Her şey öldüğümü fark edince başladı.

Pek ihtiyar sayılmazdım oysa, Fatih İstanbul’u yeni fethediyordu bu vakitlerde. Beşikte akbil basıp, mezarlıkta aracın sağa çekildiği yorucu yolculuklar, aktarmayla devam eden ecelsiz bir serüvendi genç dimağımın lügatinde. Takvimin her yaprağı, ölümün soğuk rüzgarında dökülürmüş meğer; son solukta inermiş insan müsait bir yerde.

 

Bazen din ve devlet işleri birbirinden ayrılır...

Bazen akıl ve gönül işleri de birbirinden ayrılır...

Son derece materyalist, natüralist, rasyonalist, pragmatist ve oppurtünist bir konuya –yarayı mı demeli- parmak basıyoruz.

Sevimsiz bir konu, tasavvufi olmayan bir konu, seve seve yazmadığım bir konu; evde yemeğini unutanlar, kapıyı kitlediğinden şüphe edenler, eşi erken gelecek hanımlar ve halısaha maçı olan beyefendiler –kısaca kalıplaşmış herhangi bir beklentisi olan gül cemaat- “kaçabilir.”

Kalan kesimle, vira bismillah...

İnsanlar çeşit çeşit...

Hepimiz birer tamirciyiz. Bilinçsizce yapılan bir şeyi bilinçle yapansa kalfalardır.

-Merak edenler için not; ustalar da bilinçsizce yaparlar işlerini.

Şimdi mikrofon; utanç içinde boğulan bir kalfada;

Bak beşer... Herkes; gözünün ardına düşen her baş aşağı mahlûk, senin bir -lateşbih- eşyan.

Yanında bulunan herkes, sen onları belirli bir işlevde kullanmak istediğin için varlar... Tıpkı senin de insanlar nezdinde başka başka elbiseler giydiğin, ama az ama çok başkasını oynadığın gibi.

Geyiklerine gark olup kahkahalar attığın adam var çantanda mesela, fikirleriyle zihnini plaza katına çeviren dostların var, sigara tellendirip gönlünü açtığın insanlar var, dinin diyanetin tozlarında yuvarlandığın kardeşlerin, siyaset konuştuğun çiçeroların, edebiyat konuştuğun kelam efendilerin, dert anlattığın-derdini dinlediğin düşkünlerin/kalkanların var...

Hiç konuşmayıp, gönülden gönüle sosyal ağlar kurdukların, dizine yatıp kainatı kibrit çöpüyle tarttığın insan –insan’lar’ varsa ayıp edersin- var...

Bunların hepsi senin karakter gökdeleninde bazen bir oda, bazen bir kat teşkil etmekte.

Soru şu, bu sence de çok vahşi değil mi?

Kesinlikle vahşetin daniskası!” diye coşan romantikler, yazının bundan sonrasını okumasın.

Evet, kalan kısımla devam; vahşi değil, şartların gereği; zira tek geldik dünyaya ve tek gidiyoruz. Ve tek dirildiğimiz o gün anam bile tanımayacaksa beni, lanet olsun tüm ilişkilere..

Madem mahşer-i cümbüşte böyle iri kazıklar çakacağız birbirimize, dumanlara umut bağlamak niye? Bir gün ayrılınacak olanlatabut boyamak niye?

-özbeöz eleştiri-

Kendimizi akladık. Söyledik ve kurtulduk sandık, hâlbuki yanıldık. Ağzımızı yeterince şıpırdatırsak eğer, yediğimiz naneyi masum çıkarırız sandık, hâlbuki dürüstlük; beşeriyet bombalarına bir siper değildi asla, hele ki kurşun geçirmez nobranlığımız bizi bu atom yağmurunda bir nefes daha fazla yaşatsın... Yok öyle dünya! Affet bizi be dünya... Sırtladıklarınla da affet...

-özbeöz eleştirinin sonu-

Evet, bugün ayın sevimsiz ve ergen sivilceli yüzüne derin bakışlar ve hadsiz kelamlar püskürtmek için toplandık ve kendi benliğimize bir nebze sopa çektik ki, azıtmasın.

Sıra geldi, sebeb-i ziyaretimize...

Bir insan –alet çantanızdaki bir tornavida başlığı olarak okuyun siz bunu- derse ki “Hacı o kadar geyik yaptık iyi de, bu Suriye olayı ne olur ne diyorsun?

-Sen bu konuşmanın tarafı değilsin. Hatta ben de değilim, yorma güzel kafanı boşver...

Ağzını kaparsan, içsesin daha bir yankılanır. Neyse ki her yankı –misal ördeklerinki- duyulmaz.

-Bu; yanlış adama yanlış adamca yanlış konuda yanlış sorulmuş yanlış bir soru...

