GÖRÜNÜŞÜ HOŞ, TIRMANIŞI ZOR YEŞİL BİR TEPE: AŞK

Elif Şafak’ın son iki anlatısında yaşadığı en büyük sıkıntı; üslupta yaşadığı, üslubunu oturtamadığı hissini veren silik bir girişle eserine başlaması ancak bir noktadan sonra -ilginç karakterlerin esere girişiyle- düzelen anlatım ve kazanılan akıcılık. Biçimle muhteva farklı değerlendirmelere tabi tutulurlar ama Şafak’ta muhteva oturduğunda üslup da oturuyor. Başlangıçtaki güvensizlik, sıkıcılık olayların ilerlemesiyle yerini güvene ve akıcılığa bırakıyor.

Araf, Baba ve Piç ve Aşk, yazarın çeviri romanları ve diğer romanların tadını vermiyorlar. Her ne kadar yazar, çevirilerinin kendi kontrolünde basıma hazırlandığını söylese de diller arası geçişte, yazarın kelime ve duygu dünyası değişikliğe uğradığı için, kendi eseri de olsa, kelimeler anlam kaybına uğruyorlar ve yazılan dille çeviri yapılan dil arasında kelime, kelime grupları ve cümleler etkisini yitirerek ya da anlam kaybına uğrayarak istenilen etkiyi veremiyorlar. Yine bir diğer farklılık, tezli roman yazmayan Şafak’ın, Aşk adlı romanında eserine bir misyon yüklemesi: Mevlana’nın kendi topraklarından bir yazar tarafından anlatılması. 

Romanın dili sade ve her kesime hitap edebilecek düzeyde. Ele alınan metnin tasavvufa dair bir konuyu ele aldığı düşünülürse, terminolojik dil(kavram, terim ve imgelerle yüklü üst dil) anlatıda daha fazla olmalıydı.  Pinhan’la karşılaştırma yapılacak olsa (muhtevalarının aynı kaynaktan çıkması esas alınarak) aradaki dil/üslup farkı kendisini daha bariz gösterecektir. Öyleyse amaç, gölgelerin/sembollerin/metaforların arkasındaki dünyayı vermek değil, bu dünyaya giriş için gerekli olan ilk basamağı göstermektir.

Aşk romanı, konusu itibariyle iki ucu keskin bir bıçak. Okuyucuların bir kesimi, yazar -dine ait bir alana girdiği için- neden bu konuyu seçti(!)ği yönünde; diğer kesimi ise ele alınan konuyu -yine dine ait bir alana girdiği için- yüzeysel verdiği ya da kullanmak için seçtiği için yazarı eleştirecek hatta suçlayacaktır. Bu, kaçınılmaz bir sonuç. Şimdi Elif Şafak kim? Dine mi kayıyor ya da dinî bir konuya el atarak din üzerinden kazanç mı sağlıyor? Evet, bunlar tartışılacak olan iddialar. Bir başka okuyucu kitlesi de, ele alınan konuyu - yazara ait bir alan olduğu için, nedenini- önemsemeden, eser merkezli değerlendirmelerde bulunacaktır şüphesiz. Bu incelemede, eserin değerlendirilmesi yapılacak ve okuyuculara karşılaşacakları sorunlu durumlar ifade edilerek bir nev’i taraf olmadan metnin değerlendirilmesi gerektiği hatırlatılacaktır. 

Bir de eserin edebiyat sosyolojisine ait yönü var ki -işte iki farklı kesimin ortak oldukları nokta burası- yazar-okur-yayınevi üçgeninde eserin basımı, reklamı, pazarlaması… gibi bir alanı içeriyor ve edebiyat eleştirisinin alanının uzağına düşerek farklı bir tartışma alanının içine girmek zorunda kalıyorsunuz. Aşk adlı romanın kapak rengi, basım sayısı(100.000), eserin ayıracındaki fotoğraf, eser tanıtımına yönelik reklamlar, programlar… kimi okurların tepkisine yol açmakta hatta yazarın tercih ettiği yayınevi dahi eleştiri konusu yapılmaktadır. Edebiyat sosyolojisi açısından bakıldığında romanın hitap ettiği kitle, genç okurlar ve Mevleviliği merak eden Batılı okurdur. Elbette Şafak okuyucusu da düşünülmüş olabilir ama eserin dili ve üslubu, ele aldığı konudan yola çıkılarak elde edilen sonuç bu kitlelere hitap ettiği yönündedir ama istatistiki bir veri olmadan bunu ispat etmek çok zor olacaktır. Yayınevinin böyle bir çalışması olursa eserin hitap ettiği okur kitlesi daha iyi ortaya konacaktır. 

