Kimisine cennet olan kimisine cehennem bu hayatta. Olayların kimin için, ne anlam ifade ettiğinin tayinini insanın ruh mekanizması yapmaktadır. Ruhtan kastetmek istediğim vicdan, daha derin manada kalb sistemi. Tabi bu sistematik, insanın onu ne kadar özgür bıraktığıyla alakalı bir vakıa

İnsanların diline son zamanlarda pelesenk olmuş bir saçmalıktır özgürlük.

“Yukarıdaki cümledeki anlatım bozukluğunu bulunuz?“ diye bir soru sorulduğunu düşünün. Benim cevabım:

Özgürlük son zamanlarda saçma insanların diline pelesenk olmuş.“ derdim.  Zira insana en aykırı hislerini ortaya koyamamasından kaynaklanan kısıtlamayı, sanıyor ki mahkûmiyet. Hâlbuki farkında bile değil nelerinin esareti altında olduğunun. Paranın, cinselliğin, uyuşturucunun ve daha nelerinin. İşte bu haltları rahat yiyememenin vermiş olduğu rahatsızlık, behimi hissiyatla birleşince ortaya günümüz özgürlük savaşçıları çıkıyor. Ve daha da kötüsü bunlar itibar görüyorlar, sarakaya alınacakları yerde.

Özgürlüğün tanımını yapmayacağım; ancak ilk cümlede söylediğim gibi, cenneti cehenneme eşitleyen durumun esbab-ı mucibesinin en derinini söylemiş olduğum: kalp.

Eskilerde çok önemli olan, bugünlerde ona vakit ayırmayı ertelemekte veya hiç yapmamakta fütursuzca davrandığımız şey.  Aslında bir tek ona önem verip mutlu olabileceğimiz, onsuz ne yaparsak yapalım, aslında çok bir şey yapmamış olduğumuz şey.

Onu esas tuttuğumuzda hayatın karanlık kısmı olan geleceğe çok daha rahat bakabileceğimiz şey.  Onu merkeze koyduğumuzda, çevremizde nelerin döndüğüne önem vermeyecek kadar olgunluk kazandıran şey. İnsanın kalbi bu kadar önemliyken, günümüz insanı, ekonomik bir ton zırvadan bahsetmesine rağmen sonsuzla sonlu ayırt edemeyecek kadar zavallı olduğu kanısı ortaya çıkmaktadır.

Kalp’ten kastımla özgürlük arasında ya da özgürlük sanılanla arasındaki ince çizgiyi kavrayınca kalbe dair „şeyli“ cümlelerimden, aslolanın ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Mesela bugünlük gidin özgür olun. Özgürlüğünüzü yaşayın. Yarında yaşayın. Daha sonra da. Sizin özgürlük dediğinizi! Ya sonra? Sizin yaşadığınız gerçek olsa, yani aslolan o olsa zamanla, mekânla ya da fiille tartılamaz. Asıl olan şey her zaman perdeler arkasında gizlidir. Sizin inanmış olduğunuz; perdeye bir tarafınızı dönüp, nerenizi beyin olarak kullandığınızı göstermek gibi bir şey.

Gerçek olan özgürlüğe ulaşmak için, önce beyninle yola çıkacaksın. Maddeye bakıp ruhunu kavrayacaksın. Sonra anlayacaksın ki beyin bunları anlamada yetersiz... İşte o zaman karar vereceksin ki gerçeğe ulaşmak için beyni öldürmek gerek. Sonra da kalbin yolu açılacak.

Bütün bunları aklıma almıyor ama kalbime sığıyor.“

Bu anlattıklarım aslında çok karışık konular. Çizilmiş bir resmi kelimelerle anlatmaya çalışmak gibi bir şey. Ne kadar anlatırsan anlat, yazdıklarının hiçbir zaman resmi tanımlayamaz misali. Zaten tüm bu yazdıklarımla, yazmak istediğim aynı şeyler değil. Ben sadece duruma, mekâna göre kişilik değiştiren insanları görünce, rabbimin bukalemunu yaratmasındaki sırdan mütevellid etmiş olduğum tefeffürden bahsedecektim. Ancak bahsetmek istediğimin daha geniş bir kümesine karalamalar yapmış bulundum. Bukalemunla alakalı sövgü ve karalamalarımı belki başka bir baharda değinirim.

Saygılarımla…

BOĞACI

Hani yelin savurup sürüklediği gazeller olur ya, işte öyleyim. İç dünyamda kopan fırtınaları kimse bilmiyor. Herkesin hayatı kendine göre -mutlaka- bir romandır. Buna da itirazım yok tabiî. Bu konuda pek çok kader arkadaşına sahibim. İnsan bazen efkâr dağıtmak ister; öyle oldu.

Tebdil-i mekanda ferahlık var denmiştir.

Geçenlerde Üsmen’le köylerine gittik. Niyetim birkaç gün kalıp dönmekti.  Olmadı, on gün kadar kaldım. Üsmen’le arkadaşlığımız epey eskiye dayanır. Üniversitede birlikteydik. Benim şimdi Ankara’da bir tuhafiye mağazam var. Memurluktan gınâ getirip iki arkadaşla açtık, işler iyidir, halimiz de içgüveyinden hallice... Üsmen’se bin bir zahmetle -başı balâdan kurtulmadan- mekteplerde hocalık ediyor.

Çok hoş, verimli bir gezi oldu. Tabiî benim için öyle. Yoksa köydeki hayat ve insanlarda herhangi bir değişiklik yok. Sonradan saydım, değişik tipte tam yirmi bir adamla yüzgöz olmuşum. Her merhabalaştığımı saymadım; ne bilsinler benim fahrî tipoloji uzmanı olduğumu. Köy güzel... Kuzeydoğudan kır kokulu, aceleyle ve yuvarlanarak gelen rüzgârlar esiyor. Bu esiş yazın üşütmeyen, sadece yaprak kımıldamasına gücü yeten isimsiz bir kımıldanış. 

Bu köyde gereğinden fazla çavuş lâkaplı adam, bir nefer, komando, bahriyeli, onbaşı, gedikli, teğmen, paşa bir de mareşal var. Çoğu da yaşlı. Yalnızca içlerinden Komando Üsên derler birisi yirmili yıllarını sürüyor. Komando bizim Üsmen’in çocukluk arkadaşı. Canayakın, konuşkan, içli, hisli, işi bitmez cinsinden aceleci birisi. Sohbeti seviliyor.

Köyde üç üsmen daha var, diğer ikisi dede-torun. Ölmüş bir amiş, yine merhum bir abduş yerine torun abduş. Pek çok zeynep’e karşılık bir aliş bulunmayışı büyük talihsizlik. 

Komando Hüseyin’in biri daha iki atlama yapmış küçük ile öteki yetişkin iri, safkan iki boğası var. Suni dölleme zor ve masraflı olduğundan komşu köylerden bile onun boğasına hayvan getirenler oluyormuş. İşte bizim Komando’nun bütün derdi bu boğalar; boğacılık! Bütün vaktini boğaya hayvan çekmek alıyor. Her atlatmaya yedi sekiz bir lira gibi bir ücret isteniyor. Ayda otuz-kırk hayvan bu işe talip olduğuna göre, bağın durumu iyi; ekmek, çay parası çıkıyor. Esas işi çiftçilik, süt ve besicilik. Zaten bu köyde damında sağılır ineği olmayan ev yok. Bütün bunlar iyi hoş da hele şu Rıfkı olmasa! Tamam olsun da ille evi hemen karşıda olmasa. Olsun da illâ velâkin Rıfkı’nın boğası olmasa...