Yok güzel nefsim, bu da sert sayılır, ve kesinlikle bilgece değil... Hem Allah duysa çok üzülür. Ve O... duyar. Kibarlık ve nezaket, O’nun sevgilisinde olan huylardır ve kendimizi sevdirmek için o güzele benzemek hatta –becerebilirsek- bürünmek zorundayız..

Zamanın durdur butonuna basıp burnumuzun iki kanadını birden havalandıracak kadar derin bir nefes çektikten sonra, laf çevirmeyip, iç döküyoruz bu sefer;

Bak yoldaşlığımla imtihan olunan ve yoldaşlığıyla imtihan eden güzel insan;

İlk okuduğum ve ezberlediğim kitabın girişi zannediyorum –benim kibrimi ve Walt Disney’in faşistliğini bir yana bırakırsan- ufuk açıcıolacaktır;

İster ufacık karınca, ister koca bir fil olsun, dünyadaki her canlı, büyük yaşam zincirinin bir parçasıdır. Ve her canlının bu zincirdeki yeri başkadır. İşte, Mufasa'nın yeri de kral tahtıydı. Sarabi kraliçesiydi. Yeni doğan yavruları Simba bir gün babasının yerine geçip, Aslan Kral olacaktı... “

Kral mevzunu boş ver, faşist Disney’in eşeklikleri işte, köleci komisyoncular.. neyse başka bir şey anlatmak istediğim..

Bak aslan, Kurtlar Vadisi jargonuyla gidersek, kafamızda kurduğumuz binlerce konsey var.

Koltuklara oturanlar, kalkanlar, kovulanlar, koltuklarına yapıştıklarından ötürü koltukla beraber “kurtulunanlar” var.

Herkesten her şey beklenmez, beklenmemeli de.

Mevlana’nın dedi gibi, papaz(joker) arayan yeke kalır.

Bak dost, ben üçboyutluyum. Bu en az iki yüzüm olduğunu gösterir.

Sana bakan yüzümden memnun değilsen, değişemem bil ki kendini bana ispat edemeden. Ha sen sormadan ben söyleyeyim inan sen değişmek zorunda değilsin, illa ki bir köşe bulurum sana gönlümde sığışacak. Aman ne de geniş gönüllüyüm triplerinde olduğumdan değil, orası zaten sana rezerve..

Nadide, güzel, sıcacık, sana özel, ve her daim hatırlı..

Ama bir ricam var, yerine tam oturuyorsan, lütfen fazla “kıpraşma”. Benim de başka “dergah”larda yaptığım gibi.

Ne üste bak, ne alta. Ne sağa, ne sola..

Aşinası olduğun dansa kendini adamak yerine başka bir dans istersen eğer, gidersin bir başka baloya da..

Hayat bir saat, ve sen her kulede farklı ve ünik bir parçasın.

Bu kadarı sana yetmeli. Yetirmelisin.

Nefsine hakim olmalı, belki Yunus gibi yıllar yılı oduncu olmalısın.

Süleyman olmak herkesin harcı değil. Bununla beraber harcı olanın da başı belada.

Allah kimseye kaldıramayacağı yük, kıvıramayacağı rol vermez. Belki koyu kadercilik, ama buna isyan edeceksen bil ki o da kaderinde yazılı bir şeydi. Yani ilişki koçlarının önerilerine kahkaha patlatan bir üstadın da dediği gibi “Diyorsunuz ki ’ona küçük sürprizler yapın’ ha! Allah’a nasıl sürpriz yapalım bre gafiller?!

Kader: Arabana B şehrine gidecek kadar benzinin “konması”, ama B şehrine gidip gitmemenin senin elinde olması, istersen dolaş dur. Yani, hayat dehşetengiz koyu bir kast sistemi değil, ama herkesin her şey olabildiği bir Prusya zırvası da değil.

Bak alınmıyorsun değil misana bunları kimse söylemeyecek diye söylüyorum. Bilenler acı çekmeni istemediklerinden söylemezler, bilmeyenler de pek azdır zaten. İstersen gel kurşunla beni de gönlün olsun hıncın geçsin, nasılsa gölgeler kurşun geçirmez ve Tanrı kullarının yüzünü kara çıkartmamaya dikkat eder.

Kendin ol, kendin olduğunda insanların gösterdiği reaksiyonlara tahammül et ve onların da dokunulmaz ve dokunulması çok fena can sıkan “kendi olma hakkına saygı duy; insanları –ama bilerek ama bilmeden- nasıl konumluyorsan, insanların da seni –ama bilerek, ama bilmeden- konumladığını bil. İnsan sömürgen –ve hatta emperyalist- bir hayvandır demeye dili varmayanların “İnsan sosyal bir hayvandır ehe ehe..” deyişlerine gülümse. Bol bol semaya sıçra ve levh-i mahfuzdan duyduğun kadarını çok sağlam şifrelenmiş kaderini çözmekte kullan.

Yoksa ne mutlulukla yolun kesişir, ne sabredenlerden olabilirsin, ne de şükredenlerden..

Sınav bittiğinde ve cevaplar panoya asıldığında da “Haddi bee..”lere gark olmamak ve gidiş yolundan puan ummaktan –ha El-Alim öğrenci dostu bir hoca olarak çok cömert okur kağıtları, ayrı- beri durmanın yolu zannederim budur. Yüklemini bul ve bil, ve –tercihen apaçık- bir özne ol. Ha bir de  unutmadan,

Homo Homini Mirora..” Bunu da yaz bir kenara.

 

İstanbul trafiğinin bereketten çatladığı iş çıkış saatlerinde bir kadın belediye otobüsünde vaveylayı koparıyor: “İmdat! Yetişemedim Osman’ıma, eyvahlar olsun! Bir haftadır bu anı beklemiştim ben… ”

Uyuklayanlar irkilerek sıçrıyor yerinden. Üzerlerine ölü toprağı serpilmiş bitkin suratlara renk geliyor bir anda. Haliyle sıkılan herkes cümbüşe kulak kabartıyor. Halden anlayanlar randevusuna geç kaldığını düşünüyor, ne aşk ama! Tülbentli teyzeler başını yana yatırıp ellerini kavuşturuyor ve acıyan tonlarda belli belirsiz mırıltılar başlıyor. Derken bağrışlar içinde otobüsü durduran kadın bir hışımla dışarı atıyor kendini. Yağmurun altında koşa koşa ilk bulduğu kafeye giriyor. Dikkatsizce basamakları atlayıp heyecanla sağa sola çevriliyor kafası ve işte orada. Aç bir leopar gibi masalardan birinin yanındaki karartıya sabitleniyor gözleri ve kan ter içinde kalmış bedeniyle atlıyor üstüne...

Kısa bir hengâmeden sonra güçlükle yatıştırılıyor ve isteğine kavuşturuluyor memleket insanım. Çalışanlardan biri dişlerini sıkarak alıyor elinden kumandayı ve kadın özlemle beklediği haftalık televizyon dizisinin küçük Osman’ıyla baş başa bırakılıyor.

Gelişen dünya ve değişen zevklerimiz

Eğlencelerimiz Heybeli’de mehtaba çıkmaktan, Boğaziçi’de kayık sefalarındanbetonarme odalarda bir ufak televizyon koltuğuna evirildi. Fayton gezmelerinden metro inşaatlarına, sokak maçlarından Nintendo Wii kutularına... Televizyonların içine hapsolduk. Orada eğleniyor, orada evleniyoruz. Çocuklarımızın adını Feriha koyup, parmağımıza usulca Hürrem yüzüğü takıyor o karanlık kutular. Yedirme, giydirme yarışmaları derken sürekli bir mücadelenin ortasına atıyor bizi. Devletin ahkâmını bile elinden aldı 37'lik maço ekranlar. Artık ne yiyeceğimize ne giyeceğimize ve ne düşüneceğimize televizyonlar karar veriyor. Gündelik dedikodularımızın esas malzemesi de hep bunlar olmuyor mu? Renkli camların bulandırıp dağıttığı şuurumuzdan halkalı gözler peyda oluyor. Biri konuşurken altyazı okur gibi ağzımızı açıp bakıyoruz. Hiç birleşmiyor bakışlarımız birbiriyle. Kaç yıllık arkadaşımız göz rengimiz sorulduğunda durup düşünüyor. Film artistleri gibi yürümeye çabalarken çarşıda pazarda, eşe dosta adeta ucuz replikler kusuyoruz.

Gittikçe okuyan bir toplum oluyoruz, bilinç kazanıyoruz diye seviniyorduk hâlbuki. Sosyal paylaşım sitelerinde gençler Mevlana’dan, Necip Fazıl’dan seçmelerle koca bir külliyatı devirmişken, Müge Anlı bile geniş bir kitlenin gündemini belirleme yetkinliğine erişip, Çiçek Abbas çağdaşlarca siyaset gurusu yapılmışken üstelik. Tarih ve politika satırlarında taş sektiren gözler böylesine çeşitlenip renklenmişken, abdallıktan aptallığa sürüklenişimizdeki saklı hikmet ne ola ki?

Haydi, insan fıtraten zaaf yumağıydı ve aldandı; ancak gayesi elinde asasıyla bozuk gidişatın önünde durmak olan ermişlerimiz de mi elde çekirdek, pembe dizi izliyor? Başlarını kumun içine mi gömdüler yoksa cengâverler gibi atılıp kalemini meydana saplayacak ve amaçsızca dolanan gövdeleri titretip kendine getirecek âlimlerimiz yetişmiyor mu artık?

Cemil Meriç gibi bir çağın vicdanı olmak isteyen kalmadı mı?

Kalmadı azizim. Çünkü sadece izlemiyor bizzat iştirak edip, önlerden yer kapmaya çalışıyorlar temaşa tartışma programlarında. Öyle kipuding tenceresinin dibini sıyıran küçük çocuklar gibi oldu aydınlarımız. Adeta bir kreşte yaşıyorlarmışçasına eylemleri ve istekleri…Hıncal Uluç dahi mankenlerle poz vermeyi bıraktı. Ana sınıfının sabahçı tayfasında okuldan kaydı alınanların arkasından konuşmakla meşgul. Elif Şafak desen sıra aralarında dolaşan kediler gibi sevimlilik yapıp boyama kitaplarını satma peşinde. Rutkay Aziz fırlayıp yerinden; “Günaydın arkadaşlar, size yeni öğrendiğim bir ders fişini okumak istiyorum: Ana gibi yar, Şili gibi diyar olmaz! Haydi, indirelim şu başkanı, bizim onlardan ne eksiğimiz var ” diyor. Bunu duyan Müjdat ve Levent ikilisi Harami kostümlerini giyip hemen sınıf başkanının üzerine yürüyor: “Asmak lazım, kesmek lazım diri diri yakmak lazım!” Fakat Nazlı Ilıcak bu durur mu, hemen laf yetiştirmeyi vazife ediniyor. Açıyor iktidar reisine kollarını, gitme diyor ve sınıfta günün curcunası başlıyor.

Efendim önceden herkes bir odaya toplanır, pembe yanaklı çocukların dizine başını yasladıkları aksakallı dedeler, etrafında halka oluşturan aile eşrafına nasihatler dağıtır, bir yandan sobanın üstünde kestane pişirilip çay demlenirken bir yandan da tatlı kelamlar edilip fertler kötülükten fenalıktan afiyetle korunurmuuuş gibi masallar anlatmayacağım size. “Kılavuzu karga olanın…” demiş atalar ve burada kesmişler.

NECİDİR BU TEZER ÖZLÜ?

Tezer Özlü, Türk edebiyatının gamlı ve lirik prensesi... 

YKY'den basılan Özlü kitaplarının arkasına baktığınızda bu ifadeyle karşılaşacaksınız. Peki gerçekten gamlı ve lirik prenses olmaktan ibaret miydi Tezer Özlü? Kendisinin gamlı, lirik ve prenses olarak nitelendirilmesini eleştirenlerin aksine ben hem gamlı hem lirik hem de prenses tespitinin doğru fakat kapsayıcı olmadığı kanaatindeyim. Gamı ve lirizmi umutsuz, bunalım edebiyatının argümanı olarak gösterip Tezer'in bu şekilde nevrozlu ve karamsarlığa sürükleyici addedilmesini yadsıyanlar için (burada elbette bu duygu durumlarının varlığı değil saltlığı eleştiriliyor) edebiyatın olduğu yerde umudun olduğu gerçeğini, Tezer'in bunalımını direnişe dönüştüren kişiliğine ve kalemine de ayrıca dikkat çekerek hatırlatmak gerekecektir. Kaldı ki varoluşçuluğun ''yabancı'' dâhisi Camus dahi hayatın anlamsız olduğunu savunup sonunda ölüm olan dünyanın ve dünyadaki tüm uğraşıların ancak ''saçma'' kavramıyla açıklanabileceğini söyledikten sonra umutsuz olmanın sonsuza dek umutsuz olmayı gerektirmeyeceğine değinmiştir. Hayat onlara göre her şeyiyle ve her şeye rağmen her bilinmeyenin ardına bakılması gereken engebeli ve pusula barındırmayan bir arazidir. 

Yaşadığı dönemde dönemin siyasi rüzgârının etkisinde kalmayıp varoluşa yöneldiği için görece rağbet görmeyen, nevrotik ruh halini küçük burjuva rahatlığıyla birleştirip Avrupa turlarına çıkmış, hepi topu üç yüz sayfa yazmış özgür ruhlu vasat bir yazar, bir anarşist ve Duygu Asena'ya iki beden büyük gelen feminist gömlekli ''güzel'' bir kadın demek ne kadar doğrudur Tezer için? Cumhuriyetin ilk eğitimcilerinden Kemalist baba, devrimci abi, kendi eserlerinde konuşturmamasıyla bastırılmışlığını ifade ettiği sessiz bir anne, babanın memuriyetinden dolayı kırsalda geçmiş çocukluk, muhafazakâr Fatih yaşantısı, Kemalizmin batı modernizmine olan hayranlığını sonucu Avusturya Kız Lisesi'nde görülen baskıcı Katolik eğitim ve tüm bu karmaşaya kuş bakışı bakıldığında Şerif Mardin'in kültür şoku söyleminin somutlaşması olarak karşımıza çıkar Tezer Özlü. Arada kalmışlığın, ifade edilmemişliğin, dillendirilmeyenin muhalif sesi, depresif halin Türk minör edebiyatına yansımasıdır. Görüleceği gibi tüm bu karmaşa ve varoluşa yöneliş siyasi rüzgârın etkisinde kalınmayıp değil siyasi rüzgârın etkisiyle ortaya çıkmıştır. 