Eserin üslup ve muhtevasından çok tartışma konusu olan iddialar edebiyat sosyolojisinin alanına girdiğinden ve ötesinde de farklı bakış açılarının, fikri yönelimlerin tepkilerini içerdiğinden özetle eser merkezli tartışmaların dışında kaldığından, bu bölümde sadece bu tepkiler işaret edilmekle bırakılacaktır.

Gelelim Aşk’ın incelemesine…

Aşk’ta iki ayrı düzlem(zaman olarak) yer almakta. Birincisi Ella ile Aziz Z.Zahara’nın günümüzde geçen hikayesi; diğeri Mevlana ve Şems merkezine alınarak anlatılan 13.yy.a ait olan zaman dilimi. Bu iki düzlem verilirken anlatıcı kişi de değişerek birinci düzlemde ilahi/tanrısal bakış açısı, ikinci düzlemde ise karakterlerin kendi anlatımlarıyla kahraman anlatıcı bakış açısı kullanılmış. İkinci düzlemde karşımıza çıkan farklı anlatıcı kişilerle sadece bu karakterlerin kendi dünyaları değil, aynı zamanda Mevlana ve Şems de farklı gözlerden okuyucuya sunulmuş, böylece Mevlana’da yaşanan değişim ve gelişim, farklı hayatlara yavaşça nüfuz edişi, ham’dan pişmeye oradan da yanmaya doğru aldığı yol başarılı bir şekilde verilmiştir.

Bu karakterler aynı zamanda, Mevlana’ya bakış farklılıklarının verilmesini sağlarken o dönemde ve günümüzde de tartışılan kimi konuların cevaplanmasında kullanılarak karakterlerin sadece eseri renklendiren unsur olmalarından çıkartarak onlara ayrı bir değer kazandırmış, roman gerçekliğini arttıran unsurlar olmaları dışında gerçekliğin de kurmaca şeklinde romana girişinin aracısı olmuşlardır. Romanın en başarılı teknik unsurlarından biridir bu uygulama.

Romanda mektup, mail, menkıbe, hadis-i şerif, Kur’an ayetleri, mesneviden beyitler, yemek mönüsü, rüyalar, dualar… metni teknik açıdan/yapı açısından zenginleştiren aynı zamanda da metne hareket kazandıran unsurlardır.

Romanda Kur’an ayetlerine göndermeler, menkıbeler, tüm dinlerin özünün aynı olduğuna yönelik vurgulamayla Mevlana’nın “Gel” diyen söylemi bir’leştirilmiş; günümüz hayatının çeşitliliği ve değişimlerimizin vurgulanmasıyla, dünyanın neresinde olursak olalım, kim olursak olalım aynı söyleme ihtiyaç duyduğumuz -Ella ve Aziz Zahara adlı iki zıt karakterlerle (biri sıradan, diğeri sıradışı)birinci düzlemde; aykırı karakterler olan Çölgülü, Dilenci Hasan, Sarhoş Süleyman ile de ikinci düzlemde- hissettirilmiştir.

Ella, Aziz, Mevlana, Şems, Katil, Çömez, Efendi, Dilenci Hasan, Fahişe Çöl Gülü, Sarhoş Süleyman, Mutaassıp, Alaaddin, Kerra, Kimya, Gevher Hatun, Cengaver Baybars, Sultan Veled, Talebe Hüsam… romanın kahramanları. Hepsinin ayrı bir hikayesi var ve hepsi apayrı kimliklerle bir çemberin parçaları. Onlarla tamamlanıyor çember/roman.

