Sana yazılmış bir mektup bu Hira, sona yazılmış. 
Kelimelerinden asılmış, harflerinin mürekkebi akıtılmış bir mektup.
İçinde sönen umutlar ve yitirilen duygular var.
Ona göre oku.

Gözlerini çıkar karşıma Hira, 
Bir çift yeşilin, bütün doğaya nasıl meydan okuduğunu göster dünyaya.
Yalanlar söyle, gerçekleri inkar et, sımsıkı sar yanlışları. 
Doğruları sırtından vur.
Çıkar el hapsinden günahları,
Herkesi kullan.
Gözlerini çıkar karşıma Hira.
Bir cellad nasıl sevgi dolu bakarmış anlat onlara.
Ölmeden önce son isteğimi sor bana,
Ölmeden önce son kez değdir dudaklarını dudaklarıma.

Ellerimden tut Hira.
Bir elin sadece elvedaya gitmediğini kanıtla ayrılıklara.
Buralar soğuk, 
Bilirim, oralar ıssız.
Korkarsın yabani hayvanlardan ve otlardan.
Ellerimden tut, korkma.
Ölümleri dizdim omuzlarıma,
Melekleri de yolladım,
Yapayalnızım.
Eğer gelirsen Hira,
Ellerini unutma.
Eğer gelirsen,
Yalnızlığım yapacağım seni, söz sana.

Alfabemi katlet Hira.
Harfleri sil kalemimin ucundan,
'Bir erkek nasıl ağlar?' sorusuna cevap olmaktan sıkıldım.
'Bir erkek nasıl ölür?' sorusuna adını yazmaktan sıkıldım.
Hayattan,
Kendimden sıkıldım.
Ölmek istiyorum,
Ama ölmeyi istemekten ve onun bana gelmemesinden sıkıldım.
Adımdan utanıyorum Hira,
Adım adının yanında değil diye,
Adımdan nefret ediyorum.

Artık,
Cehennem ellerimde Hira,
Cennet ayaklarının altında.
Bu mektup ellerimde kül olmadan,
Sen ser ayaklarının altına.

ENGELLERİ AŞMAK

Şimdi size gözlerimizi kapattığımız bir konu hakkında kelam edeceğim. Öncelikle herkesten özür diliyorum. Amacım kimseye ders vermek, kalp kırmak değil. Fakat bu konunun azımsanması, görmezden geçilmesini de istemiyorum. Sadece Türkiye’nin bile 8.5 milyonunu kapsayan bir konu bu.

Sokakta yürürken farkında mısınız bilmiyorum ama benim farkında olduğum ve içimi acıtan bir durum söz konusu. Ülkemizin %10’dan fazlasını içeren ve bizimde sorumlu olduğumuz bir konuda, böylesine bir görmezden gelişin ve yeterli özenin ve alakanın gösterilmeyişi canımı sıkıyor doğrusu. Şimdi eminim ki bu konunun ne olduğunu merak ediyorsunuz. Konu engelliler, ama canımı sıkan; “engelli beyinler”. Hiç düşünmüyor musunuz nerede bu %10? Neden bu kadar az görüyoruz onları biz. 10 kişiden birinin engelli olduğu bir ülkede, sokaklarda, iş yerlerinde neden göremiyoruz biz bu %10’u? Şans bu ya arada çıkıyorlar karşımıza… Biz ne yapıyoruz; bir vebalı misali acıyan gözlerle bakıyor veya bu durumu görüp üzülmemek için gözlerimizi kapatıyoruz. Oysa neden düşünmeyiz; aslında her birimizin birer engelli adayı olduğunu? Sorarım size, kim verebilir yarınınızın garantisini? Yok dimi… Öyleyse neden bu umursamazlık?

Son birkaç yılda bu konu hakkında güzel gelişmeler oldu. Dernekler kuruldu, yardım kampanyaları vs… Hatta meclisteki koltukları bile çoğaldı. Bunlar gerçekten çok güzel gelişmeler. Fakat ben hala sokaklardayım. Nerede bu %10? Neden görmüyoruz biz onları? Bunun birçok nedeni olabilir fakat bence en önemli nedeni; biz, engelli beyinleriz. Şimdi bu konuyu biraz açalım. Malum engelli beyinleriz, anlamak güçleşiyor haliyle…

Bazen iyi olarak bildiğimiz, iyi niyetle yaptığımız şeyler, karşımızdaki için büyük bir kötülük olabilir. Bunu neden mi söyledim? Sokakta yürürken sakat birini görsek, hemen yüzümüzü asar, ona acıyan gözlerle bakarız. Yakınımızsa, fazla alaka ile onu ilgiye boğarız. Aslında normal olarak görünen bu durum, onlara yapılacak en büyük kötülüklerden biridir. Düşünsenize; engelli sizsiniz. Etrafınızdaki insanlar sürekli size bir yardım etme, alaka gösterme çabasında. Gözlerinde hep bir acıma. Kimi size bakamıyor bile. Ne acı bir empati öyle değil mi? “Ne yani acımayalım mı?” diyor olabilirsiniz. Elbette ki acıyacaksınız. Bu konuya üzülmemek insanlık dışı olurdu zaten. Fakat bu acıyı içinizde yaşamalısınız. Zaten onlar yeterince acı çekiyorlar. Birde bu bakışlar… Yapmayın onlara bunu lütfen. Onlara bu durumun normal olabileceğini, aslında hepimizin birer engelli adayı olduğumuzu unutmadan göstermeliyiz. Onlarla alışverişe çıkmalı, tatil yapmalı, işe gitmeliyiz… İşte o zaman bu durum normal bir hal alacak. Bizde alışacağız onların varlığına, onlarda toplumdaki yerlerine. Ve bir süre sonra hep beraber sosyalleşmenin güzelliğini yaşayacağız. Fazla uzatmayacağım. Başta söylediğim gibi kimseye akıl vermek çabasında değilim. Allah zaten akılı bahşetmiş. Ben sadece çok az insanın farkında olduğu bu durumu, kendimce göstermek istedim.Helal edin kırmak istemedim. Sözlerimi Cennet Kuşu adlı engelli kardeşlerimiz için yazdığım şiirle sonlandırmak istiyorum. Engelsiz beyinler ümidiyle…

 Gözyaşlarıyla geldim ben dünyaya.
Çığlıklarım tüm acunu inletircesine hırçın,
Geleceğe en hızlı ben koştum.
Geçmişe en uzun ben kulaç attım.

Oysa ne gözlerim vardı ağlamaya,

Ne dilim konuşmaya,

Ne de hayata tutunacak kollarım...

Ben bu dünyaya ölmeye geldim,
Nasıl güzel ölünür, hepinize göstermeye geldim.

Siz ki Allah’ın aciz kulları...
Size mükemmelliği göstermeye geldim.

Ben bu dünyaya derse geldim.
Çise çise yağan yağmurun ardından doğan gökkuşağınızım ben.
Dört duvarın dört bin diyar olduğu memleketten selama geldim.
Karda açan sarı kardelen,
Güneşin çil çil bıraktığı neşeyim ben...
Ben sizin görüpte bakmadığınız, bakıpta umursamadığınız cennet kuşu.
Derse geldim:
Sizin kör, topal, sağır, dilsiz, bin dertten bin ders olan hocanız, cennet kuşu.

 Gizem Çavusoglu

Paylaş


     Gizem Çavuşoğlu'nun Eski Yazıları

 

 

-Yaz kızım Sanık Salim Hiçdurmaz’ın duruşmasına geçilir.

Hâkim: Neden işledin oğlum bu cinayeti?

Salim: Hâkim Bey!  Ben aslında eskiden hiç ben diye cümle kurmazdım. Başkalarının mutluluğuyla mutlu olan, sevinçlerine ortak olan ve üzüntülüysem birinin sancısından kaynaklı üzüntülerle yaşaya bir insandım. Hayatımda herkesin yeri konumu ve verdiğim değer belliyken; hayatıma ikinci tekil şahsı sırf kendisine adadığım bir insan girdi hayatıma. Yine kendim için yaşamaz oldum ama bir tek “sen” dediğim kişi için yaşamaya başladım. Ama nedense ortada matematiksel eşitsizlik vardı. Benim verdiğim sevgi, aşk ve değer nedense onunkine göre sayı doğrusunun hep sağ tarafında kalıyordu. Kaldıramadım bunu hâkim bey, sonunda bu cinayeti işlemek zorunda kaldım.

Hâkim:  Neden eşitlik arıyorsun evladım? Sana kimse bu dünya eşitliğin olmadığını, olan yerlerde de bazılarının her zaman daha eşit olduğunu söyleyen olmadı mı?

Salim: Olmaz mı Hâkim Bey... Bunu ben, bana söylenmesine gerek kalmadan da zaten kabul ettim. Ama benim ona verdiğim her şeyime karşılık, ben tek şey bekledim: Sadakat. Onu da kendim için istediysem ne olayım. Sırf yaşadığımız şeyin aşk olduğuna inanarak, aşka sadakatini bekledim. Ben onlu mutsuzluklara da razıydım ama benli yasaklar yarattı kendinde; sonra da başkalarının mutsuzluğuna karar verdi. Bu kadar sadakatsiz, onursuz insana ben daha ne yapayım? Yaşamak için öldürmek zorunda kaldım.

Hâkim:  Peki sen sadakatini nasıl gösterdin ikinci tekil şahsına?

Salim: Ben kendimi sildim; biz yaptım. O nefes alırken soludum, yürürken yürüdüm, uykusuzluğumu paylaştım, açlığında azığımı, susuzluğunda suyumu, hayatında ölümü paylaştım Hâkim Bey. Bunlar aslına bakılırsa basit şeylerdi sadakat için. Ben daha da ötesini yaptım. Ben hayatımı onun anılarıyla yaşar oldum. Yürüdüğümüz yollarda hep onu aradım, gözlerde onun bakışını, seslerde onun sesini, kelimelerde onun dudaklarını… Yani hayatımın her anına, yanımda yoksa bile, onu yaşatarak yaşadım. Yaşatmaz olaydım. Hayatımın her anına, anlamını yüklediğim insanın anlamsızlıkları yüzünden bu cinayeti işledim hâkimim.

Hâkim: Anladım evladım. Peki cinayeti nasıl işledin, bir de onu anlat bakalım?

Salim: hayatı s.ktir ettiğim günleri yaşıyordum. Ağzımda ne zaman yanıp ne söndüğü belli olmayan sigara izmaritleri ve katran gibi cümlelerin hiç eksik olmadığı zamanlardı. Yolda; gökyüzünde parlayan yıldızların güzelliğini görmekten aciz, boynum bükük, yerde ayakkabıma ağırlık yapan her tek toz tanesine küfür etmeyi meşgale edinmiştim. Bir gün yine böyle bir gece vakti, her nasılsa, kendimi denize nazır buldum. Yine “senli benli” olmak arifesindeydim, romantik bir ay ışığı-deniz ikileminde. Artık can yakışlarım canıma tak getirmiş olacak ki; birden aklımın rehberliğine sığındım ve ikinci tekil şahsın artık beni hak etmediği kararına vardım. Mutlu olduğum anlar geldi aklıma. Mesela uzun bir matematik problemini çözdüğümde bulduğum cevabın doğru olduğundaki duyduğum mutluluk. Sabahçı kahvesinde yemekten sonra çayla birlikte ilk içtiğim sigara. Arabayla giderken radyoyu açınca karşıma en sevdiğim müziğin çıkması gibi… Uzayıp giden bir liste belirdi önüme. Sonra kendimi ona adarken, kırdığım, unuttuğum, bana ettikleri duaları platonik bıraktığım insanlar geldi aklıma ve de ne kadar çoktu, ürperdim! İşte tam olarak o an karar verdim öldürmeye… Ve akıl bıçağını elime alarak yüreğimden gelen sesin sahibine sapladım… Kerelerce yaptım bunu. Can çekişen yüreğime bakarak “artık senin sesinin bende yeri kalmadı!” dedim ve sonra son bir bıçak darbesiyle öldürdüm yüreğimi. Şimdi soruyorum size Hâkim Bey,  bana bu kadar acı yaşatan şahıs mı katil, yoksa bana aklımın ipine sarılmaya mecbur bırakan ikinci tekil şahıs mı?

Hâkim: Yaz kızım, karar! Sanık Salim Hiçdurmaz; cinayeti neden ve nasıl işlediğini şifahen de anlatmış bulunup cinayeti kabul etmiştir. İnsanın sadece aklıyla yarım yaşacağı kanununca, sanığın beraati sayılacak idamına karar verilmiştir.

Dava kapanmıştır.

 

“Beş haftadan beri bu düşünceyle yaşıyorum. Varlığı beni dehşet içinde bırakıyor, ağırlığı altında eziliyorum.” diyor, hakkında infaz kararı çıkarılmış kişi.

***

Victor Hugo’nun eserlerinde ağırlıklı olarak değindiği O’nun için özel bir konu vardır, tutuklu kişiler ve idam mahkumları. Nitekim “Sefiller” romanında bu durum Jean Valjan ile karşımıza çıkarken, hususen bu konuyu temel aldığı “Bir idam mahkumunun son günü” adlı romanında “infaz” süreci tüm detaylarıyla işlenir. Hugo bir nevi mahkum-dostu ya da “mahkumların sesi” denebilecek hümanist bir yazardır.

Yazının girişinde alıntıladığım satırlar da, bahsi geçen romanın giriş cümleleridir. Hugo, yaşadığı 19. Yüzyıl Fransa’sının acımasız gerçeği olan “Giyotin”i yazmış olduğu bu romanla eleştirir, onbinlercesinin kurbanı olduğu bu ölüm şekline karşı tepkisini ortaya koyar ve O’nunla aynı yüzyılda yaşayanlardan ziyade gelecek yüzyıllara bir mesaj iletmek istercesine romanında “infaz” kararlarının ne denli yanlış olduğunu vurgular.

Peki, Hugo’nun iletmek istediği mesaj günümüz dünyasında cevabını bulur mu?

Ya bizim infaza bakışımız nedir?

Bu konu, “Türkiye” gibi hassas konularda duygusal kararlar vermekten kaçınamayan kitlelerin yaşadığı bir coğrafyada her zaman bir sorun teşkil etmiştir. Oysa “idam kararları” yasal bir düzenlemedir ve hukukta duygusallığa yer yoktur. Demem o ki,  artık idam yasası olmayan ülkemizde halen daha “idam cezalarını geri istiyoruuuuz, Hak yerini bulsun istiyoruuuz” çığırtkanlığı yapmak yanlıştır. Ve siz bunun yanlış olduğunu ifade ettiğinizde “aynı şeyler senin kardeşine yapılsa? Ya biri, anneni böyle öldürse? O zaman da idam olmasın diyebilecek misin?” gibisinden yorumlarda bulunmak duygusallığın saçmalığa dönüştüğü seviyedir.

İnsan öldürmek suçtur, bunun için bir ceza gerekir. Ve suçu insan öldürmek olan biri için verilen ceza, yine “insan öldürmek” demek olan “idam” bir ceza türü değildir. Zira ceza, “men edici” ve mağdur olan taraf için bir nevi “kefaret” yani öç alma duygusudur. Oysa yapılan araştırmalar gösteriyor ki, idam cezası uygulamasının suç işleme oranlarını azaltma yönünde hiçbir etkisi yoktur. ABD’nin idam cezası uygulanmayan 13 eyaletiyle, geri kalan eyaletleri karşılaştırıldığında suç oranlarının farklılık göstermediği görülüyor. Yani, idamın suç işlemede caydırıcı olduğu kanısı açık ve net suya düşüyor.

Üstelik üzülerek söylemeli ve unutanlar için hatırlatmalıyım ki, mükemmel bir hukuk sisteminde yaşamıyoruz. Verilen her karar, adil ve yerinde olmuyor. Tarih, haksız yere idam hükmü yemiş ve ölümünden ancak yıllar sonra masumiyeti kanıtlanabilmiş infaz mağdurlarıyla dolu. Şimdi haksız yere hayatı alınan kimseler için gerçek manada ne yapılabilir? Hiçbirşey.

Bilindiği üzere idam cezaları özel durumlarda yerini buluyor. Uygulama ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, çoğu yerde ileri düzeydeki suçlar için uygun görülmüş bir ceza türüdür bu. Kimi ülkelerde, uyuşturucu tacirleri dahi idama mahkum edilirken kimisinde düşünce suçluları da infaz edilebiliyor. Ama idamın hiçbir şeyi durdurmadığı, hiçbir ideolojiyi öldürmediği gerçeği hep göz ardı ediliyor. Bakınız, Deniz Gezmiş’lerin sesi hala duyuluyor, bakınız Adnan Menderes bir toplumsal figür olmuş durumda. Hala daha idamı “etkin” görenler için söylüyorum: Emin misiniz? Görmüyor musunuz?

Velhasıl kelam; ben idamı desteklemiyor ve ülkemde uygulanmasını istemiyorum.

İdama hayır, diyorum!

***

Hakkında infaz kararı verilmiş kişi, umudu bırakmıyor hiç. Hücresine duvar çatlağından sızan güneş ışıklarına ümitle bakıyor ve fısıldıyor:

“Kaçabilseydim eğer. Ahh! Nasıl da koşardım kırlara…"

HÜZÜN ŞEHRİ

 

Temmuz, 1995…Sanırım bu tarihi duyunca aklımıza gelen tek şey II. Dünya Savaşından sonra yapılan en büyük katliam. Önemli geçim kaynağı olan büyük maden ocakları ve tabii ki en haklı neden olarak(!) Müslüman halkın olması bu katliamı onlar için gerekli kıldı. Acaba tek şuçu inançları olan bu topluma böylesi bir zulüm yaşatmak hangi vicdana sığar merak etmiyor değilim doğrusu. Peki onca şeyden sonra bunu yapanlara insan denilebilir mi? Hala hiçbir şey olmamış gibi davranmak ne kadar doğrudur emin değilim.

Şunu söyleyebilirim ki, bu olayın diğerlerinden farkı soykırımın tam anlamıyla geliyorum demesine karşı kayıtsız kalınmasıydı. Çünkü Bosna’nın bu kadar büyük kayıplar ve acılar yaşamasının nedeni güçsüz olmasından değil kendini savunamamasındandı. BM (sözde) Barış Gücü tarafından Müslümanların elindeki silahlar toplandı. Gözlerini kan bürüyen Sırplar için büyük fırsattı. Artık tarihin utanç sayfalarında yerlerini alabilirlerdi. Yine BM tarafından ‘korunaklı bölge’ ilan edilen şehirde; genç kızlara ve kadınlara tecavüz edildi, erkekler ise acımasızca öldürüldü. Kalpleri taşlaşmış düşmanlar tarafından büyük zülum yaşadı Srebrenitsa…

Aliya İzzetbegoviç ‘’Düşmanlarımız sadece tek bir ırk tanıyorlar; kendi ırkları, tek bir din tanıyorlar; kendi dinleri, tek bir siyasi parti tanıyorlar; kendi partileri. Kendilerinden olmayan ne varsa onlar açısından yok edilmeye mahkûmdur...” diyor. Bu cümleler onları anlatan en doğru sözler sanırım. Karşımızdaki düşmanın insanlıktan ne kadar yoksun olduğunu anlatıyor. Bana göre onların tek inancı var; hırsları. Hırs ise insanın kontrolünü kaybetmesi için yeterli bir güç. Zira bu kadar kötülüğü düşünebilmek ve insanın gözlerinin içine bakarak merhametsizce eziyet yapabilmek zor olmalı.

Bu tüyler ürperten olayı oturup düşündüğümde şöyle anlatabilirim ki, biz her şeye rağmen insanlık onurumuzu ve şerefimizi koruyabildik. Bu gücü de ebetteki bizi yaratan Yüce Rabbimizden alıp bunu O’nu rızası için yapıyoruz. Sonucunda kayıplar verilen bu denli ağır olayların telafisi çok zordur kesinlikle. Ama yaşadığımız hayatı güzelleştirebilmek ve acılarımızı hafifletebilmek bizim elimizde. Aradan 16 yıl geçmesine rağmen hala yüreklerimizde derin acılar hissettiriyor. Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç bize ‘’ Nefrete nefretle cevap vermeyin. Bosna için nefret çıkmaz sokaktır. Nefret sadece bizim ruhlarımızı zedelemiyor, Bosna'nın özünü de zedeliyor’’diyor.

Neden mi?                                                                                      

Bizi düşmanlarımızdan ayıran en önemli nokta insan kalabilmemizdir de ondan. Yalnız şunu da unutmamak gerekir; intikam istemememiz sineye çektiğimiz her şeyi kabullendiğimiz manasına gelmez. Yaşadıklarımızı unutmamak ve unutturmamamız bizim elimizde. Unutulan değersizdir çünkü ve unutulan hatalar tekrar yaşanır.                                                                                                                                                            

Bizler su damlası taşıyan karınca misali üzerimizdeki sorumluluğu hakkıyla yerine getirebiliriz umarım...

 

 

                                                                                                                             Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları 

 

Uzak diyarların birinde bir nefret küpü yaşarmış. Sevmeözürlügillerden bu adam, kalbinde tek bir yaban otunun dahi yeşerememesinden muzdarip, bin türlü meşgaleyle iştigal eder, şu koca dünyanın varlık sebebine yaslanarak oyalanırmış. Zira meşguliyetten azade olanlar, kendileriyle konuşmaya başlarlarmış ve bu bilgeler için bile kolay bir şey değilmiş. Mecnunlar bu yüzden bir baltaya sap olamazlarmış, biz ne sanmışsak?

Bu hasta adam hayatın içinden geçip giderken, bir bilgeyle karşılaşmış. Pir, tek bakışta teşhisi yapmış; “Sende sevgilik yok...”

Sevmek; bir hayat iksiri imiş ve ancak dilyapımı billur kaplarda saklanabilirmiş. “Git..” demiş bilge adam, “..ahıra git.” Evhamlı abimize de hafif tuhaf gelmiş bu reçete, ama hâl ehlinden iyi bilecek değilmiş â!

Öyle ya, bir ağacın altında iki dakika durulsa, ona âşık olunabilmeliymiş.

Bizim hasta gönüllü abimiz de gitmiş ahıra, bakmış ki bir inekten başka bir şey yok.

Korkmayın, zoofili hikâyesi anlatacak değilim

Seyre dalmış bizim muzdarip... İneğin bıkmadan usanmadan süt verişini, tıkılı kalmaya razı oluşunu, hayvancağızın şuncacık haliyle bin türlü faydasını düşünmüş ve ineğin ne kadar sevilesi olduğunu fark etmiş. Onu daha özenle tımarlamış, yemini daha bir kaliteli vermiş, sağı solu gezdirmiş, bir yerden sonra muhabbet etmeye bile başlamış…

Muhabbet, sevginin besmelesi imiş… Ve adam yaşlı bilgemizi hatırlayıp gönlüne baktığında bir gün, kocaman bir billur tank görmüş.

Evet, sevgisizlikten kıvranan abimiz, sonunda sevmeyi öğrenmiş

Doğuştan gelen sevgiliklerimiz, sütdişi kadar dayanıksız ve sevimliliğin terkiyle eşzamanlı kırılan cinsten.

Bir andan sonra sevmeyi yeniden, kafamıza göre öğrenmemiz gerekiyor.

Nihayetinde belirli bir yaştan sonra hayat keskin virajlarla örülüymüş ki, bunlar genelde kalbe saplanırmış.

Ve şu hayatımızın yegâne tenderi gönüllüklerimiz -küllüklere dönüşmeyecek kadar şanslıysa eğer- “reh-i sengsâre” düşer imiş.

Evet, bir yerde sürçtü ayağımız ve fark etmedik bile o şişeciğin ağzında gevelediği son nefesi…

Evet, bir arnavut kaldırımının aralarını süsleyen yıldız parçalarıdır artık o büyülü sesi…

O andan sonrası şaşkın “Allah Allah?” ların senfonisidir adeta. Niye bir yerlerde pis pis faylar çıtırdamaktadır, niye kopan teller ahenkleri ebediyyen bozmakta yahut? Neden gözler kapandığında zift dolu bir kâinata tıkılı kalırız, neden sirto nağmelerinden çok homurdayan otobüsleri duyarız?

Gülmeyen gözler gülen göz kapaklarıyla örtülürken, kandırıkçı sırıtışları dudak uçları ele verirken, ve güldüren sözler ağrıdan inletmeye başladığında, evet hep başka şeylere yorduk biz.

Öldürmeyen şey, ölüm dilendirebilir; fark edemesek de…

İçimizde uçuşan kıyma makinaları güzel olan her şeyi öğütür, kalbimiz yanarcasına dönen sondalara mahkûmdur, kılı bile kıpırdayamaz mehdiliğe sancak açan felçli ruhlarımızın.

Gönülyaşı dolu çemberlerin kulvarlarına riayet ederek seyrederken, dikkatimizi celbeden yegane şeyse; “Ayak çırp, yoksa batarsın..” olur çoğu zaman. Halbuki kimini denizin altı boğar; kimini üstü.

Paralanmak için paralanır, bu son diye nice nice son savaşlarda can alır, ter dökeriz. Öyle uyuşur öyle mayışır ki bilincimiz, ancak durduğumuzda anlarız yürüdüğümüzü.

Makinistin ürpertici sinyali gelir beklenmedik bir an... Ve yara izlerimizin oluşturduğu atlasla ölümsüzleşen dünya, tuz dolu göğsüne yaslarken bizi; özensiz kesilmiş kızıl brandaların sırtında, toprakla öpüşür bedenimiz…

Cihandan kovulmanın yegâne tazminatı da, gökyüzünün beyazperdelik ettiği hayatımızı efil efil seyre dalmak olur.

Mutsuz –en azından tatsız- son…

Peki ya..?

Ceplerimizi yokladığımız ve eşzamanlı olarak yüzümüzün ekşidiği o ana dönmek elimizde, diyelim ki;

Sorarım; açık bir bavuldan daha umut verici ne olabilir ki?

Online dergiler Online dergiler