Kaç santim yukarıdan, kaç santim sağdan-soldan boşluk bırakmam gerektiğini hatırlayamamaya  inat bir mektup yazmak istedim. Ancak mektup zarfının alıcı kısmını boş  bırakmak zorunda kalışım; bu santimetreleri bilemeyişimden daha kötüydü; daha doğrusu acı.

Sadece bu gurbetlik zamanımda, birinin posta kutusuna bakınca, benden gelecek iki satıra yüzü tebessüm edebilecek; temiz duygulardan hasıl bir sevginin ürünü bir sevgiliydi aradığım tek şey. Hani eskiden... Eskiden... yani henüz insanlar bu kadar insanlıktan uzak olmadığı zamanlardaki gibi bir sevgili.

Kara tren dumanında uğurlanan, tahtadan bavulun yanında tek yoldaş olduğu zamanlardan kalan bir şey olan mektubu da; o zamanlardan kalan bir sevgiye meyletmek istemiştim. Gözden ırak olmayı, gönle perçinleyen satırların bulunduğu o kağıt parçasının kadri kıymetini bilecek, yoldaşı olan zarfın içinden çıkabilecek kurumuş bir gülü göz yaşlarıyla yeşertmeye çalışacak bir çift gözdü sadece aradığım.

Tabii ki bulamadım. Bulamayışımın aramamak mıydı yoksa;  aranan şey zaten mi yoktu bilmiyorum.  Ancak matematiksel gerçeklikte olayın sonucuna bakarsak; „yoktu.“ Zira hayat; lisedeki matematik sınavlarından farklı olarak, çözüm için gidiş yoluna puan vermiyordu. Böyle olunca niyet eylediğim mektup yazma işini kenara bıraktım. Seccademi; yani boş kağıdı geri koyup tesbihi yani kalemi de  yerine teslim edip, kazaya bıraktım bu hevesimi de.

Söylemek istediğim ne çok şey olurdu halbuki...

„Bir mevsim  geçti sensiz  sevgili.“ derdim mesela.  „Akrebin yelkovanın takip etmesindeki tek tesellim sana kavuşmaya gitmesiydi.“ gibi süslü cümlelerle duyduğum özleme mürekkebi şahit tutardım ama..

 Daha ne çok şey söylemek isterdim.  Ancak bütün bunları şimdi dil bilgisinden tam hatırlayamadığım „olmamış şeyin  hikayesi“ konusunu içeren „zamanda“ yazmak istemem. Zaten de yazamam. 

Hulâsa-i kelâm herşeyim hayırlısı arkadaşlar. Eksikliklerinmize isyan etmek yerine, sahip olduklarımızla şükretmeyi  öğrendiğimiz gün , zannederim ki mutlu olmayı başarıcaz.  Öğrendiğimiz günde buluşmak ümidiyle...

Saygılarımla…

GENİŞ ZAMANIN DARDA KALMIŞ HİKAYELERİ: 23. SOKAK

Bu gece kartonlar ıslak. Hava da şehrin soğuğuna nispet, ayrı bir soğuk. Üşüyor muyum ne? Fareler de rahat vermiyor zaten. Nerede ulan bu sokağın kedileri? Gerçi kedi mi kaldı şehirde. Fareler kol gezdiriyor, içimizi kemiriyor leşler. İç savaşın ardından, içimiz dışımız kemirildi zaten.

Şu 23. sokağın dili olsa da konuşsa. Gerçi konuşuyor konuşmasına... Karşıki bina daha 15 indeki gencin kanıyla süslü halen. Her köşede, savaş kokan ellerle yazılmış, “Savaşa Hayır” yazıları. Kaldırımlar yıkık dökük. İnsanlarsa, onlar çoktan öldü, kalan birkaçı ise çoktan insanlığını kaybetti. Diyorum ya, bu şehir soğuk. Şehri ısıtacak kimse yok. Şehir kimsesiz. Kimse, kimsesiz…

Ailemi özledim... Ben kunduracıyım esasen. Yani eskiden öyleydim. Yılan derisinden pahalı kunduralar satmışlığım bile var.

Ah ah… İşimi de, ailemi yitirdiğim o savaş gecesi kaybettim. O gece o kadar çok şey kaybettik ki, canımızın acısından kayıpları düşünemedik bile. Kitapları yaktılar, evleri, iş yerlerini ve en önemlisi de insanları yaktılar.

Onlar insanları yakmakla kalmadılar sadece. Aynı zamanda insanlıklarını da yaktılar, fakat onlar için sorun olduğunu sanmıyorum. Yanan insanlıkları olsun. Cepleri dolu nasılsa…

Sözde hürriyet getireceklermiş. Getirdiler de nitekim. Şahsım adına söylüyorum; hiç böylesi özgür olmamıştım. Ne sorumlu olduğum kimsem var, ne de bir varlığım. Kendimden bile sorumlu değilim anlayacağınız.

Düşünün, onlar olmasaydı nasıl böylesi özgür olacaktım?

Neyse yoruldum. Hava da iyice soğudu. Gözlerimde acı bir yorgunluk. Ciğerlerimden gelen kan yine elime dolandı. Gözlerim kapanıyor. Anlaşılan bu gece bu şehir biraz daha soğuyacak.

Ne diyeyim ki… Elvedayı hak ediyor mu bu şehir? Neyse insanlık bende, yani öteki tarafta kalsın.

Elveda özgürlük.

Elveda 23. sokak.

Elveda…

Gizem Çavusoglu

Paylaş


     Gizem Çavuşoğlu'nun Eski Yazıları

 

“Uydurma demeyeyim de yakıştırmacılık ilminin temelini atmıştık!”

Benim Üsküplü hemşehrim Yahyâ Kemâl’i kızdıran bir şeyler vardı, hatırlayalım: "İmlâmız, lîsânımız düzelince, lîsânımız da kafamız düzelince düzelecek; çünkü o da ancak onlar kadar bozuktur,  fazla değil!" diyordu üstad, rahatsız olduğu, âşık olduğu lîsânımızın bozulması, ırzına geçilmesiydi. Bu kaderi yaşayan diğer lîsanlara baktığımızda hep sömürüyü ve Beyaz Adam’ın hoşgörüsünü gördük. Kendi lîsânımızda ise bize tecâvüz eden yine kendimiziz, kendi devrimimiz, Dil Devrimi’miz.

Dil Devrimi’ni tartışmadan önce farkına varılması gereken 2 ana unsur var. Birincisi; bu devrimi ideolojik bir tartışma olarak görmekten kendimizi alıkoymamız gerektiği. Bu konuda ideolojilerimizle tartışmak bizi 90 senedir içinde bulunduğumuz çıkmazdan öteye götürmez. İkinci olarak yapılması gereken Harf Devrimi ve Dil Devrimi kavramlarını birbirinden ayırmak. Dil Devrimi’ni savunanların lâtin alfâbesini bugün konuştuğumuz “sâde” dilin temeli olarak görmesi de yanlıştır, Dil Devrimi’ne karşı olanların bu devrimin temeline Arap harflerinden vazgeçişimizi koymaları ve akabinde dilimizin bu sebebden yozlaşmış bir lîsânımız olduğunu savunmaları da. Yeni bir alfâbe isteği, 19.yy’ın ortalarından önce bir takım aydın tarafından dile getirilmiş bir talebdi, bunu salt Cumhûriyet’in bir getirisi olarak görmek yanlıştır. Zâten Dil Devrimi’nin yarattığı tahrîbat o kadar büyük ki, alfâbenin değişmesinin dilimize zarar verip vermediğini masaya yatırmak çok güç.

Dil Devrimi’nin başmîmârı, diğer bütün devrimlerde de olduğu gibi, Mustafa Kemâl. Onun direktifleriyle kurulan kurumlarda onun istediği bilim adamları, onun istediklerini yapmak için canla başla çalıştı. Aslında o dönemde dilde bir reforma ihtiyâcın olduğu şüphesiz. 19.yy’da “kafası karışmış” bir lîsan Türkçe var. Esas olarak Ural-Altay dillerinden olan Türkçe, Türkler İslâmlaşana kadar Orta Asya coğrafyasında dış etkilerden uzaktı. İslâmiyeti Talas Savaşı ile birlikte tanıyan ve kısa sürede Araplardan dahî çok benimseyen Türklerin lîsânının, Kur’an-ı Kerîm’in yazıldığı lîsan olan Arapça’dan etkilenmesi kadar doğal bir şey yok. Ancak Türkçe’yi neredeyse Arapça’dan fazla etkileyen dil Farsça. Bunun sebebi açık: Türkler İslâmiyetle tanıştıklarında komşu oldukları Müslüman kavim Araplar değil Acemler, yâni Îranlılar. Türkler İslâm’ı Îranlılar’dan öğrendi diyebiliriz, peygamber, namaz, oruç gibi kelimelerin Farsça oluşu tesâdüfî değil. En başlarda bu etkilenme daha çok kelime devşirmekten ibâret olmuş ve bu lîsânımıza zarar vermek şöyle dursun, zenginliğimize zenginlik katmıştır. Asıl sorun Osmanlı döneminde, dîvan şâirlerinin ve devlet erkânının Türkçe, Arapça ve Farsça’dan oluşan karma, ağdalı ve zamanla halktan kopan bir dil kullanmasıyla başlar. Gün geçtikçe Türkçe kelimelerin sayısı azalır, Fars ve Arap lîsanlarının gramer kuralları Türkçe’de etkin olmaya başlar. Tüm olumsuzluklara rağmen güçlü bir lîsan olan Türkçe, 19.yy’ın yenilikçi şâirlerinin/yazarlarının reformlarıyla olumlu bir sürece girer ve 20.yy’a gelindiğinde daha sâde ancak eskisinden daha güçlü ve en önemlisi “rayında” bir Türkçe vardır. Reform ihtiyâcı hâlâ çok açıktır; ancak gelecek parlak görünmektedir. Devrime kadar …

Devrimin başmîmârı olan Paşa’nın lîsan sorunu çözmek için yaptığı analizlerdeki iki hayâtî hâtâ, lîsânımızın bugün geldiği içler acısı noktanın en önemli müsebbibleri. İlki, geçen yazımda değindiğim lîsanda devrim olmayacağı gerçeğini göz ardı edişi. İkincisi ise, yazının başında bahsettiğim konunun ideolojik değil kültürel bir mesele olarak ele alınması gerekliliğini yerine getirmemiş olması. Paşa’nın Dil Devrimi’ne temel olan düşüncesi yeni kurduğu cumhûriyette Türk’ten başka unsur istememesiydi. Onun için Arap olan Fars olan ve bunları hatırlatan her şey geriydi, bunların hayâtımızdan derhâl atılması gerekiyordu. Lîsanda yapılmak istenen de tam olarak buydu, yüzlerce yıldır bizimle olan, hayat bulan kelimelerin lîsandan temizlenmesi için devletin tüm imkânları seferber edildiği gibi dağıtılan bildirilerle halk da, bu eski ve gerici kelimeler yerine yenilerini bulmak konusunda teşvik edilmeye çalışıldı. Bereket ki halk bu çağrıya pek îtibâr etmedi. İş Türk Dil Tetkik Cemiyeti (bugünki TDK)’ne kaldı. Görevi, dilden atılacak Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin yerine yenilerini, modernlerini, “Öztürkçelerini” bulmaktı. Bu uğurda kalem, “yağuş, yazgaç” yapılmaya çalışıldı, hikâyemize “ötkünç, sürkenç” dediler. Bu düpedüz bir soykırımdı, 4 sene içinde binlerce kelime bu şekilde katledildi. 1900’lerin başında 75.000 kelimelik Türkçe sözlük hazırlayabilen Redhouse, 1945’e gelindiğinde  “berkiten, baysak, örürme” gibi ucûbeler sayıldığında bile 12.000’ini geçemedi. 1936’da Paşa bile yaptığı hatânın boyutlarının farkına vararak bu yoldan dönme karârı aldı; ancak kelimeleri atmaktan vazgeçerken çözümü, lîsandaki tüm kelimelerin Türkçe’den geldiğini kanıtlanmasını emretmekte bulmuştu. Ona göre her kelimenin kökü, pek tabiî Türkçe’ye “uydurulabilirdi”. Böylece lîsâna hizmet etmesi gereken bir kurum, ilk yıllarını soykırımın memurluğunu yapmakla geçirerek lîsânımızdaki binlerce kelimeyi yok etmiş, 1936 sonra ise her kelimenin Türkçe olduğunu kanıtlamaya adamıştır. Salt ideolojik amaçlar uğruna, 20.yy’a girilirken yeni ufuklara yelken açmış olan lîsânımız, bir sebebsiz fırtına ile alabora oldu ve denizin dibini boyladı. 

Mustafa Kemâl’in iki konuşmasından aldığımız şu iki parça, lîsânımıza yapılanın absürdlüğü gözler önüne seriyor. İlki Gençliğe Hitâbe’den:

“Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”

İşte benim hayâl ettiğim Türkçe budur, Mustafa Kemâl, bir Osmanlı Paşası olarak ve Dil Devrimi’nden önce lîsânı kullanmada çok usta, Türkçe’yi en iyi kullanan hatiblerden belki de. Aynı adam, İsveç veliaht prensi için verdiği yemekte ise bunları dedi, Allah taksirâtını affetsin:

“Avrupa'nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar, bugün, en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: Baysal utkusu.”
 
Belki sömürüyü görmedik lîsânımızda, ama Dil Devrimi en kötü sömürüden daha kötü, en acımasız soykırımdan daha acımasız. Dil Devrimi’nin en önemli temsilcisidir belki de Nurullah Ataç, bu devrimle uydurma iliminin temellerini attıklarını îtirâf ediyor. Ne diyelim, Amazon’un “amma uzun”, Niagara’nın “ne yaygara” olduğu lîsânımızda, bu yazı hem Amazon ne Niagara!

 

Bir bebeği konverslerimin altında ezdim bugün. Israrla ve üstüne basa basa öldürdüm onu. Hiç sesi çıkmadı, ağlamadı bile. İkimiz de çok yaşayamayacağını biliyorduk çünkü. Korktum. Sıtmalı, bana ağır gelen vücudumu itercesine kaçtım oradan. Kızardım, titredim, soluk soluğa kalıncaya kadar da hırpaladım kendimi aynayla baş başa kalınca. Alnımı soğuk fayansa dayadım ve derhal yağmur yağsın istedim üstüme hatta daha fazlası bir gölü kurutuncaya kadar içmek. Dişlerimi sıkıp: “İsteyerek olmadı bu.” dedim, asla! Ben, ben, asla! Sonra derin bir nefes aldım ve yüzümdeki mimikleri rahat bırakıp bu saçmalığa son verdim. Kendime ne kadar diretsem de bu işlediğim ilk cinayet değildi.

٭ ٭ ٭

Ne zaman yeni bir hayat, temiz bir sayfa ümit etsem bir çocuk doğar kirli ellerimde. Öyle saf öyle masum… Gözlerini kaçırır benden fakat. Yüzü kırış kırıştır. Kaç kez doğup kaç kez ölmüştür o aynı bebek. Sevmiyor mudur beni emin değilim. Hiç konuşacak kadar uzun kalmadı zihnimin Getto kuvözlerinde. Ben her defasında başka isimler koydum ona.Bu sefer dedim bu sefer…İnatla yaşatmaya çalıştım.Bu sefer ölen ben olacağım dedim, o değil. Ama öyle ufaktı ki kafama bir silah doğrultacak kadar büyüyemedi hiç. Yüzüme tükürecek kadar takate erişemedi.

Hayallerimde görünüp kaybolan kadınlar baktı ona. Ben sadece bir bebeğin avuçlarımdayken hissettirdiği heyecanı sevdim. Sonra yabancısı olduğum kollara teslim ettim hemen.

Derken rutine dönüştü kendime ihanetlerim. Muhayyilemin derinlerinden güçlükle nefes alan kadınlar gelip, kutsal bir emaneti teslim almakla görevli elçiler gibi ölü bedenleri taşır oldular geldikleri yere. Bir de… Neden diye sorarlar hiç bıkmadan. Acizliğimi tariften utanırım, çekiçle alınmış gibi çıkar ağzımdan değişmeyen karine: Ben böyleyim.

Severim ama aşkı yaşamaktan korkarım. Bilirim ama bir utançmış gibi söylemeye çekinirim. Saatlerce koşarım ama doğru yere bir adım atmaya erinirim. Yazarım çizerim ama kendime fayda etmez. Ben işlediğim her günahtan, bulaştığım her yanlıştan sonra af dilerim ama yine yaparım. Anladım ki sorun kötülüğe çağıran seste değil, sınır koyulamayan özgürlüklerimizde. Önyargı özgürlüğümüzde mesela, sabırsızlık ve hırs hürriyetinde…

Hesabı kitabı yapan beynimiz yaklaşan şeytanın sağı olurmuş hep. Zihnimize tozpembeler, maskeli düşler satarken, yazdığı acı faturalara bakmayız bile. Bizim olana gözü kapalı güvenimiz her defasında daha ağır bedeller ödetir. Aklın namlusunu kalbe doğrultup vicdanı kana bulamaktır bu yaptığımız.

Oysa;

Bebekler büyümek içindir, bizleri gömmek.

Gül kokmak içindir onlar ve sevmek.

Bebekler tekrar denemektir, umuda namzet!

Benimse her cani gibi içim kötü, isteklerim aşağılık. Peki ya nasıl bu kadar temiz kalabiliyor o umut denilen ufacık şey, kat kat olmuş nefsi emaremden sıyrılıp kalbime cenneti taşırken. Öyle duru bir soluk ki Nasreddin misali ruhuma mana çalıyor.

Sen nasılsın bilmiyorum ama sevgili okur, ben açtığım her yeni sayfayı aptalca karalayıp, başlangıçlara sonumu eklerken, bir bebeği hunharca katlederim. Müptelası olduğum beş para etmez zevkler uğruna o nurdan, o masum, o benim olan şeyi. O benim hayallerimi her ateşe verdiğimde, küllerinden doğan umudumu. Sen dayan desem, yapabilir misin?

Kime ne diyeceğimizi bilmediğimizden, ayıya hep dayı diyen nesildeniz biz. Köprüden geçene kadar değil ama, atlayana kadar. 

Ölüp, dirilmeyi bekleyecek kadar inançlı yüreklerimiz. Dirilip tekrar ölmeyi bekleyecek kadar umutlu. 

Gözyaşlarımızdan haberi olmaz gözlerimizin çoğu zaman. İçimize akıttığımız milyonlarca yaştan biri galip gelir ve doldurur göz bebeklerimizi. 

Allah analı babalı değil, kanlı bıçaklı büyütüyor genelde, ama olsun haktır deyip geçiyoruz biz. 

Haktır elbet, hatta müstehaktır bize. Elmayı seviyoruz belki ama bir cebimizden armudu da eksik etmiyoruz.

Biri yer tokatı, diğeri bakar mutlaka ve hiçbir zaman kıyamet kopmaz evlerimizde. 

Patlak ampullerimiz vardır ayrıca, nereye patlayacağını şaşırmış, oraya buraya saçılmış duygu yetimleridir onlar. 

Galibiyetleri olmaz, miğferleri yoktur, korunamazlar. Hiçbir feri söndürmezler ama yakmazlar da. Uzaktaki köyün en pahalı yolculuğudur onlar. 

Muavin hep şofördür. Yenilen hep başkasıdır, 'iskender'dir mesela. Ama öyle isimli değil, yoğurtlu, salçalı. 

Kadın gibi, onun da salça olanı makbul artık bu devrin herhangi bir zamanında.

Yaralarımız pek bizim, pak, tertemiz, ipince ama büsbüyük. 

Saç telimizden tırnak ucumuza kadar abdestsiziz ki kanayan bedende abdest tutmaz dinimizce.

Gerçi ondan da pek anlamayız, bütün bildiğimiz; Allah birdir, küfür günahtır, güzele bakmak sevaptır, İslam’ın şartı beştir ve ilkokulda oynanan en güzel oyun birdir birdir.

Kimseye lafımız yoktur ayrıca, ama affımız boyumuzu aşmıştır her zaman. 

2 metrelik aflar tanıyorum mesela, bir tahtanın içinde, hiç baş koyulmamış omuzlar üstünde, toprak yolunda..

Bizim okuduğumuz kitaplarda ölenle ölmüyor hiçbir mecnun ama birisinin uğruna ölen salak da çoktur. 

Dedim ya haktır, müstehaktır aşık adama Azrail'in elini tutmak, bir el gitmişse ellerinden, başka tutulacak bir şeyi kalmamıştır onun.

Gözden ırak olan, yüreğimizin en gizli yerlerinden petrol çıkartır bizim. Yok pahasına satar, kime sattığını sormayın, ona henüz rastlamadık.

Yoldan geçenlerimiz de, yolumuzu kesenler de, tükürenler de vardır elbet, haddinden fazladır hepsi, hadsizliklerinin dibine gömmüşlerdir saygılarını, sevgisiz mahlukların tümüdür onlar. 

Kervansız, dermansız, anlamsız bütün cümlelerin gizli kalmış bütün öznelerini üstümüze alınmakta üstümüze yoktur. 

Bir palto sıcaklığına muhtaç olduğumuzdandır bedava bulduğumuz her şeyi üstümüze alınmak. Ki siz bilmezsiniz, bir insanı en çok ısıtan, şairin kalbindeki alevin saçtığı cümlelerdir.

O kalbin alevinin korlarıyız biz. Delikanlı çağımızın iyimserliği, masumluğu ve içimizde patlayan bütün duyguların yalpalayan ayaklarıyız. 

Yalnızlıklar çağının en kalabalık kentidir bizim kalplerimiz. İçine giren çıkan belli değildir belki ama, liderimiz tektir. Ki hepimizin yönetim şekli, hasrettir.

Biz... Boşverin, siz kimin kaçıncı yüzünden fırlayan çelimsiz hislersiniz?

Ve son soru: Nasıl bilirdiniz?

Bu suç ikimizin.

Aslında sırf seninle aynı zamirde tamlanabilmek için ortak oluyorum suçuna.

Bu aşkta suçlu olan sensin.

Giden de,arada sırada "acaba n’apıyordur?" diye düşünerek hal hatır sormayan da.. 

Üzmüyorum kendimi, sen hele bi' yan da.. Anlayacaksın halimi.

İnan, seni seven en masumudur Dünya’nın. Çünkü saçların,

İnsanların içindeki tüm kötü niyetleri savurur rüzgârıyla.

Seni seven günahsızdır, ellerinle okşamadıkça..

Şimdi hiç kimseyim senin için.

 

Ve sen, benden başka herkesin.

Olsun..

Seni sevmem için görmeme gerek yok. Allah’ın varlığına inanlardanım.

Dokunup, nefesini nefesimde hissedemediğimle yaşıyorum bu aşkı.

Ben Allah'tan biraz daha az sevdim seni. Bu yüzden tahammül edemiyorum seni başkasıyla nefes nefese görmeye..

Senden önce Allah'sız olduğumu fark ettim.

Şimdi tek sızım sensin.

Dindirecek olan da,dine döndürecek olan da..

Cehennem ateşi yerine,yokluğunun ateşiyle yanmayı tercih ediyorum,

Hakkımda yalan söyleyip günahımı al lütfen..

 

Tamam,kabul ediyorum. "Bu kadar da salak olunmaz ki!" diyorsun.

Ne yapayım,elimden gelen bu.Giden ise,

Annenin "şunları al" dediğinde;uzattığın on parmaklı o iki marifet yumağı.

Kalbini saymazsak,seni tamamen kaybetmiş sayılmam.

 

+ Sen ve ben,belki yeniden birlikte olabiliriz.

- Benimle olmak için değil,intikam almak istediğin için söylüyorsun bunu.

+ Hayır, seni seviyorum.

- Yalan,benden nefret ediyorsun.

+ Ben sadece insanlardan nefret ederim..

 

Sen ve sevgilin;hiç ilgilendirmiyorsunuz beni.

Tenin başkasına değiyor,kalbinin hala kalbime değdiği gibi.

Ben hala yeni gibi hayal ediyorum eski günlerimizi.

Oysa biz mükemmeldik,bükülmezdik.

Ve en çok,sevdirmezdik kendimizi..

 

Şimdi sen mükemmele sahipsin,

Vücudunun her noktasına temas edebilecek kadar,

Değerli bir ele..

 

Olsun..

 

Senin eline dokunduysa; bükemediğim eli de öperim.

 

"Özür dilemek büyüklüktür"

Ağladığımı göz önünde bulundurursak,gözyaşım senden büyük.

Hata yaptıysam,vücut hatların çıkarmıştır baştan.

Özür dilerim o yüzden.

Affet,bir doğal afet gibi savurup geçme felaketini.

 

Ziyaretine geldim dün.

Masum uykunun başucunda duran sehpaya telefon numaramı bıraktım.

 

Özgürlüğümü kısıtlamanı istiyorum.

 

Aramızdaki duygu hatlarında sorun var.

Yaptığımız hatalar da..

Çevirdiğin numaraların arasında,numaramın da olmasını istiyorum.

Hatalıysam lütfen ara..

Online dergiler Online dergiler