Farklı bakış açıları, farklı yönler, farklı mizaçlar, farklı isteklerle insana dair hâllerin bir hikayede suret bulmasına yardımcı oluyorlar. Baybars’a kızarken, yaptığının pişmanlığıyla yaşamaya mahkum olan Şems’in katiline acıyorsunuz, Kimya’nın aşk acısını çaresizce izlerken, Kerra’nın sükutuna şahit oluyorsunuz, Alaaddin’i anlamaya çalışırken, Sultan Veled’le karşılaştırıyor ve aynı ırmağın iki farklı kolunun ne derecede farklı akabileceğini görüyorsunuz, Mutaassıp’ta günümüz yansımalarının hala aynı olduğunu ama Talebe Hüsamların da varlığının bu iki ucu dengelediğini fark ediyorsunuz. Çöl Gülü’ne hayran oluyor ve Sarhoş Süleyman’ın sorularına gülüyorsunuz (sizin de sorduğunuz sorular bunlar)… her biri apayrı mizaç, her biri bütünün bir parçası, her biri hem dönemlerinin hem de bugünün insanının birer göstergesi. Zaman, mekan ve yaşanan olaylar farklı da olsa, insan yine insan.

Romanda, hayatı izliyorsunuz.

Ella, RBT yayınevinde editör asistanı olarak değerlendireceği ilk kitabı Aşk Şeriatı’nı alır ve hayatının değişeceğini bilmeden okumaya başlar. Ella için “Bir kitap okudum ve hayatım değişti.” göndermesi var gibi görünse de aslında Ella’nun mutsuzluğunu “fark etmesi”, hayatındaki tekdüzelik, eşinin kendisini devamlı aldatması, konuşacak bir insana ihtiyaç duyması, rutinleriyle kendisini hapsettiği dünyanın farkına varması ve özellikle Aziz’le mailleşmesi, okuduğu kitapta anlatılanlar ya da kitapta karşılaştığı tevafuklar kadar etkili olur ve Ella’nın fitilini ateşleyen asıl güç de bu maillerdir yani ihtiyacı olan “kelime”leri konuşabileceği birinin karşısına çıkmasıdır. Aziz’dir onun Şems’i ve o, aşkı karşılamaya hazırdır.

Diğer önemli karakter olan Aziz’se hayatta en dibe batarak Fas’ta karşılaştığı Sufiler aracılığıyla hayatının anlamını keşfeden ve uzun yolculuklara çıkarak hayatı ” an ” olarak yaşamaya başlayan, rutini olmayan ve sıra dışı bir karakter olarak karşımıza çıkar. Birinci düzlemde öykü bu iki karakter üzerine kuruludur.

İkinci düzlemde ise olaylar daha çok Şems’in üzerine kuruludur. Mevlana’nın değişim ve gelişimleri daha çok yan karakterler üzerinden anlatılır. Bu noktada Şems, Mevlana’ya göre daha fazla vücud bulmuştur roman kahramanı olarak. Aslında Aziz’de de Şems’in yansımalarını gördüğümüzü düşünürsek, romanın asıl kahramanı Şems’tir.

Romanda; zaman, ayrılık, ülkeler ve kaderleri, şehir ve adap, ölüm, aşk, öldürme, nefis ve tabakaları, şeriat, Konya şehri ve 13.yy. Anadolu’sunun sosyo-siyasi yapısı, günah, inanç, kadın, özlemek, kader, yol ve yolculuk, hiçlik, hikaye ve grup psikolojisi… gibi bir çok kavrama ışık tutulmuş. Yazar zıtlıklardan yararlanarak güzel-çirkin, temiz-kirli, yara-iyileşme gibi kavramlara farklı bir bakış açısı sergilemiş.  Bağdat dönüşü Şems’e verilen üç hediyeyi Şems, zahirde tam tersi insanlara verir, asl olan batındır çünkü: gümüş aynayı Dilenci Hasan’a vererek çirkin görünendeki güzeli; ipek mendili Çöl Gülü’ne vererek kirli görünendeki temizliği; merhemi Sarhoş Süleyman’a vererek yarada iyileşmeyi gösterir Şems aracılığıyla yazar. Biçime takılı kalanın payına bir şey düşmeyeceğinin de göstergesidir bu.