Rıfkı Aga altmışa yakın bir yaşa, epey gelişmiş bir göbeğe, kırmızı bir benze, çoluk çocuğa ve ne yazık boyu alçak hüneri pek çok boğacığa sahipti. Koca köyde -hatta yörede- iki boğacı ve evleri de alın alına birbirine bakar. İşte bu evlerin tokat kapılarından da millet birbirine bakar. Bu bakışlar acep ne yürekler yakar... Boğa işinin mûcidi Rıfkı Aga imiş. Hüseyin sonradan seçkin bir danasını boğalaştırmış. Eş dost akraba falan derken iş büyümüş ve/fakat karşı komşunun işler küçülmüş. O günden beri göz süzmeler, sert bakmalar, anlam yüklü hareketler, kıl karartmalar, ayıp oluyô yâniler ve sonunda ‘müşteri ayartma’ suçlamaları başlamış. Suçüstü yapmak için yedeğinde hayvan görülen canlı insanı takip etmeler, ‘bize gel’ demeler, olmazsa selamı sabahı kesmeler, türlü türlü nâne yemeler, sinirden terli terli ayran içmeler, iç çekip kendinden geçmeler... Hâsılı, Rıfkı Aga ile Hüseyin’in vaziyetleri az şekerli olup çıkmış.

Sıcak bir gün öğle üzeri Kocaçeşme’ye giden sokak başında yedeğindeki düveyi çekiştiren bir adam göründü. Bu Ninenin Azizi’nden başkası değildi. Ninenin Azizi üşenen, eskilerden kalma bir yürüyüşle evlere yaklaştı. Adamcağızın tek derdi, zavallı boğasak düvesini bir kerecik boğalatmaktı; başka bir amacı yoktu. Yürüdü geldi, müphem nazarları sağdaki tokat kapısına sabitleşti. Her misafirin yaptığı gibi duyulmaya yetecek bir sesle haykırdı. Karısı ve iki küçük kızıyla yemek başında olan Komando, cevap bekleyen sesi duydu. İşte yine acemi bir düve getirmişlerdi.Yâni, bunlar da hep yemek sırası gelirdi.

Telaşsız dışarıya seyirtti. Tokat altına vardığında tezkereden kalan pantolonu ayağına geçirmişti bile. Selamlaşma, nasıllaşma ve ayaküstü dertleşme yapıldı. Hayvan çekildi, boğa getirildi, iş oldu da bitti. Hediyesi neyse verildi. Bugünlük de kaynayan kazandan hâriç çay masrafı çıkmıştı. Herhalde akşama kadar bir düve daha gelirdi. Yirmi dakika geçmeden Ninenin Azizi kendini uğurlanmış buldu. Bütün bunlar olurken, karşı tokat kapısı aralığından bir çift gözün olanı biteni seyrettiğini kimse farketmedi. Çift ışıltı olanları bilinmez bîr ilgiyle takip etmişti. Sonra gözlerin âit olduğu beden yavaşça kımıldadı, yerinden sıyrıldı, belli olduğu anlaşılan bir gaye için avlu içinde hareketlendi. Sâdık her eş gibi olanı biteni sevgili evdeşine aktardı. Ayrıca olay hakkındaki duygu ve düşüncelerini de yorumlu olarak sundu. Ez cümle durumu izah etti. Gerisini onun halletmesini dileyen son sözden sonra, bu bir çift göz düzende dokunmayı bekleyen yarım hasırın başına döndü. 

Komando Hüseyin kahve için adımını attığında Rıfkı Aga’yı sokak ortasında -sanki- kendisini bekler buldu. N’âpılsındı şimdi... Bir tereddüt... Nihayet yarım bir bakış ve dil ucu selamı... Ne diyecek acaba?

-Üsên, bize gelenleri sokaktan niye çeviriyôn?

-...

-Yengen görmüş, Aziz’i kapı ağzından çekmişsin.

-Yâv Rıfkı Aga, yok öyle bi şey...

-Vaar... var.

-Ekmek yirken haykırdılar, çıktım.

-Yook... yok, adamı bizim tokat önünden çağırmışsın.

-Yâv vallâ çevirmedim. Adam bana gelmiş.

-Bak Üsên, bu böyle hiç olmuyô hiç!

-Bana bak, çağırırız Aziz’i sorarız. Haklıysan ben özür dilerim, yoksa sen benden. Tamam mı?

-...

Komando’ya her müşteri gelişten sonra bu taşkınlık sürdü. O da bu işe kendini kaptırdı. Senin danandı benim düvemdi derken, enikonu hasetleşme başladı. Kimin nesini nereye götürdüğünü, bu işle Rıfkı’nın ilgi derecesini ölçüp tartmaya başladı. İşte bu sıralarda epeydir kesilmiş bel ağrısı da geldi azdı. Bugün yarın diye iğiştirdiği doktor işini ciddiye aldı. Çarşamba pazarı kurulduğu gün doktora çıktı. Boğacılık danacılık işleri sanki başından ensesine, oradan da süzülüp belinin ağrıyan bıçak ucu batımlı yerine gelip dayanıyordu. Doktor bakıp muayene etti, ilaç yazdı, ‘kendini yorma, bir derdin mi var’ dedi. Dert mi... hem de ne dert! Herkesin bildiğini niye saklasındı. 

-Bilirsiniz bizim işler hayvan işi.

-Evet, damda mı kaktırdın belini?

-Yok yok...

-Dana falan mı süstü?

-Süsme de yok (Aman Allahım, gene dana lafı. Bu danacalık mahvetti zaten bizi be).

-Ya n’oldu?

-Benim kafam karışık, moralim bozuk. Bende bir buva var. Sığırlara tutuyôz. Bir de Rıfkı’nın buvası var. Birbirimize hasetlenirkene iş başa vurdu, oradan da belime!

-Moralden bel ağrımaz!

-Nasıl ağrımaz Doktor Bey, kendi derdimiz yetmiyômuş gibi bir de elâlemin sığırına sıpasına terazi tutuyôz.

-...

Hüseyin bir hayırsever komşunun haberi üzerine pürtelaş evden çıktı, kestirmeden gidip ara sokağa saptı. Ortalıkta kimsecikler yok, öyleyse koşulabilir.

...tam işte böyle bir gün bu vakitlerdi üçüncü tabur ikinci komando bölüğü cebrî yürüyüşte başlarında ankaralı bir yüzbaşı kimse sevmez hüseyin niye sevsin ki ne demişti işte karşıda düşman bölüğü tam teçhizatlı taarruz edeceğiz hedefe ilk varan kazanır eğitimde kaytaranlar döküleceek haydi kandıralılar haydi komandolar yürüyün lan pezevenkler bura ana kucağı değil asker ocağı her-şey va-tan i-çin cırtlak bir hücuumm nârası ilk varan kendisiydi tabiî afferini de o almıştı hey gidiydi günler hey kom-man-do kom-man-doo oyy...

İşte şimdi de koşuyordu.

Ne vardı karşısında; yine hayâlî düşman bölüğü mü, hayır. Soluklanıp bakındı. Karşıda, mektep avlusu yanında yenice arabadan indirilmiş iki şaşkın düve... Bu düve sahipleri düvelerle beraber hemen kafakola alınmalı, boğaya çekilmeli, İkinci Boğaç zaferi kazanılmalıydı. Afferin çeken yüzbaşı müzbaşı olmamış ne çıkar (Zaten sevmezdi). Köyde bir sürü çavuş, gedikli, teğmen, paşa, mareşal var...

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

SAĞ OMUZ VE SOL OMUZ

Hani:

Çocukken annelerimiz bizi uyarırdı…

-Evladım… derlerdi

-Sakın kötü yola gitme…

-İyi yola git!

-İyi yola gidersen sağ omzundaki melek senin hep iyiliklerini yazar..

-Şayet hata eylersen sol cenahındaki melek de sevap yerine günah yazar…

-Aman aman evlâdım sen.. sen ol hatalı yola veya yollara sapma…!!!

* * *

Mevlana Hazretleri:

“Ayıp ve günahı örtmede…

Gece gibi ol...!” buyuruyor…

Ama…

Nerdeeeeeeee…..

Devir kamera devri.

Bir de;

Dikkat buyurunuz:

Kameralar melekler gibi omuzlarımızın üstündeler…

Amma:

Sağ omuz meleği ile sol omuz meleği birbirine karışmış(!)

Galiba ahir zaman…

Ne kimse kimsenin derdi ile ilgileniyor!

Ne de:

Kim;

Ne vaziyetlerde…

Bilmiyoruz….!!!!

* * *

Cânım insanoğlu inatla gülmekte;

Ağlaması gereken hâline!

Hatalarımız gırla giderken…

Dünya hayatına yönelik kameraları bunca  ciddiye alırken…

Peki;

Asıl hayatımızı geçireceğimiz ahret hayatı içine ne tür görüntüler verdiğimizi düşünmekte miyiz hiç???

Hiç:

Korkuyor muyuz yarın vereceğimiz hesabın ederini tutarını karşılaştırır iken??!!

Ağlanacak halimize mi gülmekteyiz?

***

Hepimiz bir gün toprak altına girip hesap verdiğimizde…

Perdeler açıldığında:

Kimin veya kimlerin...

Kime veya kimlere ne yaptığı ortaya dökülünce;

Yaratanın kulu olduğumuza ve buyruğuna...

İsrafil(as) sura üflediğinde;

Kaçımız?

Açık alınla:

“Buyur” diyebileceğiz?!

Allah encamımızı hayreyliye…

Malumunuz:

“ENCAM”:

Bir işin sonu demektir!

Sonlarımız hayrola…!

En iyisi;

Bediüzzaman hazretlerinin tavsiye ettiği gibi kendini ölmüş hissetmek!

Hayalen kabre girmek…

Teşyiciler gittikten sonra da amelleri ile baş başa kalmak.

Aman Allah’ım…

Sana sığınmaktan başka çaremiz mi var?

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

Merhaba İÜHF’li,

Yine sana isminle hitap edemiyorum, kusura bakma; yüzlerce kişilik amfilerin Meksika Dalgası yapmaya müsait atmosferi, simaen aşinalığın unutkan bakışlarında hafıza jimnastiği yaptırıyor.

Sanırım ‘İstanbul Hukuk 2009 Girişliler’ grubunda tanışmıştık, Facebook kütüğüne tescil edilen arkadaşlığımız “Tek mi, çift mi?” mesajıyla başlamıştı. Uzun eşek menşeli bu soruya verilen cevap, sırtına hangi kürsünün bineceğini tayin ediyordu.

Hocaların rerorero tavırlarından haberdar değildik; Hollywood stüdyolarında vaftiz olup kâinatın gizemini çözen sakallı profesörler, bize feylesofane hayat dersleri verecekti.

Sonuçta artık üniversitedeydik: Tek noksanı bizim gitarımız olan rock grupları, atacağımız sayıları alkışlamaya hasret ponpon kızlar ve oyunculuk yeteneğimize muhtaç tiyatro toplulukları bir lider bekliyordu.

ÇIPLAK GECEDE YALNIZLIK

Kontrast ayarları yükseltilmiş çıplak bir gecenin içinde yürüyordu öylece. Onu ilk fark ettiğim andan beri takip mesafesini koruyordum. Çünkü yüzünün kutup beyazı tonlarını görmüştüm. Gözlerinin siyahlığı ve büyüklüğü evrenle kapışacak nitelikteydi. O gözlerin bir kere olsun bana bakmasını sağlamak istiyordum. Bir kez olsun erimek... Benim sapık olduğumu düşünmemesi için her şeyi yaparak bir yolunu bulup onunla tanışmalıydım. Bu ancak bir tesadüfle olabilecek bir durumdu. Ve bir tesadüf yaratmalıydım. 

Bu şekilde kara kara düşünüp takip mesafesini korurken arka sokaktan koşarak önüne çıkmak gibi delice bir plan geldi aklıma. Uygulamalıydım. Ve uyguladım da. Diğer sokağın başına ondan önce varmıştım. Ve kafamı uzatıp gizlice bakarak göz kararı bir bakışla; bulunduğum yere ne kadar sürede gelebileceğini hesapladım. Ona göre kendimi ayarladım ve karşısına çıktım.

Çarpıştık. Atom bombası patladı bünyemde, yani onun gibi. Bütün hücrelerim, demirler parmaklarını sallayan suçlular gibi bir sesle ve yıkıntıyla sarsıldı. Ve yemin ederim ki o anda yaşadıklarımız, aynı filmlerdeki gibiydi. Şemsiyem düştü. Onu almak için eğildin. Bende eğildim. Bakıştık bir süre Üstümü silkerek karşısına çıktığımda korkmaması için ve aslında bunun bir tesadüf olduğunu anlamaması için

- Özür dilerim, aslında çarpmak istememiştim.

…dedim elinde şekeri alınan bir çocuğun masumiyetiyle.

- Ben özür dilerim, gerçekten önemli değil
- Kızma lütfen, gerçekten özü... Önemli değil mi? pardon yanlış anladım. tekrar özür dilerim.

Salaklıktı yaptığım heyecandan ne diyeceğini kestiremeyeceğim için kurulmuş bir robot gibi hep aynı şeyleri söyledim.

- Çok özür diliyorsun. önemli değil dedim.

…diyerek hafif bir tebessüm edip gitti.. 

Ve tam bu anda onu durdurmak için bana sufle verecek kimsenin olmaması kaderin p.çliğiydi. Aslında doğaçlama çok iyi yalan söyleyen bir insanımdır. Ama o an dilimin tutulması benim aşık olduğumu gösteren bir durumdu belli ki. İlk görüşte aşk diyeceğim adına ama ileride onunla evlenirsek ve çocuklarımız olursa ve 'senin anan güzel mi' diye söylediklerinde çocuğumuz da 'evet' diye cevap verdiğinde 'belki karanlıkta görmüştür' diye arkadaşına ona cevap verirse... Bunun gerçek olma ihtimali vardı. Ama sen kesinlikle çirkin bir kadın değildin karanlık bile olsa. Yok artık! İnanmıyorum. Neyi düşünüyordum ben böyle? Evlilik mi? Yok artık Ümit delirme…

Burnumun ucunu yalayan rüzgarın nefes alışlarımın hızlanmasında herhangi bir suçu yoktu. Yağmurun da öyle. İki teli kırılmış ve kendine hayrı olmayan bir şemsiye kullanıyordum. Onun şemsiyesi yoktu. Islanmaktan rengi değişmiş bir mont vardı üzerinde. Kollarını birbirine kavuşturmuştu ve çok belliydi ki üşüyordu. Şemsiyeye ikimizin sığmamasının sebebi bir tesadüf değildi, olamazdı da.. İncelik yapmam gerektiği için şemsiyeyi ona vermeliydim. Garipti ve garip kelimesi o durum içinde ikimiz için oldukça garipti. Çünkü çıplak bir gecenin içinde ıslak kıyafetlerimizle iki yalnız olarak yürüyorduk. Evli olabilirdi. Çocuk sahibi olabilirdi. Ya da boşanmış olup da çocuk sahibi olabilirdi. Sevgilisi, nişanlısı, beşik kertmesi, her şeyi olabilirdi sonuç olarak. Ama o gece yalnızdı. Ve yalnızlık kelimesi ilk defa bu kadar hoşuma gitmeye başlamıştı yıllar sonra.

Yan yana yürümeye başladık. Onun ayaklarına göre adımlarımı atıyordum. Ne ilerideydim, ne çok geride. Kollarını iyice kavuşturmuştu. Daha çok üşümeye başlamıştı. Aslında hiç konuşmadan isimlerimizi dahi bilmeden o dakikada sarılabilirdik. Ve sarılmak anlamı sadece bizim için, o geceliğine, -ısınmak, soba- gibi anlamlar içerebilirdi. Çünkü o üşüyordu ve o üşüdüğü için ben dünyayı yakmak istiyordum...

- Devamı Bir Sonraki Sayıda -

Ümit Rençber

Paylaş

NELER OLUYOR?

Dünya üzerinde süregelen malum 2008 global krizin sarsıntıları sürerken, Türkiye’de açıklanan istihdam verileri geleceğe dair olan umutları ve beklentileri güçlü kılmaya devam ediyor. Temmuz ayı işsizlik oranı %9.1 olarak açıklandı.

Sigara, alkol ve motorlu taşıtlara uygulanan ÖTV artışı, cari açığı frenleme mahiyetinde atılmış bir adım. Cari açığı frenleyeceği görüşündeyim. Sigara tüketiminin fazla olduğu bir ülkeyiz. En kaliteli tütün bizim topraklarımızda yetişmesine rağmen, Tekel adı altında faaliyet gösteren sigara kuruluşları, ne yazıktır ki raflarda gerekli rağbeti ve ilgiyi çekemiyor. Sağlık konusunda tavsif etmediğimiz bir durum olsa da ekonomik açıdan bakıldığında, sıcak para akışının her gün tekrar ettiği bir döngü.

“Wall Street’i işgal et” sloganıyla hareket eden ve 1 aydır Wall Street’te protestolarına devam eden grubun amacı; işsizlik rakamlarını, bankacılık sistemini ve ekonomik krizin büyük bir tehlike olduğuna işaret ederek gerekli önlemlerin alınmasını sağlamak. Dünya’nın finans merkezi olarak bilinen Wall Street’te bu eylem sürerken, Avrupa ülkelerinin ve Avro bölgesinin en büyük 2 ekonomisi olan Fransa ve Almanya’nın gerekli ekonomik adımlarda anlaşamamaları Avrupa’nın kendi içerisinde devam eden krizin derecesini gitgide arttırıyor. Avrupa ekonomisi kan kaybetmeye devam ediyor. Yükselen bir güç ise; Türkiye. Büyüme rakamları ve istihdam rakamları olumlu seyretmeye devam ediyor. Öngörülen ekonomik raporda büyüme biraz hız kesecek olarak tahmin ediliyor. Önümüzdeki sene, %4-5 bandında bir büyüme bekleniyor. Bu yavaşlamanın neticesi de, en çok ihracat yapılan bölge olan Avrupa’nın içinde bulunduğu ekonomik krizin, ülkemiz büyümesine engel teşkil edeceği vurgulanıyor.              

Tabii, büyümemiz Avrupa’nın büyümesine ve ekonomik verilerine de dayanıyor. Çünkü; büyümemizi sağlayan Avrupa bölgesi. En çok ihracat yaptığımız, alışverişin en çok yoğun olduğu bölge Avrupa bölgesi. Avrupa bölgesinde ki çalkantılar devam ettikçe büyüme hızımıza olumsuz yansıyacaktır. Raporda, cari açığın frenleneceği ve cari açığı azaltma yöntemlerinin arttırılacağı vurgulanıyor. Bu da ayrı bir iyi gelişme olacaktır. Cari açığın fazla olması, ekonomiyi uzun vadede sıkıntıya sokar. Yerli mal tüketiminin artması ve yerli otomobil gibi yerli teknolojik ürünlerin üretimine geçilmesi, cari açığı azaltmaya yönelik atılmış ve atılacak olan adımlardan bazılarıdır.

Dünya piyasaları kavruluyor. Türkiye, ekonomik çalkantıdan zarar görüyor ancak en az zarara maruz kalıyor. Gelişmekte olan ülke literatüründe olduğundan dolayı, kendi ayaklarının üstünde duran bir ekonomiye sahip. 4 yılın en düşük işsizlik rakamı açıklandı. Büyüme devam ediyor. Önümüzde ki yıllara ait beklenti raporunda büyüme devam ediyor, işsizlik ve cari açık azalıyor.

Daha ne olsun?

                             Ahmet Eren

Paylaş


     Ahmet Eren’in Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler