YANLIŞ NUMARA

Alkol bakanlığından aldığım yetkiyle cesaretimi topladım ve aradım onu. İlk başta açan olmadı. Kızdım. O telefonu niye vermişlerdi ona? Nasıl açmazdı telefonumu? 

Bir daha aradım. Yine açan olmadı. Yarım bardak votkayı da fondipledikten sonra, bir daha aradım ve açtı. O narin, o ince, o kült filmlere dublaj yapılan sesler gibi ender ve o ıssız çöllerde yaşamaya çalışan serçe sesiyle, "efendim" dedi (benzetmeyi abartmış olabilirim). Ve ses benim kulak kepçesinden girip, çekik, örs ve üzengiyi geçtikten sonra, beynime ulaştı. Burayı yavaş bir olguymuş gibi anlatıyorum çünkü onun sesi bende alkolden daha iyi bir etki yaratıyordu. Damarlarımdaki kan yavaşladı. En başta konuşacak cesareti bulamadım. 

Çok az bir süre sonra "Aloooo! Kimsin? Gecenin bu saatinde niye arıyorsun" dedi. Kafamı kaldırıp saate baktığımda dünya başıma yıkılmıştı. Çünkü duvardaki saat, muhtemelen dünyayla aynı hızda dönüyordu ve iki tane yelkovan iki tane akrep ve kaç tane olduğunu ve adını bilmediğim o saniye göstergesinden görüyordum. Evet, evet çok garipti. Daha sonra nefesimi içime çekip "Benim, ben. Seni seviyorum ulan!" dedim. 'Ulan' kelimesini biraz abes kaçsa da demiş bulundum artık. 

"Sen kimsin ya aptal, daha düzgün bir saat bulamadın mı gecenin bu saatinde arıyorsun' dedi. 
"Aşkın saatimi olur Elif'" diye bağırdım. Tabii sarhoş olduğum için bu kelimeler ağzımdan anlaşılır bir şekilde çıkmadı. 
"Ne, neyin saati? Elif mi? Gerizekalı ben Elif değilim!" dedi.
"Elif nerde! Elif'i bağla bana kadın!" dedim.
"Yanlış numarayı aramışsın ya. Hem aptalsın, hem âşık. Gerçi ikisi de aynı şey"
"Yalan söyl... dıııt dııt dııtt"

Telefonu suratımı kapatmıştı. Telefon surata öyle kapatılmaz böyle kapatılır deyip tekrar arayacaktım ama, vazgeçmiştim. Ve o an anlamıştım ki. Aşk, hayatın bize verdiği yanlış bir numaradan ibaretti. Doğru numarayı yani doğru kişiyi bulmak için diğer bütün hepsi denemek ya da beklemek gerekirdi...

Şimdi cesaretimi tekrar toplayıp aramak istesem, olmaz. Çünkü o cesareti toplamak için sarhoş olmaya, sarhoş olmak için de paraya ihtiyacım var. Şu anda ikisi de olmadığına göre, bir daha ki telefon görüşmesinde görüşmek üzere Elif. Sana da görüşürüz telefondaki yanlış numaranın sahibi kız. Senin numaran var artık bende belki seni tavlarım Elif'i unutmak için. Belki başkası olur, onu ararım. Amaan, neyse tırt. Ben kaçtım. Öptüm...

Ümit Rençber

Paylaş

YALNIZLIĞIMIN ORTASINDA 

Ayrılığa bugün tamamıyla teslim oldum gerçekten de!

Bırakmayacağına inandığım tek bir umudun da gidişiyle…

O kadar aceleci ve aniydi ki neye uğradığımı anlamadığım bir hal içerisinde susuz, uykusuz, nefessiz kalmıştım.

Bu, ansızın yalnızlaşmakmış.

Ağlamakmış çocuk gibi içten içe. Çarelerin içinde çaresiz kalmakmış.

Susamakmış daha doğrusu sorgusuz sualsiz; durdurulmakmış, zorlanmakmış.

En amansız şeylerde cevapsız sorularla boğuşmakmış. Hesaplaşmakmış baktığın aynalarda kendinle, benliğini tanıyamamakmış.

En büyük şans görürken meğer ki hayatımın kocaman şanssızlığıymış.

Kısacası kahrolmakmış, ne kadarda acıymış.

Allah’ım! Sonsuz inanç içerisinde ben yüreğimdeki saltanata başkaldırıp isyanlarla boğuşmuşum. Anladım ki zormuş, anladım ki kısasa kısasmış her şey.

Yaşanmışlıkların yabancılığıymışım.

Kendimi kandırdığım tüm bu sözler koca bir boşlukta şimdi.

Bu yük yüreğime çok ağır geldi.

Amansız olsun gidişin gibi dönüşünde. Bak hala umut var belki diye! Böyle kayıtsız olmamalı, eli kolu bağlı bu hallerime…

Duyulmuyor belki çığlıklarım, görülmüyor çırpınışlarım.

Ama umutsuz; yangınım, alev alev sadece kendine zarar veren ya da buzlar gibiyim tüyleri diken diken eden…

Yalnızlık iliklerime kadar… Haydi, artık umutsuzluğumun son umudu dön çok geç olmadan…

Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları

SAĞIR, KÖR VE DİLSİZ

Var olan bir düzende kendimize yaşayabilecek bir alan mı arıyoruz yoksa olmayan bir düzende kendimize yeni bir yaşam alanı oluşturmaya mı çalışıyoruz? Yani kader mi hayatımızı şekillendiriyor yoksa kaderimizi yaratan ve hayatımıza yön veren sadece bizler miyiz? Eminim ki hayatımızın en az bir döneminde bu sorulara cevap aramışız, arıyoruz veya arayacağız. Bence bunun cevabı yine bizde saklı. Duygularımızda, yaşayış ve kavrayış farklarımızda hayatı anlamlandırma biçimimizde. Farkların doğurduğu bir ortaklıktan bahsetmek istiyorum ya da fark olarak zannettiğimiz şeylerin aslında bizi birleştirmesi gereken noktalardan. Tam da bu aşamada aklımıza gelebilecek en önemli noktalardır: Hoşgörü ve anlayışEmpati diye tabir ettiğimiz aslında bizdeki tam sözlük anlamını bilmediğimiz bir kelimeye doğru sürüklüyor bu noktalar bizi. Karşımızdakini anlamak, hoşgörülü olmak, onun yerine kendimizi koyarak onun penceresinden bakmak bazı olaylara, hoşgörülü bir şekilde onu anlamaya çalışmak. Empati bizdeki karşılığıyla diğerkâmlık. 

Peki, nedir diğerkâmlık? 

Diğerkâmlık, 26 tane ve daha nice şehitlerimizin arkasından sadece ağlamak değildir, bağırmak çağırmak veya olmamış gibi yapmak da değildir. Ölen şehitlerimizi anlamaktır onların ne uğruna öldüğünü, öldürüldüğünü kavramaktır. Diğerkâmlık, düşman olmak da değildir. Anlamaya çalışıp çözüm üretmektir. Ülkemize hücum eden onca tehlikeli oyunlara, enjekte edilmeye çalışan zehre bizi bölmeye çalışan onca düşmana karşı yeri geldiğinde ülkenin bir ucundaki doğal afete kayıtsız kalmadan tek bir yürek olmayı başarabilmektir. 

Kardeşin kardeşe güvenemeyeceği bir dünyada yaşıyoruz. Her türlü kötülüğün kol gezdiği, iyiliğin işkence gördüğü bir zaman dilimindeyiz. Bebek ticaretleri, çocuk istismarları, kadınlara yönelik şiddetin tavan yaptığı, bir yudum ekmek yemeden uyumaya çalışan ailelerin olduğu, evsiz insanların sokaklarda yattığı bir ülkede yaşıyoruz. Onca olumsuzluk yetmezmiş gibi birde dıştan gelen fırtınalara karşı ayakta durmaya çalışıyoruz. Daha içimizdeki yaralara yetemezken bir de fırtınalarla oradan oraya savruluyoruz. İşte bu aşamada görmek istemediğiz, anlamaya çalışmaya bile çalışmadığımız durumlarla yüz yüze, karşı karşıya, burun burunayız.

Sağlam bir vücut oluşturamazsak, fırtınalara direnemeyiz. Her türlü hastalığa karşı öncelikle vücudumuzun ayakta kalması için savunma mekanizmamızı güçlendirmeli enjekte edilmeye çalışan virüslere karşı bu savunma mekanizması sayesinde ayakta kalabilmeyi başarmalıyız. Öncelikle yaralarımızı anlamalıyız, onları tespit etmeliyiz ve çok geç olmadan bunları sarmalıyız. Yaralarımıza ilaç olacak cümlelerin ihtiyacı olan anahtar kelimeler bunlardır belki de. Anlayış, hoşgörü ve diğerkâmlık…

Ama birçoğumuz sağır, kör, dilsiz. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın derlerken aslında o yılanın bir gün kendini de zehirleyebileceğinin farkında değil. Onlar ateşten kaçarlarken, ateşe atlayıp bu yangını büyütenlerinde olduğunu bilmeli önce içimizdeki bu yangını söndürmeli yoksa ateşten kaçanlarda bir gün bu yangının ortasında kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilecektir. Ateşten kaçmak insanın doğasında vardır. Ancak bazıları ateşin ihtişamına kapılır ve sıcaklığına kanar ama ona aldanıp içine girdiğin an yakar seni, senden kalan sadece bir kül olur. Kül olmadan farkına varmalı insan bunun farkındalığında, kullanılmadan, maşa olmadan yaşayabilmeli ve şunu da bilmeli insan kimse ateşi avuçlamaz çünkü maşa kullanmak daha az can yakar.

Aynur Erden

Paylaş

GARİP ZAMANLARDAN GEREKSİZ BİR HİKAYE

Bir gazete manşeti gördüm geçenlerde; Münevver’in geri dönmeyeceğini, ama katilinin on sene kadar sonra özgür kalacağını ifade ediyordu. Başlıktan ziyadesini okumadım ama haberin verilişinde bir “adaletsizliktir bu” havası vardı. Evet, bir insanın canını alan bir başka insana ne ceza verilmeliydi... Sonuçta bir insanın yaşama hakkı elinden alınmıştı; ama benim merak ettiğim bir cana kıymanın bedelinin sorgulanması adına neden bu olayın seçilmiş olduğu idi.

Etiler cinayeti diyorlardı bir ara, Münevver isimli bir kızçeyi testere ile doğramış insan kisvesi altında ki canavarın biri. Edilecek çok söz var veya susmak lazım; çok da konuşulacak bir şey değildir belki. Ama madem başladık konuşmaya, hatırlıyorum da bir sürek avına dönüşmüştü olay. Haber bültenlerinde gün  sayıyorlardı katilin şu kadar gündür kayıp olduğuna dair. Onlarca teori üretiliyordu, failin nerede olduğuna ilişkin. Ve bence haddinden fazla uzatılmıştı, şimdi sordum Google hazretlerine, 197 gün sonra yakalanmış bahsi geçen kişi. Bu süre içinde ve sonrasında defeatle  işlenmişti bu konu. Amacım ortadaki vahim tabloyu basitleştirmek veya bir taraf tutmak değil nihayetinde; ama birkaç soru takılmıştı kafama o dönemde. Şimdi geriye dönüp baktığımda hala sorulması gereken sorular bence.

Öldürülen ilk masum insan değil elbet; ama niye bu kadar gündemimizde kalmıştı bu olay? Sonuçta tüketim çağında yaşıyoruz. Her şeyi o kadar hızlı tüketiyoruz ki çoğu kez hızına yetişemiyoruz yaşanan onca şeyin. İnsanlar mı teveccüh etmişti bu hikâyeye! Veya basın mı zorlamıştı bunu?

Neydi bu olayı farklı kılan; hadisenin Etiler’de gerçekleşmesi. Kızçenin adı da Münevver. Oralara pek uygun bir isim değildi elbet; ama oraların insanı idi. ‘Oralar’ artık nasıl bir ifade şekli ise. Aileler normalden biraz zengindi ya da emin değilim. Anlatmıştı gazetelerimiz, haber bültenlerimiz. Hatırlayanlar olacaktır. Olayın gerçekleşme şekli de farklı idi, fazlası ile canice. Saw filmi vardı, yahu bak onun da en son kaçıncı filmi çekildi hatırlamıyorum, bu tarz şeyler ihtiva ediyordu. Bu sefer arama motoru yardımlı bir bilgi de eklemek istemiyorum. Neyse ben o filmi hatırlıyorum testereli falan, belki daha başkaları da vardır. Onlardan birine benzediği için mi acaba? Bir kurgunun gerçek hayata izdüşümü falan mıydı ki? Her sene Münevver gibi onlarca kızçe, Münevver gibi olmasa da, eller tarafından değil; kendi ailelerinden kandaşları tarafından muhtemeldir ki, tek kurşunla infaz edilirken ve bunların birçoğu kayıtlara utanmazca silah temizlerken kazara ateş aldı gibi sebeplerle geçerken, bu masum insanın o ‘diğer’ masumlardan farkı neydi ki? Tamam, o haberleri de üçüncü sayfaları doldurmak adına rutin olarak kullanırdı sevgili gazetecilerimiz. Ama o olayların tek günlük olması da şüphesiz benim anlayamayacağım bir şeydi.

Sahi Münevver’in onca kızçeden farkı neydi?

 

Musa Kama

Paylaş

YEŞİL DÜNYA

Hayat parmak uçlarında acılarımızla sevişmeyi öğretti bize. Dar bir o kadar da kirli sokak aralarında düşmeden koşmayı öğretti…

Kaygıyla yontulmuş beyinlerde büyüttü aileler çocuklarını yıllarca. Yapma, bakma, dokunma, düşünme, konuşma… Yasaklar yasakları türetti ve tabi beraberinde de cezaları… Suçlular ilan ettik. Mesela cenaze törenlerinde kırmızı giymek abestir. Mutlu insanların etrafındayken ağlamak doğru olmaz. Ya da büyük konuşuyorsa dinlenmeli, aksi düşünülemez.

Bunlar masumane, içten içe kemiriyor olsa bile kabul edilebilir yaklaşımlar. Fakat bazıları var ki, susmak cinayet işlemek kadar suç, konuşmak kafirâneydi. Mesela yanlışları söylemek suçtur. Çünkü o yanlışlar çoğunluğun yanlışına göre doğrudur. Ne de olsa çoğunluğunda dediği gibi; çoğunluğun dediği olur. Birde gözlerini yeşil bürümüş koca kafalı adamlar var. Ben onlara paranın yonttuğu beyinsizler diyorum. Her gün kara kutuda raks ediyor, beyinleri yıkıyorlar. Demokrasi, devletçilik, laiklik ve bir sürü zırva…

Aslında o terimlerin hepsi de çok anlamlı ve değerli. Fakat güç sahibi, birçoğu koca kafalılardan oluşan, sade yeşil gören adamlar tarafından kirlenmiş terimler… Bizde çaresizliğimizi izliyoruz susa susa. Hele biri çıkıp konuşmaya görsün. Hepsi tarafından taşa tutula. Peki kim konuşacak? Kim verecek şu yontulmuşların ağzının payını? Sorarım kim?!

“Ne yapalım yani karşı mı çıkacağız? ”
“Ne yani baş mı kaldıracağız?”
“Aman sesimizi duyarlar.”
“Aman bizi düşman sanırlar.”
“Gücümüz yetmez ki biz neyiz, bir garip kul.”
“Allah’ım sen büyüksün bir çare bul.”

Ey acizim sorarım sana; tedbir almadan tevekkülün kime? Ey acizim sorarım sana; Allah hiç verir mi güzeli, güzeli gerçekten istemeyene?

Hal böyleyken ne yazık ki birçok hali harap halinden hoşnut; bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasını oynuyor. Oysa yılan çoktan soktu, zehirden böyle konuşuyorlar. Kimi nerede yaşadığından bile bihaber. Kiminin tarihi dünden bile ibaret değil. Kimi ibretlik, aynası yok.

Kimiyse çalışıyor geleceğe küçücükte olsa ışık tutmak için… Fakat yetersiz kalıyor tabi yeşil gözlü adamlar var... Nede olsa bol şakşakçı. Ve nede olsa onlar yeşil gözlü… Ve bu yeşil gözlü adamlarında yasakları var ve yas’ak olmayanları;

Güçsüzsen boyun eğeceksin, güçsüzsün! 
Dini kullanmak sünnettir, yerini bileceksin!
Devlet birdir, bölünemez ama vatan satılıktır çok veren alır!
Rüşvet vermek suçtur, almak hak!
Torpil diye bir şey yoktur, herkes eşit çerçevede işlenir. Arkadaş bizim köyde Hüseyin amcanın yeğeni, gereği yapılsın!

Ve daha binlercesi…

Yeşil gözlü adamların yeşili çok ve yeşili gören hadsiz hemen yeşili yakıyor.

Çok değil, sıra bize geliyor… Bize de buyur geçin diyenler olacaktır, nede olsa ilk kapıyı açan bizdik.

Yolumuz açık ola…

Ama umut bu ya; Manço’nunda dediği gibi, “Ali yazar, Veli bozar. Küp suyunu çeker azar azar…”

Elbet bu düzeni biri bozar. Elbet yeşilini çeker dünya, azar azar…

Gizem Çavusoglu

Paylaş


     Gizem Çavuşoğlu'nun Eski Yazıları

 

SİZİN TABİRİNİZLE MUTLUYUM

Benim bir sevgilim var, adını bilmiyorum.
Annem var benim doğumumu bekleyemeden toprakla aldatmış babamı.
Bir babam var, daha benim baba deyişimi duyamadan annemin yanına koşmuş.
Kardeşlerim var, daha doğmadan babamla ölen..
Tam şu acıyla bakılınca oradan mutlu mu görünüyorum?
Acınızın a'sını bile mi yaşamadım?
Evet..

Annem yok benim, kıyafetlerime karışacak.
Okulum yok benim, her gün adımı söyleyip not alacak..
Kardeşim yok benim, eşyalarımı izinsiz kullanacak..
Babam yok benim, eve geç kalınca dövecek..
Sevgilim yok benim, aldatacak..
Dostum yok benim, sırtımdan vuracak..
Ve sırtım yok benim her bıçağa müsait olacak..

Gündüzlerin gecelere,
Sevenlerin sevdiklerine,
Kardeşlerin ablalarına,
Öğretmenlerin öğrencilerine,
Annelerin bebeklerine,
Doktorların hastalarına,
Yazarların okurlarına,
Polislerin suçlularına,
Mühendislerin projelerine,
Öğrencilerin okullarına,
Yazların son baharlarına,
Kışların ilk baharlarına,
Akşamların sabahlarına,
Kulların Allah'ına,
Harflerin kelimelerine,
Kelimelerin cümlelerine,
Cümlelerin noktalarına,
Noktaların da büyük bir anlama koştuğu şu hayatta bulunma sebebim neydi?
Bir anlamım var mıydı, adım atarken düşündüğüm?
Ya da bir adım var mıydı beni anlamı gören?
Sizin o acı dediğiniz şeyler için geberiyorum ve siz bunu göremeyecek kadar mutlusunuz..

"Kaderini sev, belki seninki en güzelidir." demiş şair..

İyi de demiş..

Hepinize imreniyorum da en çok acılarınıza imreniyorum..
Kimsesizliğime, yalnızlık,
Başı boşluğuma, özgürlük diyorsunuz.
Yapıyorsunuz,
Ediyorsunuz,
Ağlıyorsunuz,
Gülüyorsunuz,
Eğleniyorsunuz,
Yaşıyorsunuz..
İzliyorum.. 

 

Burçin Aktas

Paylaş


     Burçin Aktaş'ın Eski Yazıları

 

Online dergiler Online dergiler