Eserin başarılı bir diğer yönü hikayelerarası göndergesel bir işlev yüklenmesi. Aziz’de Şems’in hikayesi, Şems’te Yusuf peygamberin hikayelerine göndermeler vardır. Aziz’de Şems’i, Şems’te Yusuf peygamberi bulursunuz. Kuyuya atılarak öldürülen Şems, kuyuya atılarak öldürülmeye çalışılan Yusuf. Hiçbir yere bağlanamayan Şems, dünyayı gezerek Şems’in son durağını son durağı yapan Aziz. Aziz’le yeniden doğan ve tamamen farklı bir insan olan Ella; Yusuf’la yanan, yaşlanan sonunda güzelliği kendisine yeniden sunulan Züleyha ve Şems için yanan ve ömrünü harcayan Kimya ve hatta Kerra’da Züleyha’yı bulursunuz. Aziz Şems kadar güzel, Şems Yusuf kadar. Rüyalarla yollara düşen Şems, rüyalarla yolları açan/açılan Yusuf…

Dört unsur(Toprak,Su, Hava, Ateş), kırk kural(Gönlü Geniş ve Ruhu Gezgin Sufi Meşreplilerin Kırk Kuralı). Her biri birbirinden değerli nasihatler silsilesi. Yirmi altıncı kural kelebek etkisinin (her şeyin birbiriyle ilintili olması) tasavvufi açılımıdır: “Kainat yekvücut, tek varlıktır. Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının, hele hele senden zayıf olanın canını yakma.

Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.” Aslında bu incelemeye bu kırk kuralın hepsini almak lazım ama kurallar ve bu kuralların hangi durumlarda hayat bulduğunu ve bu nasihatlere insanın hangi durumlarda ihtiyacı olduğunu anlaması için metnin tamamen okunması lazım ki, her bir parça yerine otursun. On ikinci kuralda “aşk bir seferdir” deniliyor. Aynı şey, romanın dünyası için de geçerli. Okumak sefer etmektir. “Bu sefere çıkan yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.”(s:118)diye devam ediyor on ikinci kural. Okur, bu sefere çıktığında değişimi de göze alır. Ve sadece parçayı vererek bütünü asla olduğu gibi anlatamazsınız. Öyleyse okura düşen çemberi/romanı tamamlamak,  kendi çemberinin parçası kılmaktır.

Birbirinden güzel bu kurallardan kırkıncısıyla son vermeli bu incelemeye tıpkı romanda olduğu gibi.

Kırkıncı Kural: “Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK’ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.”(s:415)

Hasretinde kalanlardanız ya işte bundan daha da anlamlı geliyor kırkıncı kural. Herkes Şems’ini istiyor, ama Mevlana olmak lazım ki Şems de kapına/gönlüne gelsin. Romanda “Başımıza beklenmedik rastlantılar ancak bunları karşılamaya hazır olduğumuz anlarda gelir.”(s:340) diyor Aziz, Ella’ya.

Ve o zaman kendinize sormadan duramıyorsunuz:

Sahi, karşılamaya hazır mısın ki istiyorsun?

Yıllar öncesine ait bir başka 1 Mart’ta, ablamın hediyesinin üstüne yerleştirilmiş bir not kağıdında yazıyordu bu cümle. Küçük yaşların çocuksu kıskançlığıyla, senden istediğim harçlığı harcayarak satın aldığım siyah çorabın özensizce paketlenmiş hazin görünümü ve karmaşık bir el yazısının kırışık bir kâğıt parçasına iliştirdiği klişelerden ötürü hediyeni vermekten vazgeçmiştim.

Çok fazla şey değişmedi baba.

On sekiz yıldır aşina olduğum mavi gözlerin güven veren gülümserliğiyle, alınmasını nedense ve neredeyse her doğumgünü için istediğin bir çift çorap haricinde; hazırlayabildiğim tek şey, çizgisizliğiyle doldurulmayı bekleyen beyaz bir sayfaya üstünkörü karalanmış birkaç paragraf.

Fakat süregelmiş farksızlığıyla, bu mektubu farklı kılan geç kalmış bir tespit var: Benim hayatımda okuduğum en iyi kitap, sensin baba.

HAYALLER

Öyle büyük hayallerim yok aslında.

Çünkü zamanla öğrendim ulaşılması imkânsız hayallerin insanı eritip bitirdiğini. Önce bulutların üstünde uyunmayacağını öğrendim.

Büyüdüm koskocaman kıpkırmızı bir elma oldum.

Olgunlaştım. Ne esen rüzgarlara yenildim ne yağan yağmurlara ne de büyümeden beni yemeye çalışan yağmacılara.

Her badireyi atlatışım beni daha da güçlendirdi. Hepsine inat yere düşenlerden koparılanlardan olmadım. Üzüldüm gidenlere neden beni beklemeden gittiler oysa ne alışmıştım onlara ne kadar bağlanmıştım. Ya da ben de onlarla gitseydim daha az dirençli olsaydım. Olmadı gelenleri gidenleri teker teker gördüm. Geldiler sevindim giderken sevinç çoğalarak acıya dönüştü, hiç gelmeselerdi dedim, sonra iyi ki gelmişlerdi dedim. Bu gelgitler de neyin nesiydi dimdik duruyordum. Her gün bana yeni bir şey katarak ilerliyordu daha da güçleniyordum. Bilmiyordum günün birinde ben de kopacaktım koparılacaktım.

Çok ani oldu daha büyüyecektim herkes olgunluğuma gıptayla bakacaktı. Sonsuza kadar kalacaktım ya kalamadım. Koptuğum da anladım. Bu kadar geç olmamalıydı. Sona kaldım savrulmadım. Savrulanları gördüm hepsinin acısına ortak oldum her giden benden bir şeyler götürdü. Şimdi de ben gidiyorum hem de yalnız…

Tek başıma acımla yalnızım. Acımı paylaşacak kimsem yok Acı görmeyi ne de marifet zannetmişim. Onunla büyüdüğümü zannetmişim. Birazdan birisi beni hazmedecek ve kalan hayatıma pislik çukurunda devam edeceğim. Bunun için miydi bu acılar. Şimdi diyorum keşke yenilseydim düşseydim de geldiğim toprağa geri dönseydim hiç değilse pislik yerine.

Yapacak bir şeylerin olmadığını biliyor ve kendimi avutacak dahi bir şey bulamıyorum. Diyemiyorum birisine faydalı oldum. Olgunlaştım vitamin oldum. Büyüdüğümü zannederken küçülmüşüm ve birazdan bir hiç olacağım. Hiç bunu düşünmemiştim. Bildiğim tek şey büyümem gerektiğiydi. Olmadı büyüyemedim ben de bir hiç oldum şimdi...

 

Kalem ve kağıt derdini anlatmak için vardır.

Derdini dinleyecek, onunla hemdert olacak bir dosta sahip olmadığında anlayabilirsin ancak bunu.Izdırabın çekilmez olduğu hatta dolup taştığı, gözyaşına dönüştüğü anda sarılırsın kaleme.

Çünkü derdin zaten birine bir şey söyleyememendir; ancak kalem sen ne söylemek istersen onu yazar daha da ötesi ne sana itiraz eder ne hatanı yüzüne vurur ne dinlemekten sıkılır ne de söylediğinden çekinirsin ona karşı. Böyle olduğundan vazgeçilmezi olur kalem ve kağıt ızdırap çekenin. 

Duygular insanlar için vardır. Yeri gelir dolup taşar insanda ve de an gelir –hani derler ya ölü toprağı serpilmiş diye- ruhsuz olur hiçbir şey hissedemez. İnsan mısın yada ne mahluk olduğunun çıkmazına düşer adeta. Aslında her ikisi de insan içindir ama bunları yerli ve zamanlı yaşadığında. İşte böyle anlarda insan kendini anlatmak ister. Dertlidir çünkü yada aksine çok sevinçlidir. İnsan bu her ikisini de paylaşmak ister biriyle.  Derdini paylaşmak ister çünkü derman arayışı içindedir; sevincini paylaşır ziyadeleşsin diye. İşte her iki anıda paylaşabildiğidir insanın dostu. Paylaştığı ve derman bulduğudur, sevincini arttırdığıdır insanın dostu.

Öyle insan da vardır ki o insan ızdırap daha doğrusu azap içindedir. Daha doğrusu azap içindedir ızdırap değil. Çünkü ızdırap kutsal bir dava uğruna çekilen çilenin insanın vicdanında duyduğu acıdır. Ancak azap öyle değildir. Her ikisi de benzerdir ama aynı değildir. O yüzden biz günahlardan ötürü kabirde çekilen acıya kabir azabı diyoruz kabir ızdırabı değil.

İnsan vardır ki azap içre yaşar. Ona ne bir dost sözü tesir eder ne bir tabip tavsiyesi. Azaptır ki ona suküt ettirir her şeye karşı çünkü her şey onun için artık hiçbir şey olur. Ölüm dahi bir kurtuluş vesilesi görülür onun gözünde ve o dahi onun ruhunu acıtamaz acıtması gerektiği kadar. O artık dünyada bedenini taşımak zorunluluğunu yüklenmiş cesetten farksızdır. Çünkü o azap içredir. Azap!

Azap arapçada lezzet kelime kökünden gelir. Tat alan anlamına gelir ancak bu bir yemekten, bir içecekten aldığın tat değildir. Bu aşk acısının insanın ruhunda hasıl ettiği melankolik olma halidir. Böyle  bir insanının da hayatında artık ne duracağı yer vardır -nerde dursa orası dar gelir- ne elini tutacağı bir sevgilisi ne uğrana yaşayacağı veya ölebileceği bir davası ne de her şeyden öte bir kahramanı. Zaman onun için tamamen doldurulma zorunluluğu olmaktan ibarettir yani yaşaması bu zorunluluktan ibarettir. Böyle bir insanda yaşadığı bu duygusal buhranları tek bir dille dile getirebilir o da; kaderini kendi belirlediği kalem ve kağıt ile.

Zaten belli belirsiz bir çok sıkıtı içinde olan Azab kime anlatsın ki derdini? Birine anlatsan “boş ver takma kafana geçer.” der, ötekine anlatsa kendini anlatmaktan aciz görür kendini karşısındaki anlayamaz daha ötekine anlatmaya çalışsa dinlenemez muhatapsız kalır ortada. Onunda bu yüzden bir dostu yoktur kalem ve kağıttan gayrı. Bu böyleyken nasıl olsun ki? “Nerde dostan gelecek derdine derman?” der ve tek dostunu bulur böylece.

Azap içre olanın azab içre olan anlar ve bilmiyorum ki böyle bir dertten muzdarip biri yaşar mı bu devirde?  Bu yüzden asırlar öncesinde arar kendi gibisini ve de bulur. 

söylemek istesem gönüldekini
dilime dolanan ıstırap olur
yazsaydım derdimin ben bir tekini
ciltlere sığmayan bir kitap olur

 Azap içre olanın derdi ciltlere sığmaz. Bu dertten muzdarip olan birisi anlatsa anlatsa sayfalarca anlatır. Bu dertten muzdarip olan birisinde anlatsa anlatsa satırlarca anlatır sayfalardan anlamlı. Anlatır ama sesi kalemin mürekkebi muhatabıda kağıt olur. Onuda anlatır ama anlatılamaz olduğunu anlatmak için…

Çok da eski olmayan bir tarihte, ormanların en görülmemişinde bir dinozor yaşarmış kral olarak. Ormanda gün geçtikçe artan huzursuzluğun farkına varan dinozor yerini bırakmak üzere bir secim düzenlemeye karar vermiş.

Adaylar arasında iki hayvan ön plana çıkmış: Kurt ve Kaplan.

Kurt, ormanda bir reis olacaksa onunda öz be öz bir kurt olması gerektiğini söyleyip; altta yağız yer çökmedikçe, üstte ulu gök delinmedikçe, kendisinin ilini ve töresini kimsenin bozamayacağını iddia ederek ikna etmeye çalışmış tüm hayvanları.

Yıllardır ormanın dinozor tarafından ezildiğini ve sömürüldüğünü düşünen kaplan ise, tüm orman halkına hayvanların zincirlerinden başka kaybedecekleri hiçbir şeylerinin olmadığını anlatmış: “Tüm canlılar eşit olacak.’’ demiş.’’Tam bağımsız bir ormanda artık kimse kimseyi yiyemeyecek ve ormancılar ile onların işbirlikçileri defedilecek.’’

Online dergiler Online dergiler