Basit bir delilik hali değildir onunki. Elektro-şok tedavisinden sonra köşesine çekilip sonbaharın sarı yapraklarını izlemeye endeksli münzevi bir yaşantı seçmemiştir. Çabalamıştır. Sonsuz bir çıkmazdan çıkma üzerine kurulu değildir yaşamı. Evet, ölümü yüceltmiştir, intihara methiyeler düzmüştür. İlk bakıldığında yanılındığı gibi ölüme olan tarifsiz aşkı değil ölümün üzerinde kendisini özgür kılışı vardır. Onda ölüm düşüncesinin sürekli arka planda olması hayatı yaşamak adına büyük bir tasarruf yetkisi verir. Dikkat edilmelidir ki burada merkeziyetçi ölüm işleyişinden değil ''sürekli olarak'' arka planda tutulan bir ölüm olgusundan bahsediyoruz. Ölüm hiçbir trafik kuralının istisnası olamayacak kadar onunduronun inisiyatifinde olmalıdır. Camus Yabancı eserinde ''saçma''yı ve ''saçma''ya yakalanmış ''uyumsuz''u irdeledikten sonra Sisifos Söyleni'nde hayatın bu saçmalığına, haksızlığa ve adalet değil torpil dağıtan Tanrı'ya rağmen neden intihar edilmemesi gerektiğini bu sefer roman gibi dolaylı bir felsefi anlatımla değil direkt olarak informatif deneme şeklinde sunar. Hayat çok geniş bir kitle için mucizeden yoksun olarak aynı şeyleri yaşayacağını, aynı amaçsallıktan yoksun(çünkü son'la sonlanacak ve Sultan Süleyman'a dahi kalmayan bir dünyadan bahsediyoruz) uğraşı vereceğini bile bile düşüp yeniden başlamak yolda olmaktır. Sisifos tepesine varmaya bir adım kala yeniden başlayacağını bilmek buna rağmen tırmanmaya devam etmektir ve aslında tepeye tırmanırken yaşadıklarıdır, her daim ve her alanda hiçbir şey beklemeden dünyayı ve insanları severek mutlu kılınmaktır varoluşunun gerekliliğini gösteren. Ancak Tezer aynı çabayı neden intihar etmemeliyiz kalıbıyla değil; neden yaşamalıyızın cevabı olarak açıklar. Verilecek olan cevapla birlikte sorulan sorunun da aynılığı dikkatinizi çekecektir. Bundan anlaşılması gereken Tezer'in pozitif dirençli bunalımıdır. Tezer önce uyumsuzun dibini görüp sonra buna gereken şekli vermez. Uyumsuzluğuyla panzehirini birarada verir.Egemenlerin iyiniyet karinesiyle dayattığı hayatın acımasız yanlarını bireysel bir duruşla ele alır.

Özlü'nün Pavese, Kafka gibi bunalımlı yüzünü çöküşe sürükleyen yazarların peşinden gidip yaşama coşkusunu yakalamasının sebebi yine bunalımına sebep veren kırsal-kent, doğu-batı arada kalmışlığı değil midir? Geniş bulvarları, kentleri görüp taşrayı özlemek ve otel odasında seçilmiş bir yalnızlığı yaşamak ve var olan düzenin tüm kurumlarına, getirilerine karşı gelmek onu anarko-primitivist ideallerini gerçekleştirememiş hüzünlü bir genç kadın olarak tanımlamaktan başka yerlere götürmelidir bizleri. Birebir Deleuze'ün yurtsuzlaşmış kişisi değildir yaşamın ucuna yolculuğunun başında. O yurtsuzluğu kendiliğinden benimsemez. Onu yurtsuzluğa iten başkalarıdır; kültür ve kimlik çatışmasını kendi benliğinde çok daha sanrılı ve şiddetli yaşamasıdır. Dili, ülkeyi reddeder. Ama anayurdundan sonra sığındığı ikinci yer anadili gibi konuştuğu Almancanın şehri Berlin olacaktır. Yurtsuz değildir Özlü klasik kavram anlamıyla; yurtsuzlaştırılmıştır.Döneminin sorunlarına sırtını dönmekle suçlanan Özlü kanlı mayısta meydanlardadır aslında. Ve tankerlerden ve vahşetten kaçarak uzaklaştıktan günler sonra Leyla Erbil memleketleri için mücadele vermeleri gerektiğini söylediğinde insanlığın ayaklar altında olduğu taşla copla birbirini ezdiği gerçeğini hafızasından silemeyerek burası bizim ülkemiz değil burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi demiştir. Elbette kimilerince bunun basit bir korkaklık olarak nitelendirilmesini yadırgayamayacağım. Ancak bu Tezer Özlü'yü özümsemeden yapılan çıkarımların ötesine geçemeyecektir. Bunu oportünizme uğramış tipik bir ortayolculuğun etkisiyle değil naifliğiyle söylemiştir. Uyum sağlama isteme çabası ortayolculuk sürecinden alakasız ve bambaşka haldedir. Sonuç alınamayacak kaos için eşsiz bir öngörüde bulunur. Fransız İhtilali'nden itibaren başlayan hak alma ve dâhil/müdahil olma sürecinde herkese her sosyal kesime vaat edilen ''siyasetin öznesi'' olan insan olma yerine Hegel'in ünlü deyişiyle ''siyasetin materyali olmakta mutluluk duyan ve bunu erdem sayan'' günümüz kitle insanının dışına atmıştır kendini. Aynı Tezer öldükten sonra ''ölüyorum devrimci mücadeleyi bensiz sürdürün'' diyecek olan Tezer'dir. O buhranlarında siyasi çıkmazları bireysel açmazlarla kesiştiren ve kendi devrimi için yollara çıkan yurtsuzlaştırılmış kimsedir. ''Tüm bireyler kendi devrimini yapabilse sistemi yok edebilir, kapitalizmi yenebilir miyiz?'' demiştir abisinin kızı Ayda Özlü'ye. Burada artık yaptığı kültür vurgusundan klasik Marxizm anlayışının dışında olduğu ancak bunun sistemle sorunu olmadığıyla eş tutulmaması gerektiği görülecektir. 

Onun bu başkaldırısını sadece siyasetle sınırlamak elbette ki doğru olmaz. Çünkü siyaset Foucault'nun da dediği gibi kılcal damarlarla hayata ve ilişkilere sirayet eder. Aile hükmedeni siyasi hükmedenin en küçük toplumsal birim aileye inişidir. İktidara karşı verilen mücadele sadece meclislerde yürümez. Bunu Tezer'in hem günlük hayata karşı yaptığı eleştirilerinde hem de kamu kurumları ve bu kurumların öğretisi ışığında şekil alan ikili ilişkilere yönelik ilişkilere olan eleştirilerinde gözlemleyebiliriz. Başka bir kentin, denizin, tarlanın değil kamusal alandan yalıtılmış mekânların özlemindedir. Bu eleştiriler, başkaldırısı ve başka topraklarda farklı ''şeyler'' arama arzusu küçük burjuva şımarıklığından kaynaklanmaz. Oğuz Atay'ın sivri köşelerin yontulduğu, insanın hiçbir yerini acıtmayan olarak nitelendirdiği burjuva hayatı Tezer Özlü'nün hiçbir yerini acıtmamış olsaydı bu yoğun etkilenmeyle bu tepkilerle karşılaşmazdık!

Kendi üstü örtülü izm'ini makul göstermek adına bütün izm'leri ve izmcileri hedef alan tutumlar sergileyen; çekinik bir siyasi kimliğin, aşılanan bir depolitizasyonun en sivri savunucu duruşu olan anti-izmci yükselen yeni nesile ''gerçek'' ve amaçsal bir anticilik sunar Tezer. Kalemiyle yapar bunu. Yabancılaşan insan toplumunun değer yargılarının simgesi evden kaçarak yapar. İyi giyinerek, itimat etmediği evlilik kurumuna 3 kere başvurarak, trenlerde kendi devrimini gerçekleştirerek yapar. Ve kimseye kendi gibi yapmasını öğütlemez. Herkesin kendi başkaldırış yolunu seçmesine inanır.

Kendimce değindiğim ve muhakkak ki eksik kalan tüm bunların dışında yazdıklarının artalanında ne olduğunu araştırmacı gözlerle irdelemeden de sırf 1964 yılında bu şekilde düşünen, bunları yazan, ''rahatsız olan'' birinin varlığından duyulacak mutluluk adına, zaman ve mekânın ötesinde bir yazar olduğu için okunmalıdır Tezer. Açtığı pencerelerle beraber her dönem açısından taze kalabildiği ve bambaşka kentlere bambaşka yazarlara işaret ettiği için bitmeyecek olandır.

Böyle olduğu için külttür, böyle olduğu için ilktir.

Aysel Serpil Görgün

Paylaş


     Aysel Serpil Görgün’ün Eski Yazıları

BORÇ BATAĞI VE BÜYÜME

Maya takviminin son yılı olduğu söylenen 2012’de dünyayı sarsan büyük olayların çıkacağı söyleniyor.

Dünyayı sarsacağına inanılan bu büyük olay kriz ise doğruluğu neredeyse kesin gibi… Önümüzdeki yıl zengin ülke ekonomilerinde ve özellikle Avrupa ülkelerinde ekonomik sıkıntıların ağırlaşarak süreceği çok büyük olasılık.               

Borç krizinin aşılabilmesi için, ekonomilerin büyümeleri gerekiyor. Büyüme gerçekleştiği vakit, borçlar ödenebilecek ve borçların GSYH’ye oranı düşecek, piyasa olumlu seyretmeye başlayacak.

Ancak OECD’nin açıklamış olduğu “Ekonomik Görünüm” raporuna bakıldığında Avro bölgesinin 2012 yılı büyüme tahmini sadece %0.2, buna ek olarak nüfusta yaşanan artış hesaba katıldığında daralma ortaya çıkacak.

Büyüme şart ama aynı zamanda borçların daha da artmasını önlemek için tüketiminde frenlenmesi gerekiyor. Bunun için kemer sıkma politikaları uygulanıyor ancak kemer sıkma politikası uygulandığında hem büyüme hızı düşer hem de durgunluk görülür. Bu durgunluk ise 2103 yılı beklentilerini olumsuz göstergelere çevirecek ve kısır döngü oluşacak.

Borç faizlerinin ödenmesi, bütçe maaşlarına, altyapı yatırımlarına, eğitim ve sağlık yatırımlarına ayrılan parayı azaltacak. Bu süreçte özel sektörde zarardan payını alacak ücret düşürmeye ve işçi çıkartmaya giden yolla sonuçlanacak. Bu sosyal huzursuzluk, kemer sıkma politikalarının uygulanmasını aksatacak.

“Konsolidasyon” sıkça konuşulur oldu. Konsolidasyon borç ödemelerinin ileri bir tarihe ertelenmesi anlamına geliyor. Bu önlem banka bilançolarını olumsuz etkiler ve 2008 Lehman Brothers yatırım bankasının iflasıyla başlayan küresel kriz başına dönülür.

Sıkça dile getirilen bir diğer husus ise; borçların para basılarak ödenmesi yani monetizasyon.  Bu önlemin uygulanmasına izin verilmiyor bazı Avrupa üst kurumları tarafından ama; olur da uygulanması konusunda anlaşmaya varılırsa enflasyon çift hanelere çıkar. Bizim ülkemizin 2001’de yaşadığı enflasyon canavarı kabusunu Avrupa’da yaşar.

Avrupa borç havuzunda boğulmaktan kurtulmaya çalışırken, bu borç krizinin Türkiye açısından riski, durumu nedir?

Öncelikle Türkiye’nin en çok ihraç malı gönderdiği bölgenin Avrupa olduğunu hatırlayalım.

Türkiye, mali ve parasal disiplinden taviz vermeden reformlarını sürdürürse; Avrupa’dan kaynaklanacak olan hasarı asgariye indirecektir. Öte yandan, Avrupa’da ki 140 milyon aile içinden geliri sabit kalan veya azalanlar, alıştıkları lüks yaşamdan ödün vereceklerdir. Alışılan lüks ve pahalı ürünler yerine, kaliteli ama hesaplı olan ürünlere rağbet göstereceklerdir. Bu durumda ihracatımız artış ivmesine geçebilir.      

Avrupa’da ki borç krizi Türkiye için bir fırsata dönüşebilir. Unutulmamalıdır ki her kriz aslında bir fırsattır.

Yazıyı bitirmeden değinmek istediğim bir başka husus büyümeyle alakalı. Yıl bitiminin son ayında 2011 büyüme tahminleri arasında büyük makas fark var. Sanayi üretim endeksinde gerçekleşen olumlu hava, büyüme tahminlerinin artış göstermesini tetikledi.

2011 yılı büyüme tahmini olarak %8’i gösteriyorum.

2012 yılı büyüme tahmini %2’ye kadar geride tutanların düşüncesi; Türkiye ihracatının yarısına yakınını oluşturan AB ülkelerinin borç batağında oluşu. Yukarıda da bahsettim. AB ülkelerinde gelirleri duraklayanlar lüks malları bırakıp kaliteli ama hesaplı ürünlere yönelecek. Türkiye bu pazarı yönetebilecek bir ülke. Bu yüzden Avrupa krizi, bizim ülkemiz için fırsat olduğunu düşünüyorum. Öte yandan iç talep unsurunu da göz önünde bulundurduğumuzda artış eğilimini sürdürdüğünü görüyoruz. Bu göstergeyle beraber büyüme hızının %5 ve yukarısında gerçekleşeceği tahminini yapıyorum.

Yeni yılın, herkese sağlık ve mutluluk getirmesi temennimle…

Ahmet Eren

Paylaş


     Ahmet Eren’in Eski Yazıları

HATA YAP Kİ, HATA YAPMAYASIN!

Var olmanın bize her zaman bir şans tanıdığını hissetmeliyiz 'yaşıyorum' diyebiliyorsak gönülden.

Hatalarımızı unutmak yerine, hatırladıkça canımızın acısının zamanla azalmasını sağlamalıyız..

Bir insanın ; "Ben .. yapmadım" cümlesi ne kadar çoksa o kadar görmemiştir aslında, yaşamamıştır tam anlamca..

Korkun ondan, ilk hatası olabilirsiniz..

Yaptığınız hatalar neye mal olursa olsun, sonucunda biraz daha kendiniz olursunuz, biraz daha tanışırsınız kendinizle.

İçgüdülerinizin harekete dökülmesi, karşı tarafın sizi tetiklemesiyle oluşur.

Görenler hata der,

Yaşayanlar aşk..

Kızlık zarınızın yırtılmasına, ömrünüzün geri kalanında hasret olacağınız bir kanın yerle bir olmasına sebep bile olsa yaşadığınız şeyler, utanmayın!

Yaptığınız hatalardan sonra avuçlarınızı açın, elinizde kalan şeylerin kıymetini bilin.

Örneğin; kanla korunmayacak kadar namuslu olduğunuzu düşünün, durun!

Bitmedi,

Sadece görsel hataların yüzünüze vurulmasından korkmayın,

Yaşayın yaşayabildiğinizce.

Yaşam tecrübesi olmamış, doğmuş olsa da henüz kendini bulamamış insanlardan uzak durun...

İnsanlığın, çevremizdeki bütün herkesin bu hale gelmesinde biraz payımız var aslına bakarsanız.

Düşünecek olursak yaptığı hatalardan dolayı dışladığımız insanların aslında bizlere her zaman can yoldaşı olduklarını unutmamalıyız.

Eşini aldattığı için intiharın eşiğine giden toplum tarafından dışlanmış kadınlarımız,

Bilerek ya da bilmeyerek altında kaldığı borçlara ezilmemek için köprünün başında bekleyen o adamcağızın,

Sınavları kazanamadığı için ailesi tarafından baskı gören ve uyuşturucuya başlayan o oğlumuzun kızımızın ölmesine sebep biziz aslında.

Attığımız her adımda birilerinin canını yakarız.

Şu saydıklarımın hiçbirini yaşamak istemem, onların yerinde olmak istemem, o hatalara düşmek istemem belki bazen ben de söverim aldatan kocaya.. Ama yargılamam, dışlayan toplumun içine dâhil olmam..

İnsanların ayıplarını kovalayan insanda namus varsa,

Hata yapmamış toy insanlar dört dörtlükken hatasından ders almış insanlar değer görmüyorsa, kusura bakmayın ama bu bizim ayıbımız..

Aslında o**uya bile or**u diye hitap etmeyendedir edep.Affedendedir sabır,
Hoş görendedir eğitim,
Sevendedir insanlık,
Yardım eden zengindedir zenginlik.

Bilin ki ; hor gördüğünüz insanlar sizlerden hep bir yaş daha büyüktür. Görmüştür, çekmiştir hayattadır.
Sizin başınıza gelse o kadar güçlü olmayabilirsiniz belki..

Kızına tecavüze yeltendiği için ikinci eşine kıyan anacım,
Sen hak etmiyorsun aslında orada yatmayı,
Kader mahkûmu buysa eğer,
Sen en kalitelisisin..
Şimdi olsa yine yaparsın..

Hepsi için genelleme yapmasak da düştükleri durumları adlandırmadan önce sebeplerini düşünmeliyiz.

İşte sen; çocuğunun tedavisi için üç kuruşa bedenini satan insan,
Kaldır yüzünü utanma,
Utanması gereken birileri varsa,
Tek eli bacağının arasında tek eli devlette olan bakanlarımızdır.

Ah sen, babası için organ çalan insan,
Sen değil, ölüsünün organını bağışlamayandadır suç,
Sende değil bizdedir hırsızlık.
Affet, paylaşamadık..

İşte ben 1990 doğumlu 21 yaşında bir cahil,
Belki yazıyı yazmam da hataydı, en az hayatıma soktuğum insanlar kadar,
Fakat burnu havada güzel Türk insanı;

Hatasız biriyle olursan,
İlk hatası sen olursun..

Burçin Aktas

Paylaş


     Burçin Aktaş'ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler