Toplantıya Ankara’dan katılan bir meslektaş, onlara bir şey bırakmadığımızı söyledi. Ama gerçekten böyle, kütüphanesine girdiğiniz zaman bile bunu hissedersiniz. Ankara Hukuk eskidir, kuruluş maksadı da adliyeye hızlı personel yetiştirmekti. Ancak İstanbul Hukuk’ta ilim adamı yetiştirme hedefi olduğunu görüyoruz. Fakültenin tarihi de bunu gösteriyor, kaderde tecelli eden yargılamaya ilişkin olaylara tanıklık etmiş bir yer. Özetle hukuk okumak ve İstanbul’da okumak için İstanbul Hukuk’u seçmiştim.

Öğrencilik hayatınızdaki zorluklar ve bunları aşmak noktasında, vaktinizi ayıracağınız alanları seçmenizde size yol gösteren prensipleriniz var mıydı?

Bizim mesleğimizde iki şey önemli: 1- Teşekkül etmiş sağlam bir irade, fikri yapı ve kararlılık. Çünkü hukukun temelinde muhakeme ve karar süreci var. Bu nedenle hayatın her yönüne bakan oturmuş fikri bir yapınız olmalı. Her zamana olaya ve şekle göre değil de kendinize göre ilkeleriniz olmalı 2- Hukuk canlı, yaşayan bir bilim dalı. Her an okuyup iyi bilmeniz lazım. Bu teşekkül etmiş sağlam karakter için hukukun dışında eserler de okumak lazım. Ben bu talebelik yıllarımda bol zamanı hiç bulamadım. Çünkü hem hukuk alanında hem hukuk dışı alanda okumalar yapıyordum. Ayrıca bir sırrım vardı, seçerek çalışıyordum derslere, her derse aynı seviyede çalışmıyordum. Böyle bir ehemmiyet sırası yaparak çalışıyordum ve ders dışı okumaya daha fazla vakit ayırıyordum.

İstanbul’a geldiğinizde nasıl idealleriniz vardı?

Erzurum gibi küçük bir yerden İstanbul’a geldiğimde şehir bana çok garip göründü, Topkapı’daydık o zaman, çok kalabalıktı etraf ve burada nasıl yaşanır dedim. O an kendi kendime bir söz verdim; çok çalışacağım, hiç sınıfta kalmadan okulumu hemen bitirip bu şehirden gideceğim diye. Bitirdiğimde de hâkimlik sınavlarına gireceğim ve kazanacağım, dedim. Taşra bir yere gidip mesleğimle ilgili güzel kararlar yazacağım diye düşünüyordum. Hakikaten öyle oldu, okul haziranda bitti. Sonra hakimlik imtihanına girdim. O dönemde hakimlere ihtiyaç çok ve eleman azdı. Hatta bizi Ankara’da değil 1 nolu amfide imtihan etmişlerdi, iştirak çok olsun diye. Ben yüksek bir puanla sınavı kazanmıştım. Ama Saim Bey asistan olmamı istedi ve asistanlığı tercih ettim. İstanbul’a alışmak zor oldu; ama daha sonra alışınca özelikle kültür faaliyetleri ve bu faaliyetler içinde temayüz etmiş insanlar, hukuk ile alakalı ya da hukuk dışı, tarih ve milli manevi değerlerle ilgili şahsiyetlerle hem içtimai hayata ilişkin dertlerimi istişare ederdim, hem de mesleğimle ilgili meselelerde danışırdım. Onlar hep büyük destek oldu, yol gösterdi. Ama şunu çok iyi kullandığımı düşünüyorum: Özellikle Hukuk dışında çok okuma yaptım ve bunun çok katkısı oldu. Bence bunu yapmanız lazım, derslerin dışında da içtimai hayata ilişkin, hukuk tarihine ilişkin çok kitap okumalısınız. Çünkü bizim hukukumuz 1920’lerden başlamıyor, önemli bir birikimimiz var. Şuna üzülüyorum, kendim de katarak, hukukumuzla ilgili çok önemli bir derleme olan hakikaten iftihar vesikamız diyebileceğimiz bir belge olan Mecelle ile ilgili fazla bir malumatımız yok. Bu kapıyı aralamak lazım ve bunun için Osmanlıca öğrenmek lazım. Osmanlıca eserler artık antika olarak kabul ediliyor, okuyamadığımız için… Bunlar bizim köklerimiz, bunlara bakabilmek için ve hem hukuk tarihinde yaşananları değerlendirebilmek için Osmanlıcayı öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Mecelle konusunu açalım, hukuk eğitiminin başlangıcı noktasında devlet kuruluşu gereği sistematik bir silsile var. Mecelle’yi nasıl bu sisteme dahil edebiliriz?

Şöyle dâhil edebiliriz: 1. Devlet buna niyet eder, öncelikle bir seçmeli ders olarak okutur. 2. Akademisyenler buna niyet eder, çünkü mecelle de hukukun ekseriye kısımları var.  Örneğin ben usul hukukçusuyum, usul hukukuna ilişkin hâkimlerin yapısı ve muhakeme hukukuyla ilgili fazlasıyla hüküm var. Diyelim ki biz tez hazırlıyoruz. Her tez hazırlanışında o konuyla ilgili bir hukuki tarihi, geçmişi anlatılır. Yargılamaya ilişkin ilkeler anlatacağız diyelim. Yargılamaya ilişkin diğer ilkelerde tez yazarken biz Roma Hukukundan başlıyoruz; Pandekt, Germen hukuklarını ve mukayeseli hukuku inceleyip şu andaki hukukumuza bakıyoruz. Halbuki bizim hukuk tarihimiz Roma ile başlamıyor. Bu tezi hazırlarken, hukuk tarihimizde şöyle bir yargılama sistemi var diye biz de nazarları o yöne celb edebiliriz.

Bu bizde bir eksiklik. Bir Batılı bir eser oluşturacağında kendi tarihine bakıyorsa, biz neden kendi tarihimizle ilgili bir tez yazarken kendi tarihimiz yerine Batı tarihine bakıyoruz? Ne millet olarak, ne de devlet ve hukuk sistemleri açısından 1923’ten sonra başlayan bir yapı değiliz ki… Öncesi de var; ağaç bile köklerinden koparıldığında kuruyor. İnsan da köklerinden koparılmamalı. Bugünkü mukayeseli hukuka bakarken geçmişimize de bakmalıyız. Mukayeseli hukuka niye bakmalıyız? Zaten kanunumuzun birinci maddesi: Hâkim ilmi, kazai içtihatlardan istifade eder. Ama hâkim örf ve adete de bakmalı, bu yılların içinde oluşan bir birikim.

Sizin hukukçuluğa bakışınız nasıl? Yeniden seçim yapma fırsatını olsaydı, bu mesleği tercih eder miydiniz?

Biz çok şanslıyız mesleğimiz bakımından, çünkü hayat bir muhakeme. Yani baştan sona bir düşünceler silsilesi. Muhakeme, usuli işlemler manzumesi. Bütün aşamaların sonucunda ortaya bir yargılama çıkar. Hayat da böyledir. Yapılan her şey neticesinde hayatımızın semeresini buluruz. İnsan hayatının manevi semeresi de onun karakteri, fikri, yapısı…

Diğer âleme gittiğimiz zaman, birisi bizimle ilgili değerlendirme yapacak ve bir karara varacak. İnsan hayatının manevi semeresi bu. Maddi semeresi de yazdıkları, yetiştirdiği öğrenciler ya da evlatları... Bunlara baktığımızda bir işlemler manzumesi bir muhakeme ortaya çıktığını görüyoruz, yani bu da bir muhakeme. İşte bu muhakemeyi doğru yapabilmenin şartı, hayatta lazım olan asgari bilgilerle mücehhez olmak. Muhakemenin temelinde de vicdan var, tahlilin vicdan ile yapılması gerekiyor. Bunu kazandıran da az önce bahsettiğim değerlerdir.

Hukukçuluk hüviyetini elde etmek adına bazı okumalar yapmamız lazım, ayrıca sosyallik de bu ünvanda mündemiç bir gereklilik. Birçok arkadaşımızın okul sonrası sosyallik anlayışı ise cafelerde zaman öldürmek, batak oynamak...vs. Madem böyle bir durum var, sizce sosyalliğin sınırı ne olmalı? Öğrenciler, hukuk ilmine sahip olmak için nasıl bir yol izlemeli?

Okumak derken hayattan kendimizi tecrit etmek değil; dış dünyadan bazı doneleri alıp kurallarınıza göre değerlendireceksiniz. Mukayeseli hukukta tezler yazılıyor, insanın yetiştiği çevrenin aldığı kararlara etkisi inceleniyor. Hâkimin yetiştiği ortam kararlarını etkiliyor. Sosyal anlamda yaşadığımız çevreyi bilmemiz lazım; toplumu bileceğiz ki kararlarımıza bunu yansıtabilelim. Ama bunun bir dengesi var.

Bir kamu hukuku hocası tavsiye edilen kitaplar listesi yapmış ve panoya koymuş, bu hoşuma gitti. Size diyorum ki öğrenciler ve hocalar bir araya gelip sırf dersle ilgili değil, her yönden okunması gereken eserleri belirleyelim. Sonuçta hayatta öğrendiklerinizi bir araya getirip bunu aldığınız kararlara yansıtacaksınız ve o kararı okuyan da ancak bu kadar uygun ve doğru bir karar verileceği kanaatine varacak, sadece taraflar için değil kamu vicdanında da mesele çözülecek. Böyle bir kararın verilebilmesi için içtimai hayatın bilinmesi lazım. Asgari bir okuma seviyesi yakalanıp arkadaşlarla müzakere süreci gerçekleştirilmeli. Bu yaşta gençlerin misal olarak havuzlu bahçede oturup dinlenmeye de ihtiyacı var tabi; ama şöyle olsa bahçe de otururken günlük şeyleri değil de, o gün okunanların derslerin müzakeresi yapılabilir. Böyle dolu dolu bir hayat olsa…

Kendi kütüphanemizde olmazsa olmaz nitelikte gördüğümüz, asgari anlamda okunması gereken ve sıkça ele alınıp gözden geçirilen kitaplar vardır. Sizin bu anlamda elzem kabul ettiğiniz ve akademisyenlik düşünen arkadaşlara önerebileceğiniz kitaplar var mı?

Eskiden çok daha azdı, şimdi çok fazla. Kendi branşımla ilgili bakıyorum, pek çok eser var. Anayasacıların ve kamu hukukçularının eserleri de var. Çok eski dönemlere kadar uzanan kendi alanımda hususi kaynaklar bulabiliyorum. Türk hukuku ile ilgili çok temel kitaplar var, bulabiliyorum. Eskiye oranla şimdi çok eser var, seçerek okumak lazım. Onun için illa ki şunlar şunlar var diyerek tahdit etmek doğru olmaz. Ama her yayınevinin özel eserleri var. Yine de bir liste çıkarılabilir. Ben de yardımcı olabilirim. Ama her alanda hukuk tarihi ve anayasacılarla hukuk felsefesinde de hocaların görüşlerini alarak bir liste oluşturulabilir.

Siz nasıl bir öğrenciydiniz hocam? Öğrencilik döneminden sizin yönünüzü belirleyen olaylar varsa bunları paylaşabilir misiniz?

Dersleri ekseriyetle takip ediyordum, çok da iyi hocalarımız vardı. Sırf o hocaları dinlemek ayrı bir zevk veriyordu. Okula yürüyerek geliyordum. Bütünlemelere hiç katılmadım; fakat elbette bu abartılacak bir başarı değil. Bu dersleri takip etmek ve arkadaşlarla müzakere etmenin bir sonucu.

Mezun olduğunuz döneme gelelim. Hâkimlik konusunda kararlıydınız, sınavlara girdiniz…

Hâkimlik sınavına girdim, yüksek bir puanla kazandım. Bir belge almak için geldim ve Saim bey beni aradığını ve asistanlık için başvurmamı istediğini söyledi. Biz müracaat ettik ve kaderde varmış, bugünlere kadar geldik. Bazı arkadaşlar da çok ısrar etti, asistanlığı çok isteyenler vardı. Kader ısrar edince beşer susarmış. Böyle oldu ve bugünlere kadar geldik.

Şu an hukukçu olarak önümüzde çok fazla seçenek var. Avukatlık, özel sektör, ticari hayat, akademisyenlik… Hepsi birbirinden farklı alt yapı çalışmalarını gerektiriyor. Aynı fakülteden çıkıp çok farklı alanlarda çalışacağız. Her alanın da kendisine özgü zorlukları var. Bu anlamda biz yatkınlığımızı nasıl belirleyebiliriz?

Belki bizim meslek alanımızda en önemli eksikliğimiz bu. Öğrencilerimizin vaktiyle yönlendirilmediğini görüyoruz. İlk yıllarda bazı temel dersleri verdikten sonra konuşsak öğrencilerle ve böylece kimin neye meyli olduğunu belirlesek. Örneğin çok iyi bir ceza avukatı olmak isteyen bir öğrenciyi, diğer derslerle çok fazla boğmamak gerekir. Gerçekten hedefi buysa, kendisini o yönde teşvik etmek lazım. Biz bu yönlendirme işini yapamıyoruz.

Peki biz öğrenciler olarak ne yapabiliriz?

Hukukçuluk faaliyet alanı açısından çok geniş bir alan sunuyor, adeta bir maymuncuk, her kilide uyuyor. Ancak bir öğrenci istediği alan uygun olarak hazırlanmalı. Şu da yanlış bizde, her insan hukuk fakültesini bitirince hukuk ile ilgili bir meslek icra etmek zorunda değil, bu bir birikim aslında. İnsana belli bir birikim veriyor. Bunun neticesinde çok iyi bir tacir de olunabilir. Bu noktada sizlerin kararınızı vermeniz lazım. İkinci sınıf bu karar için geç bir zaman değil; ama erken de sayılmaz. Bu noktada nasıl karar verebilirsiniz? Kendi alanında başarılı hukukçularla görüşün, başarılı bir hâkim ile konuşun, iyi bir savcı ile görüşün, artıları ve eksilerini konuşun. Bu meslekte başarılı olabilmek için fikri altyapıda bulunması gereken unsurlar nelerdir diye konuşun ve bir an önce karar verip ona göre hazırlanın. Fakülte bitmeden ne yapmak istediğinizi belirlemiş olun. Mesela akademisyenlikte en önemli unsurlardan biri lisan ve biz lisanı bu alana girdikten sonra yurtdışına gidip öğrendik. Hâlbuki fakülte yıllarında böyle bir hazırlık yapılabilirdi.

Hocam siz bu alanların çoğunda deneyim sahibisiniz, hem muhakeme alanında, hem de avukatlık ve akademisyenlik dallarında yetkin biri olarak, geçmişteki doğru ve yanlışlarınızdan dönüm noktası niteliğinde gördüğünüz kararlarınız var mı?

Öncelikle her mesleğin erbabıyla konuşun, ben her alanda uzman değilim. Sadece iddialı olduğum alan, muhakeme ve icra iflas hukuku. Yalnızca şunu söyleyebilirim. Hâkimlik çok güzel bir meslek, çünkü sıkıntıyı çözen merci o. Türkiye de şimdiye kadar bu meslek güzel icra edilseydi bugüne kadar yaşanmış çoğu sıkıntı yaşanmayabilirdi. Hâkimler doğru ve sağlam dursalar, yanlışlar gelir ve adeta bir mermer duvara çarpmış gibi geri döner.  O halde hâkimlerin bulunduğu nokta, içtimai hayatta sıkıntılara yön verebilecek bir nokta ve bu sıkıntılar ferdi toplumsal olabilir.

Mesela Anayasa Mahkemesinin kuruluş sebebi, temel hak ve hürriyetleri genişletip bunların teminatı olması. Felsefesi şu; 1960’tan önce temel hak ve hürriyetlere zarar verildi, dolayısıyla öyle bir kurum kurulsun ki hiçbir hükümet temel hak ve hürriyetleri sınırlamasın. Acaba AYM temel hak ve hürriyetleri ne kadar genişletti? Genişletti mi, daralttı mı, bunu düşünün. AYM’nin ihdas sebebi belli, yaptığı belli. Hâkim karar verirken dürüst ve objektif olmalı. Yargıtay ve Danıştay’a baktığımızda da bunu tam anlamıyla göremiyoruz. Hâkimler bu fonksiyonu tam olarak icra edebilselerdi, problemler bu denli aşılmaz olmazdı.

Ancak hâkimler de pek çok sorunlar yaşıyor…

Elbette hâkimlerin de sıkıntıları var, yükselmelerinde, özlük haklarını kullanmalarında belli sıkıntılar var. Çünkü bugüne kadar hâkimlerin denetlendiği kurumlar da hiçbir denetime tabi olmamış. HSYK’nın işlemleri denetime tabi değil, mevzuat olarak ve zihniyet bağlamında objektif bir sistem oturmamış. Misal olarak Alman Hukukunda, hâkimler belli bir üst mahkeme seviyesine geldiklerinde siyasi partilere kayıt da olabilirler, o noktada bir hâkimin kararlarına siyasi görüşleri karıştırmayacağı kabul edilir. Demek ki bu sadece bir mevzuat sıkıntısı değil, birikimin de çok etkisi var. Hâkimlerin bu vasfı yerine getirmeleri hem mevzuat hem altyapı meselesi. Hâkimlerin fiziki şartları da sorumlulukları bakımından çok zorlu ve bu anlamda çok dezavantajlar da var.

Peki avukatlık?

Avukatlara gelindiğinde çok hukuk fakültesi ve farklı eğitim seviyeleri olduğunu görüyoruz. Hepsi de aynı ruhsatı alıyor. Hâlbuki aynı seviyede değiller, çıkacakları duruşmalarda belli sınırlar, girecekleri davalarla ilgili kriterler belirlenmeli. Avukatlar da denetime tabi olmalı. Şunu bilin, bir hukukçu hangi alanda çalışmış olursa olsun, neticede avukatlık yapmak ve iyi bir avukat olmak ister. Emekli hâkimlerde ve profesörlerde bile bunu görüyoruz. Ancak avukatlık ile ilgili düzenlemeler de yeterli değil. Bu noktada belli esaslar olmaması en büyük problem.

Akademisyenliğin belli başlı noktaları olarak hangi kıstaslardan bahsedebiliriz?

Akademisyenlik açısından en önemli problem lisan. Bu problemin aşılmış olması lazım. Çünkü her aşamada karşısına çıkacak. Lisana vakıf olunmadan ilerlemek mümkün değil. İkinicisi ise bu işi yapacak arkadaşların seçilmesinde de çok objektif davranılmalı. Bir insana fikrinden dolayı değişik muameleler yapılmamalı. Mesela bazı imtihanlar açısından bu sıkıntı çözülmeye başlandı. Örneğin doçentlikte en son aşama, sözlü imtihandır. Beş profesör kendisini dinleyecek ve neticede karar verecek. Ancak bu alanda objektif olmayan kararlar verilmiş olduğunu görüyoruz. Bu iş zor şartlarda yapılıyor ve başka engeller çıkarılmamalı.

Kısaca karar verirken her mesleğin erbabıyla görüşün, fikir danışın. Şuna da inanıyorum, önümüzdeki dönemde koşullar hangi alanda olursa olsun bize göre çok daha iyi olacak. Gelecek, daha iyi şartlar vaat ediyor.

 

Röportajı GerçekleştirenDidem Çiftçi

Paylaş

 

Dikkat çekmek istediğim bazı noktaları paylaşmak istiyorum bu yazımda. Birbiriyle alakasız görünen ancak birbiriyle perçinlenen bu durumlar, arasındaki “ilintinin” çözünmesi kişilere has olan vaziyetlerdir. Bu bağlantı kişinin nazarını teşkil eden olayların, vicdanın sesiyle birleşmesi ve aklın kullanım kılavuzunu uygun kullanmasıyla kurulabilir ancak. Bahsetmek istediğim bazı alakasız konular şöyle…

***

Alacakaranlıkta, Bizans temellerini çökerten heybetli kubbeler etrafındaki minarelerin zarif siluetleriyle nakışlı bir ufuk perdesi. Bugün de hendesesi hala kazınamamış, yalnız piç mimari çizgileriyle etrafı kuşatılmış, malum perde… Şimdi, devleri kelepçeleyen bir sürü cüce şeklindeki piç mimari,  o zaman, katırla sıpa farkı gibi, çok daha çirkin olmak şartıyla yeni yeni doğmakta…                                              

Bu satırlar Sultan-0ş Şuaranın fikir çilesinden çıkmış, engin anlayış ve kavrayışın kaleme dökülmüş halleri… Burada bahsi geçen piç mimarinin piçliğine, bugünün Türkiye’sinde örnek teşkil etmeyecek yer yok!  Örnek vermeye çok lüzum yok. İstanbul’a bakış atıp da beton yığınlarının fotoğrafına bakmak bir ispattır. Eskiden ova şimdi betonarme Bursa Ovası da keza… Üç muhteşemiyle İstanbul’dan önce, Bursa’dan sonraki başkentin viraneleriyle tebessüme zorlanan çehresi…

Geçmişe neşter vurularak ondan koparılacağını sanısına kapılanlar tarafından bir kenara itilmişlik noktasından belge niteliği taşıyan viranelerdir, sahip çıkılmamış her bir yapıt. Yıkılmış olanları eskiden haber verir size,” ondan eskiye “ karşı olan saygıyı. Hala ayakta kalabilenler de “daha eski” olanı tanıtır bize. Toplumda her ikisinin olması da, bir kimlik bocalamasın ürünü olmak dışında başka bir şey değildir.

Eskimişi yenilemek, onu yok saymayı gerektirmez. Eskiye çamur atıp, burun kıvırmayı da… Olması gereken, eskiden gelenin üstüne bir taş daha koyarak “yeniyi” yapmak.

Selçuk-Osmanlı arası değişim incelenebilir bu konuda.  Mesela Bursa’da ki Osmanlı eserlerinde Selçuklu mimarisi görürken, İstanbul’daki eserlerde Osmanlı’nın yarattığı farkı görebilirsin. “Farkı” üstünlük açısında söylemiyorum, beğeni kişisel tercihtir ancak; o eserlere bakınca Osmanlı gelir aklıma. Bugün ise çağdaş Türkiye’ye ait oluşumlar yoktur demiyorum ama nerdedir merak ediyorum. Bununla birlikte ortada olanlar belli;  kopan bağlar ve üstüne eklenen sıpa-eşek benzetmelerinden mütevellid, öksüz kalmak deyimiyle açıklanan piçlik, ve doğal sonuç: göz kirliliği…

***

“Gözüm arkada kaldı.” Sözündeki acı ümitsizlik edasını aksine, gözümüzü önde ve yepyeni bir gençlikte bırakarak gitmek istiyoruz. Bu sözlerde Sultana ait.

Üstad olsa da sorsak “hangi gençlik?”

Önce iğne kendimize batıralım. Sadece ileride daha iyi para kazanıp, rahat ve konforu tek hedef olup okuyan gençlik mi? Ondan daha da kötüsü, okumak bile amacı olamayan, okumak fiili altında yediği haltlara hat çekmek gafletliğinde bulunan gençlik mi? Erkeği iki dakikalığına delikanlı olamayıp, cinsiyetin kalktığı, modern yavşaklıktaki gençlik mi? Kızı herkese göz kırparım ancak sadece istediğimin başına musallat olup, istediğimin başını yakarım diyen ve tek amacı bu olan gençlik mi?  

Bunları söylerken her genç böyledir demiyorum. Ümit edilecek çok vakıa var ayrıca. Ancak bunları söyletenlerin varlığının çıplak gerçekliği bütün bunları yazdıran.

Şimdi de çuvaldıza gelelim. Önüme ilk olarak 4 sonra 5 şıklı engeller ortaya koyup test mantığı ve sınav psikolojisi üstüne mastır yaptıran devlet mi devlet? Bunları geçince ahırdan farksız yerlere doldurup “okuyun lan işte” diyen,  bizi binalara doldurup “ (bilim) adam olun lan” diye üstüne gelenler…  Güç bela kendi çabanla uğraşıp bir şeyler yapmaya çalışırken, bürokrasi engelli 5 km koşusunu koyanlar…  vs vs… üç noktaları siz doldurup, “vesaireye” eklemeler yapılabilir. Temel mantığı vermiş olduğum ümit ediyorum.

***

Üstadtan alıntı yapmadan söyleyeceğim son başlıkta, yeni katır eski sıpa küfürbaz vatan sevdalıları.  Vatan tapusunun üstünde olduğu varsayımıyla ortaya atlayan bazı ileri seviye gerizekalılar türedi. Aslında bunlar  hep vardı. Ancak makam olarak tepe, akıl zaviyesinde, çamur attıkları o çobanın yetiştirdiklerinden çıkan tezekler seviyesinde... Bunların tüm çığırtkanlıklarının sebebi de bu zaten. Yani kendilerinin ne olduklarının ortaya çıkmaya başlaması. İşte bu korkudandır ki yaşa başa yakışmayan hareketlerle, bugüne kadar hizmet ettiğini sandığı insanları hakir görme eblehliğine düşmektedirler.

Travma devam ediyor. Türkiye’nin "el bebek gül bebek, aydın bebek" diye pışpışlanarak büyütülmüş; hep en akıllı, en aydın, en çağdaş olduğuna inandırılmış kesiminin hayal kırıklıklarının sonu gelmiyor. Tamam ama…"Lanet olsun, ben gidiyorum" havalarına girip kaçmanın… Bir tepeye çıkıp halka "hepiniz aptalsınız" diye bağırmak istemenin… Onları bu travmaya hazır olmaları için daha önceden uyaranlara "satılmışlar" diye hakaret etmenin… Faydası yok!    

Bahsetmek istediğim fark edilişin farkında olan Haşmet Babaoğlu’nun bu konuyla paralel yazısından aldım bu paragrafı.

***

Bu yazıdaki üslubumu bilerek böyle haşin seçmek istedim. Bunun sebebi de, birilerine hakaret eden insanlar bilsin ki, karşı tarafında dilinin kemiği yok. Yani karşı tarafta küfretmeyi biliyor. Anlayışı engin, gönlü gönülsüz olanlar tarafından zaten muhatap alınmazlar, ancak bunu su-i istimal edip, milletin ar namusuna hakaret etmeye kimsenin çapı yetmez.  Çapsız olmayın!

Saygılarımla…

NEDEN GELDİM İSTANBUL HUKUK’A?

Zihnin karanlık koridorlarında çeperi çiğnenmemiş, derisi dişlenmemiş ve içeriği işlenmemiş fikirler uçuşur. Kalemin ucuna konmadıkça hamlaşır, hamuru yoğrulmadıkça hasifleşir. Dudaklara değmez veya defterlere dokunmazsa, bilinçaltının derin sularına dökülür; dibi görünmeyen unutkanlık denizinde boğulur.

Final haftasının kapı önüne bıraktığı yumurta sepeti, fakülteye yönelik naciz ve nazenin aforizmaların sayısını artırdı. Kalınlığıyla kas yaptıran hukuk kitaplarını, kütüphanede yastık olarak kullanırken akla düşmüş onlarca tespit, havuzlu bahçede hoş bir seda bırakamadan yitiyor.

Aşağıda yer alan gözlemler, farklı bakış açılarıyla İÜHF’nin hikâyesi. “İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi sence nasıl bir yer?” diyerek uzatılan mikrofona verilmiş cevaplar. İhtiva ettiği tespit ve tenkitlerle, fakülte bürokrasisinin köhne ve kesif hantallığında buğulanmış camlara yazılan birkaç cümle.

İstemsizce kafa sallayacağınız bu satırlar, sizi acı acı gülümsetiyorsa; altı sayfa çarşaf kağıt doldurup '0' almış, muazzam bir mimariye sahip hukuk kütüphanesinde uyuyakalmış veya yemyeşil kampüs çimlerine uzanırken birdenbire açılan fıskiyelerden ötürü ıslanmış olabilirsiniz.

Keyif almanız dileğiyle…

***

Burada benim söylediklerim doktrin, sizin söyledikleriniz saçmalıktır.

Prof. Dr. Semih Gemalmaz

*

İÜHF, tuzun biberin fazla konduğu mercimek çorbası gibidir. Çorbanın kalitesine laf eden çarpılır; ama bize çektirilen azap da fazla konmuş tuz ve biber gibi. Tabi çektiğimiz bu azap, bu çile işin tuzu biberi. (:

Hakan Arslanbay

*

1-Okulda gözüme çarpan ve beni rahatsız eden öncelikle muazzam bir kapıdan girip de kapının üzerinde ne yazdığını birçok öğrencinin bilmemesi. Ayrıca öyle bir yapının üzerinde ''darülfünun'' yerine ''üniversite'' yazması.
2-Kapıda x-ray cihazından geçerek okula girmek. Tabi bu konuda öğrencilerin de suçu yok değil.
3-Sınavların bu kadar geç bitmesi.
4-Kaç yüz yıl kullanılan Osmanlı Hukukuna bu kadar önem verilmesi.
5-Kalabalık sebebiyle öğrencilerin iletişim sorunu yaşaması ve yeterince diyalogun olmaması. Okulda yeterince asistan varsa eğer her yirmi ve ya otuz öğrenciye bir asistan düşecek şekilde toplantı yapılabilir. Proje çalışılabilir. Belki o zaman Avrupa’dan gelen 200 milyon hibenin 150 milyon lirasını geri ödememiş ve öğrencilere kullandırmış oluruz.
6-Okul kendi öğrencilerini mezunlarına yönlendirip yazın veya okul henüz başlamışken staj imkânı sağlamalı, aracı olmalı.

Hakan Dönmez

*

İÜHF, lise sıralarındayken hayalleri süsleyen, o görkemli kapının ardını görene kadar insanı büyüleyen, sonrasında ise her geçen dönem insanın sırtına bir borç daha yükleyip, dönemleri temerrüde düşmeden geçebilmek için mücadeleye sürükleyen, anti-sosyalliğinden yakındığım not sisteminin değişim hızına yetişemediğim kaliteli öğrencilerin ve hocaların arasında kendimi şanslı hissettiğim nadide okul.:)

Betül Bekar

*

Hukuk Fakültesi çok heyecan verici bir yer, herhangi bir dersten son dakikada kalabiliyorsun. :)

Tansu Kaçmaz

*

Aslında dört mevsim gibi bir üniversitemiz var; ancak en geç kapanan üniversite olmamız dolayısıyla bizim aklımızda kalan tek mevsim: yaz... Yaz demişken sınavlarda yazmaktan kolunuzun koptuğu ve sonucunda ancak 0-40 arası bir not aldığınız tek üniversite de İstanbul Üniversitesidir.

Semih Doğan

*

İÜHF'ye Roma Hukukuna karşı doldurulmuş olarak gelen öğrencilerden biri de benim evet! 'Dışı seni içi beni yakar', 'içine girmeden bilemezsin' gibi sözlerin aslında ne kadar manalı olduğunu; benim gibi garantici bir insansanız sınavlardan önce sabahlasanız dahi hiçbir şeyin garantisinin olmadığını öğreten bir yer İÜHF. Bitirene kadar yüzlerimizi solduran bu okulun bitirdikten sonra yüzlerimizi güldüreceğine inanıyorum.

Ezgi Aksoy 

*

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, zeki, mantığı iyi çalışan, muhakeme yeteneği kuvvetli ve çalışkan insanların gelmesi gereken bir yer. Burada size safi bilgiler verilmez. Hukukçu bakışının nasıl olması gerektiği anlatılır. İyi bir hukukçunun gelmesi gereken seviye belirlenir. Fakat o seviyeye gelmek için bol okuma ve çalışma yapmanız gerekir.

Alper Tanrıverdi

*

Henüz 1. sınıfı bitirdiğimden emin değilim, henüz final sonuçlarım açıklanmadı, henüz bu sebeple tatile adapte olamadım… Daha bir sürü ‘henüz’ ile başlayacağım cümle kurabilirim İÜHF’ye dair. Ama ‘henüz’lerimin yanında “iyi ki..” dediğim zamanlar da oldu .Bir sürü yeni insan hepsi ülkenin farklı yerlerinden gelmiş, bir sürü farklı bakış açısı, okula adapte olmamı sağlayan bir suru güleryüzlü geleceğin hukukçusu, 400 kişiyle bir arada dersi anlama çabası ve hep birlik ve beraberlik… İşte bu sebeplerle de iyi ki Hukuk, iyi ki İstanbul Üniversitesi...

Pelin Bayraktar

*

Geçirdiğim bir yıla dayanarak şunu söyleyebilirim ki, bence İstanbul Hukuk'ta okumak ilk bulduğun havuz manzaralı banka çöküp, yazın sıcağında sınavlara gelmek zorunda kalacağını bile bile, bütün yıl sadece fıskiyenin çalışmasını beklemek.

Ayşe Balkar

*

İÜHF; adı da en az kapısı kadar heybetli bir okul. İnsanlarda fena halde hayranlık ve korku uyandırıyor bence, bila istisna orijinal tepkiler alıyorsunuz burada okuduğunuzu söylediğinizde. Çok farklı mizaçlara sahip insanlar var bir kere. Akışında böyle işler,"Her şey kontrol altında" duygunuz sıfırlanabiliyor bazen. Bir de zemin amfileri Half Life dehlizleri gibi, insanı ürkütüyor canım… Amfi demişken; amfi odaklı falan değil, havuzlu bahçe odaklı öğrenci cemaati. (:

Elif Bekar

*

İÜHF geçme notunun 45 olduğu bir finalden 44 Aldığında üzüntüden mi şaşıramadığını yoksa şaşkınlıktan mı üzülemediğini kestiremeyip, ikisinden de vazgeçmektir.

Emir Türker

*

 

Edindiğim izlenim kadarıyla İÜHF dendiğinde insanların aklına ister istemez ciddi bir yer geliyor. Sanki bu fakültede herkes birbirine kanundan, anayasadan, doktrinden atıfta bulunarak hukuki meseleler tartışıyormuş gibi düşünülüyor. Oysaki okula girdiğinizde, özellikle de havuzlu bahçenin cimlerine şöyle bir serildiğinizde sohbetlerin ne kadar tatlı olduğunu görüyorsunuz. Fakülte öğrencileri hem dolu dolu eğlencesini yasayan hem de çevresine duyarlı öğrenciler. Yeri geldiğinde siyaset, yeri geldiğinde hukuk tartışan, yeri geldiğinde ise eğlencenin her turlusunu eyleme dökebilen öğrencileriyle İÜHF son derece seviyeli bir ortama sahip.

Tuğçe Funda Korkmaz

*

Neden geldim İstanbul Hukuk'a?

Benhur Harun Akgün

 

Düzenleyen: Said Dogrul

 

Paylaş


     Said Doğrul’un Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler