Ne kadar korkutucu bir kelime, 'düşünce.'

Ne gelirse insanın başına, bu kelimeden geliyor.

Düşününce, gerici ilan ediliyor insan.

Düşününce, hapse atılıyor.

Düşününce, dışlanıyor.

Düşününce, lekeleniyor.

Düşününce, hastalanıyor.

Düşününce, bütün düşünceleri piç ediliyor.

Düşünmek, düşten geliyor ve bizim bütün hayallerimize kota koyuyorlar.

Diyorlar ki;

'Düşüncenin değil, düşüncemin yettiği kadar hayal edebilirsin!'

Ben buna uymuyorum, diyemezsiniz.

Hepimiz uyuyoruz. Hem de mışıl mışıl...

Üstelik bir ninni okuyanımız bile yok,

Ya da kulağımıza umudu fısıldadıysan güvercinlerimiz.

Hepsi dünde kaldı, eskide...

Ki dün kadar eskiyen hiçbir şey yoktur bu evrende.

Birbirimizle barışmayı değil, savaşmayı öğrettiler bize.

Ne zaman birleşmeye kalksak, ikiye böldüler,

Ve hiçbir zaman birleşemedi bu kalpler.

Birleşmeyecek de.

 

Konuşmak yok,

Susmak yok.

Düşünmek yok.

İnsanlar artık yok.

Kalmadılar, bittik.

Küçüktük, 'önümüze gelene yüz tekme' derdik

Ve o tekmelerin hepsini yüzümüze yedik büyüdükçe.

Afiyetle...

 

'Düşünüyorum, öyleyse varım' diyen Descartes, bir nevi seni kanıtladığını iddia etmişti Tanrım.

Şimdi ben, 'düşünüyorum, öyleyse öldür beni!' desem,

Sen mi, yoksa kulların mı koşar canımın peşinden?

Bilmiyorum...

 

Artık öyle bir haldeyiz ki,

Düşenden ziyade, düşünenin dostu kalmıyor çevresinde...

ANLAMAKTIR YAŞAMAK

Kırılır diye vazgeçtiğimiz hecelerin eksikliği yüzünden susuyorsak
Çözülmüyorsa matematiğin gizi, tek bilinmeyenli bir yalnızlıkta
Ve şiir çoktan terk etmişse şehri, yağmurlu bir gece vakti
Yaşamanın çokta anlamı yoktur, bir leş misali...

Annesin gözyaşlarını gizlice izliyorsa halen bir çocuk
Açlıktan ölüyorsa bir insan bolluk sülalesinde
Ve bir çöp konteynırından geliyorsa bebek sesi
Yaşamanın çokta anlamı yoktur, bir leş misali...

İki kelime, birkaç lakırdı eksik yaşıyorsak
En son okunan kitaba artık Ali bile bakmıyorsa
Ve kütüphaneler sinek avlıyorsa uzunca bir sessizlikte
Yaşamanın çokta anlamı yoktur, bir leş misali...

Bugünün dün olacağını düşünmekten acizse beyinler
Geçmişini bilmiyorsa yeni nesiller
Ve tarih pas tutmuşsa derinden
Yaşamanın çokta anlamı yoktur, bir leş misali...

Tercihlerinin tercihsizliğinde kayboluyorsa aciz
Gündem, siyaset, gelecek, gelmeyecek ne varsa
Ve ne yoksa şu beyinlerde eksik
Yaşamanın çokta anlamı yoktur, bir leş misali...

Hürriyeti literatürüne bir varsayım olarak kazımışsa insan 
Susuyorsa dokunmaz diye yanından geçip giden
Ve bakıyorsa bir kör gibi olana bitene
Yaşamamın çokta anlamı yoktur, bir leş misali

Varlığının farkında değilsen
Sevmiyor, gezmiyor, okumuyor, konuşmuyor, susmuyorsan...
Ve aldanmıyorsan doğan güneşin güzelliğine
Yaşamanın çokta anlamı yoktur, bir leş misali...

Gizem Çavusoglu

Paylaş


     Gizem Çavuşoğlu'nun Eski Yazıları

 

“Milenyumluk mevzuda iksar-ı kelam etme cür’eti; pek tabii ki adi bir çıranın üzerine vazifeydi.”

Vejetaryenler az öte çekilsin!.. dedi biri..

Bak en dürüst fecrin gözünü diktiği nazarım; 
Unuttun hikayeni, ama rahatla, çoktur tekrarım..

Nefes alıp veren her insan, ilahi terennüme koşulu bir enstrüman.. diyerek başladı bu dedikodu ziyafeti..

Her mevcudat, musikiden bir cüz, melodilerin bir kabinde yoğunlaştırılmasıyla vahdet bulan bir vücut.

Sen de, ben de.. ve dahi o da.

Hepimiz bu kafada yaratıldık.

Biz tanrısal çalgılarız.

Ve şüphesiz Rabb en muhteşem kompozitör.

El-Kebir olsa da, haddini bilmez fazıl değil.

O ki en kral bestekâr, en polimat güftekâr..

Bak.. Allah tecelli eder; Celâl olur, Cemâl olur.

Settâr tecelli etsin istersin bazen, sırası değildir.

Ha laf arasında; “ham meyvayız hala, koparmışlar dalımızdan..” buyuran MFÖ, devamında içinden şöyle demektedir;
“Zaman olgunlaştırmayacak bazılarını, çürütecek..”

Ey insan.. Girizgâhı hazmet ve dinle beni;

Evvela; sen de Hayyam gibi, O’nu bir çalgının notasında arayacaksın, kaçarın yok.

Öğren; en nadide enstrüman, en kıymeti bilinen değildir.

Zira dünya, İMÇ’den farklı da değildir; pop ve arabesk her zaman revaçta.

Bazı bazı da dıptıs dıptıs ilahiler kol geziyor, new age’i koluna takmayıp..

İsyan kıyıda köşede, ama had safhada..

İndie’lerse, açıkta pek tabii ki.. Facebook ne kadar ‘açık’ bırakırsa.

Hasılı cânım insan, demem o ki, yani, nasıl desem..

Eğer ki delikanlı bir müzisyensen, kap silahını, ilahi düdüğün hicaz peşreviyle başlattığı müthiş konser için hazırlanmaya başla.

Kainat, karavana maganda değil, mahir nişancı görmek ister, bunu bilerek tut nefesini.
Şahsına münhasır enstrümanını incelikle talim et ve ustalıkla ayarla bal damlayan sesini.

Hatırlatayım sana babanın hikayesini; terennüm, belli belirsiz bir tonla başlamaya devam etti hani, hafif tatsız bir ton tabii. Azbuçuk kavgalı gürültülü, İsmail YK müzikleri tadında belki.

“Kün” emriyle hiza istikamet alan dominolar, bu gün için dizilmişti. İnce bir çıt’la başladı seremoni..

Herkes sırayla gösterdi maharetini, atomdan feleklere kadar dansetti cümle kainat.

Tir tir titrerken, korktuğu başına, sıra ona geldi.. Bu; tabir-i caizse, “zurnanın zırt dediği yer..”di

Güvendiği çalgısını aldı koynuna, “Hazır mısın?” dedi, o da “Hazırım..” anlamında bir göz kırptı telleriyle ve..

İki billur el olup gönülleri okşayan sesler onlardan çağlamaya başladı.

Eee, Adem’in şovuna ebleh ebleh bakan melekler gibi kalakalmak, çok da olmaz değildir şu tıknefes ömürde. Neye güldüğüne de, neye acıdığına da dikkat et, benden demesi.

Adem ritme kendini kaptırmış, ezgiyle hemhal olmuştu ki; –program üzre-

İĞRENÇ BİR SES ÇIKTI..

Sükûn; sökün etti sahnenin tüm damarlarına..

“Mucize, Mevla’nın karamizahıdır.” diye mırıldadı şeytan. Kimden duydu, kim bilir..

Uğultular gökyüzünü tokatlayan güvercinler gibi çatçat vurmaya başladı çınlayan kulaklarına;

“Bazı aletler zorlu olur, zorlayabilir adamı.”
“Her enstrüman da herkesi sevmez. “
“Bilen de vaar, bilmeyen de..”

“Bir kere dokunsan teline sâz- derûnun
Bin türlü nevâzişle düzelmez asla..”

Hava bir anda eylüle kesti.. Hüzne bitişik evlerin müzmin kiracısı olan ay hani. Küçük ve büyük evrenlerin nişanlarını attığı hemzemin geçidi; ekserisi prematüre şair olan kaybedenlerin çay yudumladığı köy kahvesi; efkar farelerinin gezindiği antik, pasaklı yer şiltesi..

Sana eylülü anlatmaya gelmedim insan, konuyu dağıtma.

Beceriksizlik buhusu streç film oldu adeta, ve acuze kız kurusu gibi çullanıverdi zarif arife. Cadının ahtapotvari kollarıysa DNA sarmalından aparma teller gibiydi, uyarayım; hem elektrikli hem dikenlidir o “dokungaçlar”

Esas oğlanımızın çaresizlik ve zavallılık liginde play-off oynamaya hak kazandığı o an; mahlukatın ona acıdığı ve parmakla gösterip “çok şükür..” dedikleri o pis an; enstrümana, ustasına, şarkıya, bestekara, güftekara, orkestraya, seyirciye...daha nicesine kendini durduramayarak gürül gürül, ağız dolusu küfrettiği an..

Elleri yüzüne yapıştı, ve yüzünü sökmek istedi utançtan, biliyorum.

Bu lanetin petrol rengi örtüsünü çeken el, ağzı olsa şöyle derdi;

“Gönlünün en sapa köşesinde duvarın dibine çömmüş, dünyanın en saf sümüğünün ısladığı o düğümden beter bağlı kollarına cennet tokalı başını gömmüş, on on yaş döken bir küçük kız var; adı Sevgi. Çaktırma ama; duydum ki Sevgi en mahir estetik cerrahmış. Yüzsüzlük, kaderin değil.”

Şarkıya duyulan iştiyak; dirilişe yeter akçedir.
Ve mahcup tövbe, affedilmenin teminatıdır.

Hoş sesler çıkaramadığın muhteşem çalgılar olabilir.

Tatlı nağmeler yaratmaya muktedir insanlar da farklı aletleri “öttürmekte” zorlanabilir.

Takma kafanı, suç kimsede değildir.

Yaa hafızası nisyan ile malül, nisvan ile malüm insanım, işte böyle;

Bu kadim sahnede şimdi sıra sende,
Korkmaa, davul bile dengi dengine..

 

Farklı ülkelerden farklı kadınlar...

Bu defa konu edilen, 13 farklı müslüman ülkeden 140 farklı kadın!

Yapımcılığını gazeteci-yazar Ayşe Böhürler'in üstlendiği bir projeden bahsediyorum. İsmi "Duvarların Arkasında". 14 farklı bölümden oluşan bir belgesel film. Yemen, Suriye, Mısır, Ürdün, Lübnan, Pakistan, Türkiye gibi 13 farklı müslüman ülkenin kadınlarının konu edildiği, değerlendirildiği ve belki de toplumların asıl öğrenmesi gereken ancak şu ana dek bir türlü dillendirilmemiş sosyolojik meselelerin yer bulduğu bir belgesel.

11 Eylül sonrası gerek yerel gerekse uluslararası medyada müslüman dünyasına yapılan saldırılar ardı arkasını kesmezken, tüm bu saldırılar karşısında yaptıklarımız bize yöneltilen suçlamaları yalanlamak ve sürekli aksini iddia etmekten öteye geçmedi. Oysa dünyanın geri kalanının ihtiyaç duyduğu; hakkımızda söylenenlerin gerçek olmadığını dinlemekten ziyade, "gerçeğin ne olduğunu öğrenmekti".

Bu sebeple, daha çok anlatmaya ve anlaşılmaya ihtiyacımız olduğu kesin.

"Duvarların Arkasında", bize kadınları tanıtıyor. Müslüman coğrafyada yaşayan birbirinden farklı kadınların hayatlarını, yaşam standartlarını, deneyimlerini, kısacası bu kadınların ait oldukları dünyaları gösteriyor bize.

Oryantalist ifadelerin dar kalıplarından sıyrılıp, aslında her müslüman ülkesindeki kadının "aynı olmadığı" gerçeğini öğretiyor.

Lübnan sokaklarında mini eteğiyle & dar kıyafetleriyle özgürce dolaşan Lübnanlı kadınla, İran sokaklarındaki kadının rahatlığı bir değil. Lübnanlı kadın, erkeğiyle hukuk önünde eş haklara sahipken, Mısır'daki kadının eşini boşayabilmesine mucize gözüyle bakılıyor.

Sudan'da, Mısır'da kadınların sünnet edildiğini görüyorsunuz. Üstelik bunun 1000 yıllık bir gelenek halini aldığı Mısır'da, yalnızca müslümanlar değil hristiyanlar da kadınlarını sünnet ettiriyor. 

Sonra, ülke sokakları boyunca ilerliyorsunuz. Birbiri arasında sadece bir caddelik mesafe olan iki farklı mahallede, zıt iki hayat görüyorsunuz. Zenginliğin ve refahın doruklarda olduğu bir bölgeyle, sefaletin kol gezdiği bir diğer bölge birbirine o denli yakın.

Ve oralardaki kadınlara odaklanıyorsunuz...

Mesela, Lübnan'daki Sabra ve Şatilla isimli mülteci kampında yaşayan iki çocuklu, Filistinli bir anneyi dinliyorsunuz. İsrail saldırılarında gözlerini kaybeden kocasıyla küçücük bir evde yaşam mücadelesi veriyor. Sonra bir kadın daha duyuyorsunuz. Üniversite bitirmiş, üstüne bir de masterını yapmış ve temizlikçi olarak çalışıyor. "Daha kötüsü olabilir mi?" diyerek, bir başka eve yöneliyorsunuz. Durum, orda da değişmiyor. Bu kamptaki kadınlar hep benzer hayatları yaşıyor.

Sonra Mısır'a uğruyorsunuz. "Hüda Şarawi" caddesine ismini veren ünlü feminist Hüda Şarawi'nin hikâyesini dinliyorsunuz. Cadde ortasına gelip, peçesini indiriyor ve Mısırlı kadınların direniş sembolü halini alıyor.

Mısır'da 2000 yılından beri "Ulusal Kadın Konseyi" isimli bir kuruluş çalışıyor. Bu, ülke kadınları için devrim niteliğinde bir adım olmuş durumda. Kadınlar sosyal alanlarda daha aktif olabilmenin, seslerini daha çok duyurabilmenin arayışında.

Ama burada da, derin sosyal sınıf farklılıklarını görüyorsunuz. Zenginliğin ve fakirliğin yan yana ve had safhada yaşandığı ülkelerden birisi de Mısır.

Sosyal eşitsizlik her yerde. Sınıflararası boşluklar kabul edilebilir gibi değil. Tüm bu çelişkiler içinde kadın özgürlüğünü aramak / sorgulamak bir süre sonra size de mantıksız geliyor.

Yalnızca birkaç ülkeyi incelediğinizde dahi, kadınların ve yaşamların farklılaştığını görebilirsiniz. Her müslüman aynı olmadığı gibi, her müslüman ülkedeki kadın da aynı değil.

Hayatları, kaderleri ve hayalleri çok farklı. İşte, dünyanın geri kalanının öğrenmesi gereken tam olarak bu.

Anlaşılmaya ihtiyacımız olduğunu belirtmiştim. Evet, bunun için önce duvarların arkasından çıkmaya, sonra da kendimizi anlatmaya ihtiyacımız var.

KİMİN ELLERİNDE KAN İZİ YOKSA PARMAK KALDIRSIN

Var mı ki böyle bir insan? Elini ruhunu bedenini hiç kana bulamamış bir insan var mıdır şu hayatta? Hangimizin canı yanmadı; hangimiz günah almadık, hangimiz can yakmadık...

İnsanlar yaşamları boyunca yaşayabilmek adına çabalar dururlar aslında. Hayatımızın sonuna geldiğimizde hiçbir şey yaşamamış olduğumuzu anlarız.

Gerek var mı bunca derde kedere üzüntüye kırmaya yaralamaya üzmeye...

Ruhumuzun derinlerinde sakladığımız o bencillik duygusu yüzünden kaybediyoruz her şeyi. Arkadaşlarımıza vakit ayırmak pahasına annemizi babamızı üzüyoruz. Farkına varmadan geçip giden günlerin acısını imamın bir yerimize tıktığı pamukla anlayacağız.

Bu ne acı...

Tırnaklarımızla oyuyoruz kendi içimizi olmayacak dualar için açıyoruz ellerimizi, hep kendimizi düşünüyoruz...

Âşık olduğumuz insanı yanımızda isteyerek bile bencilliğimizi kanıtlıyoruz. Bizi istemeyen insanlar uğruna çabalayarak çevremizdeki herkesin kalbini kırıyoruz. Zamanla yavaş yavaş ellerimize bulaşan kanı görmezden gelerek yaşadığımızı sanarak aslında ölüyoruz...

Kimse için ölmüyoruz aslında. Allahın bize biçtiği ömür bitiyor ve gidiyoruz.

İşte sen; karısı yüzünden annesine bakamayan adam!

Sen; sevgilisi yüzünden arkadaşlarını hiçe sayan insan!

Evet, evet sen; sevgilisiyle öpüşmek uğruna orucunu yiyen kendi hayatını yiyen insan!

Söylesenize hanginizin elleri kanlı değil?

Hanginiz kırmadınız birinin gönül penceresini.

Yok, hayır yaşamayı bilmiyoruz...

Kılımızı kıpırdatmadan duruyoruz. Ön yargılarımızı yıkmıyoruz. Bir fakirin karnını doyurmuyor bir öksüzün başını okşamıyoruz. Aslında hepimiz ağma gibi dolaşıyoruz. Görmüyoruz...

Hanginizin eli kanlı değil he? Hanginiz haram diye öpmediniz sevgilinizi? Hanginiz beklediniz babanızın başını? Yok yok hepimiz aynıyız, bilmiyoruz...

Elimize verilen şeyleri yüzeysel görüyor, derinlemesine seviyoruz; ya da sevdiğimizi sanıyoruz...

Bildiğim tek bir şey varsa, o da saçmalıyoruz...

Burçin Aktas

 

Paylaş


     Burçin Aktaş'ın Eski Yazıları

EN BÜYÜK İCAT İNANÇ

Dev teknoloji şirketinin kurucusu Steve Jobs’un ölümünü duymayan kalmamıştır sanırım. Hayatında sağdan soldan okumuştur çoğumuz.

Gidişi belki bazılarımız için pek de önemsenecek bir şey değildi ama yaşamıyla da ölümüyle de çok fazla şey hatırlattı bizlere.

Ona baktığımda gördüğüm şey; pes etmeyen, kararlı, girişimci ruha sahip bir lider. Bu yönüyle teknolojinin seyrini değiştiren adımlar attı zaten. Kapitalist sisteme inat hissetti ve hayallerine doğru koştu.

Şirket varlığının ve şahsi servetinin milyar dolarların üzerinde olduğunu gazetelerden okuduk. Ancak fotoğraflarında ve konuşmalarında (mesela o ünlü mezuniyet konuşmasında)bir o kadar da mütevazı kişiliğiyle ben buradayım diyordu.

Sarsıcı bir yaşamdan koca bir ömür çıkardı kendine Steve Jobs. Evlatlık verilişi, eğitimini tamamlayamayışı, başarısızlıkları kısacası tüm sıkıntılarına rağmen pes etmeyişiyle durdu hep karşımızda…

Peki, bizler kendi hayatımıza baktığımızda vazgeçişlerimiz mi yoksa mücadelelerimiz mi daha fazla? Bugün ölecek olsak keşkelerimiz anılarımıza ket vurur mu dersiniz?

Elbette ki hayatımızda bizi yanlışa sürükleyen durumlarla ve bizi yıldıracak insanlarla karşılaşacağız hep. Yaşadığımız her şey sınanmamız için... İnancımızı kaybetmemeli ve yaşadığımız zorluklarla güçlü kalabilmeyi öğrenmeliyiz.

Her şeyi elde etmiş olsak ya da hayatımızda hiçbir pürüz olmasa ne kıymeti kalır elimizdekilerin. Yaşam muhasebemizi sıkı tutmalıyız.

Her günü öleceğimiz gün gibi dolu dolu yaşayarak ve ölümü hiç unutmadan ölmeyecekmiş gibi inatla çalışmalıyız. Hiç unutmayalım ve unutturmayalım; karamsarlık bize yakışacak en son şey. Hep umut ve mutluluk dolu günlere uyanabilmek dileğiyle…

Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler