HÜZÜN YÜKLÜ HÂTIRALAR: İKİ DARBE ARASINDA

İskender Pala’nın Kapı Yayınları arasında yeni çıkan ve askerlik hâtıralarından oluşan İki Darbe Arasında isimli eseri, basın yayın organlarında büyük ilgi gördü, görmeye devam ediyor. Elbette bir edebiyatçının sıra dışı bir kitabıdır İki Darbe Arasında. Ve hatalarla dolu acılı bir dönemin ciddi bir şekilde, adamakıllı ve  dürüstçe sorgulanmasıdır.

Pala, başarılı bir ordu mensubu olarak bazı komutanlarla arasında geçen ilginç olayları bütün ayrıntıları ve belgeleriyle anlatıyor, inançları dolayısıyla yaşadığı acıları, çektiği sıkıntı ve çileleri cesaretle ve olanca açık kalpliliğiyle aktarıyor. Kitabı tamamen okudum ve çoğu yerinin altını çizdim. Yazar samimi duygularını dile getirirken ve çoluk çocuğuyla birlikte yaşadıklarını anlatırken aslında Türkiye’nin geçmişteki manzarasını da yansıtıyor ve biz okuyuculara unutulmayacak derslerle birlikte mesajlar veriyor, ibretli sahneler gösteriyor ve derin hatırlatmalarda bulunuyor. Sanırım Pala, bu kitabıyla bir neslin veya askeriyede görev yapmış, çeşitli vesilelerle ordudan ayrılmak zorunda kalmış binlerce subayın hislerine tam anlamıyla tercüman olmuştur. Kitapta “disiplinsizlik” yüzünden ordudan ilişiği kesilenlerin ailece yaşadıkları dram gözler önüne seriliyor. Bütünüyle gerçeği yansıtan bu hâtıralar, vicdanî duyarlılığın öne çıkmasından dolayı hissedilen kaygı ile kaleme alınmıştır. İskender Pala, en vatanperver subaylar kadar ordusunu, vatanını, memleketini, bayrağını sevmiş bir ordu mensubu olarak görev yapmıştır. Ama aynı zamanda güzel sanatlardan haz almış, edebiyatı sevdirmiş, şiir gibi bir hayatı yaşamak da istemiştir. Bu da en tabiî hakkıdır şüphesiz. Kısacası aldığı edebiyat eğitimi ile seçtiği askerlik mesleğini mezcetmek ve iyi bir ‘edebiyatçı subay’ olmak istemiştir. Olmuştur da. Nitekim kitap boyunca çeşitli vesilelerle taltif edilmesi, madalyalar alması, parlak görevlere getirilmesi, pek çok esere imza atması onun bu yolda son derece başarılı olduğunu zaten gösteriyor. Ancak görevini mükemmel yapması, başarılı olması ve sicil âmirlerinden takdirler, nişanlar alması yetmemiş ne yazık ki, yetememiştir. Başka kıstaslar, ayrı ölçütler, farklı değerlendirmeler ağır basmıştır. Pala, hususi hayatında inancını yaşamak isteyen biri olarak büyük mücadeleler vermiştir. Ancak bu sınırsız uğraşlara rağmen sonunda çok sevdiği askerlik mesleğinden kopma noktasına gelmiştir.

Kitabı  okuduğum sıralarda bazen şaşırdım, bazen öfkelendim, bazen hüzünlendim, hatta gözlerimin yaşardığı anlar oldu. Peşin hükümlere mahkûm olanların mağlubiyetini gördüm, toplum değerlerine mesafeli duranların hâline bakıp bakıp üzüldüm. Çoluk çocuk bir ailenin yaşadığı acıları yüreğimde hissettim. Bu arada “iyi gün dostları”nın kara yüzünü de gördüm.

Bir yürek yangını var kitap sayfalarında... Bir çığlık bazen, bazen bir haykırış, çoğu zaman bir sitem... Hüzünlü bakışların ardından hayret nidaları gelip gelip kulaklarımda çınladı durdu: “Neden, niçin, nasıl, ne hakla?...” Evet bazı şeyleri anlamak mümkün olamıyor.

Pala ailesinin yaşadıkları, çoluk çocuk içine düştükleri sıkıntılar gözümün önünden hiç gitmedi. Gerçi benzer yaşanmışlıkları, değişik çevrelerden yıllar boyu dinledik durduk. Bunlar bazen bize inanılmaz gibi geliyordu. Olamaz, bir Türk subayı dindar olduğu için suçlanamazdı, aksine dinî akideleri sağlam bir ordu mensubu, daha makbul görülmeliydi. İnançlı bir asker daha vatanperver olur, gözünü budaktan sakınmaz, memleketi için gerekirse ölümü bile göze alır, canını verirdi. Böyle biri, askerî şartlara daha çabuk intibak eder, cepheye herkesten önce koşardı. Fakat duyulanlar, görülenler ne yazık ki yaşananlar bu kanaati teyit etmiyordu. Herkesin unutmayı istediği bir dönem yaşanmıştı Türkiye’de. Şükürler olsun ki, o sıkıntılı dönemi millete zorla yaşatmaya çalışanlar, bugün iyilikle, hayırla ve olumlu bir şekilde anılmıyor.

Kitap baştan sona bir vicdanın iç kanaması gibi... Yapılan hatalar, görülen mağduriyetler yine de yazarımızı isyan noktasına getirmiyor. Zaman zaman küskün, zaman zaman da sitemkâr olarak okurun önüne çıkıyor. Evet İskender  Pala, bu toprağın bir aydını olarak elbette asîl bir millet olan Türklerin “peygamber ocağı” olarak vasıflandırdığı bir orduya karşı değildir, olamaz. Aklı başında olan hiçbir kimse kendi askerine, ordusuna tavır koyamaz. Ama bu kesin gerçek, toplumun bütün kesimlerinde olduğu gibi askeriyede yapılan hataları gözardı etmeyi de gerektirmez elbet. Pala, bir zaman mensubu olduğu orduyu o kadar çok seviyor ki, sahip çıktığı, yaşadığı değerlerle büyük şair Yahya Kemal’in “ordu-millet” sözüne uygun olarak, milletiyle barışık bir askeri gücün güçlü ve güzel portresini mükemmel bir şekilde ortaya koyuyor.

İskender Pala’nın diğer edebî eserlerine âşina olanlar elbette İki Darbe Arasında’yı çok farklı bulacaklardır. Kitabın ikinci başlığı “İlginç zamanlar”dır. Evet Türkiye yakın tarihte, özellikle 28 Şubat sürecinde çok ilginç zamanlar ve olaylar yaşadı. Ama o boz bulanık, karma karışık günlerin artık gerilerde kaldığı görülüyor. Yeni, yepyeni, apaydınlık bir Türkiye’nin canlanışını, dirilişini ve ayağa kalkıp silkinişini görüyoruz hepimiz.

İsterseniz kitabın özünü veren bir metinle, arka kapak yazısıyla devam edelim:

“28 Şubat süreci.. her gün bir yığın hüsran.. Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini arttırarak dövmeye başlamıştır kalbinizin duvarların ve çaresizliğin sesi çığlık çığlığadır içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir damla su getirmez yangını söndürmeye...

İskender Pala, bu defa pek bilinmeyen bir özelliğiyle ‘asker kimliğiyle’ karşımızda. Usta yazar, 12 Eylül’ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde YAŞ kararıyla son bulan Deniz Kuvvetleri’ndeki 15 yılın hikâyesini içeriden okuma fırsatı veriyor.”

Yazar acı günleri hatırlamanın insana tekrar acı verdiğini söylüyor ve ekliyor: “Buna rağmen vaktiyle unutmayı çok zor başardığım o günleri şimdi yeniden hatırlamanın acısını yaşamaya cesaret etmem, sırf tarihe belge bırakma ve belki o savrulmuş insanların hâlâ aramızda yaşadıklarına dikkat çekebilme amacına yöneliktir ve bu yüzden yazdıklarımın tamamı katıksız hakikattir.”

Ben kitabı okudum ve üstünde çok düşündüm. Sanırım bu şekilde okuyup yorum yapanların sayısı da az değil ülkede. Önceki gün Radikal gazetesinin kitap ekinde “en çok satan”ların başında İki Darbe Arasında vardı. Demek ki çok okunuyor ve ilgi görüyor, bu çok açık. Öyle olmalı. Yapılan hatalar kimsenin yanına kâr kalmamalı ve soğukkanlı bir şekilde yeniden durumlar değerlendirilmeli, gerçek ve doğru hükümler hukuka uygun şekilde yeniden verilmelidir. Şunu da belirtmek istiyorum ki Pala’nın daha önceki kitaplarını gönül rahatlığı içinde tanıtan bazı “tatlı su yazarları” bu kitabı duymayacak, görmeyecek, işitmeyecek ve tabiî ki bu acılı hâtıralardan hiç bahsetmeyecektir. Olsun. Bazı gözler görmek istemese de hakikatler âyân beyân ortadadır ve İki Darbe Arasında, Türkiye gerçeklerini âşikâr ve cesur bir şekilde dile getirdiği için de hiçbir zaman unutulmayacak önemli bir kitap olarak kütüphanelerdeki yerini alacaktır. Bu arada yazarımızın, kendi dünya görüşüne yakın kişi, grup ve kurumlara yönelttiği eleştiriler de son derece önemlidir ve bu haklı tenkitler üzerinde de özenle durulmalıdır.

Ülkemizde felâket tellalları çok. Ama ben bütün dayatmacılara, statükoculara ve despotlara rağmen Türkiye’nin iyiye, hatta çok iyiye doğru gittiğini düşünüyorum. Her konuda olduğu gibi demokrasiye dâir, ülke gerçekleri hakkında çok konuşuluyor, yazılıyor ve hakikati bulma yolunda ciddî bir çaba harcanıyor. Naif edebiyatçılarımızın zarif kalemiyle yakın tarihimizi, en doğru şekilde gündeme getireceğine, bugünkü ve gelecekteki nesilleri en iyi biçimde aydınlatacaklarına inanıyorum. Bu bakımdan İki Darbe Arasında’yı sivil-asker herkese, duygusu, kaygısı ve sızısı olan herkese tavsiye ediyorum. Çünkü tozlar halı altına atılarak yok olmuyor, aksine orada daha da artıyor ve herkesi rahatsız ediyor. Hastalıklar da görmezlikten gelinerek şifa bulmuyor. Hiç kimse devekuşu gibi kafasını kumun altına sokup meselelerden kurtulduğunu sanmasın. Açık, berrak, temiz ve doğru bakışların, olayları sağduyulu ve serinkanlı bir şekilde değerlendirişin Türkiye’nin altın ve şeffaf dönemine çok katkı sağlayacağını düşünüyorum.

Hayatının belki de en önemli hâtıralarını kaleme alarak bir döneme ışık tutan İskender Pala’yı ve bu değerli eseri yayımlayarak düşünce ve kültür hayatımıza katkı sağlayan Kapı Yayınları’nın yöneticilerini kutluyorum.

KONFERANS:

MODERNLEŞME, İSLAM VE KAPİTALİZM

Dindar kesimin çuvaldızı bırakıp, iğneyi eline alamadığı konuyu konuşuyoruz: İslam ve liberalizm ilişkisi.

"Dünya öyle bir meta değil ki nizâya değsin." suflesine rağmen 'beyaz'laşan ve sekülerleşmeyle ritim tutturan İslâmi camianın aşil topuğunu kadraja alacağız:

Ahlaki kapitalizm mümkün mü? Son on yıllık süreçte neler değişti? Kıt kaynaklarla karşılanmaya çalışılan sınırsız ihtiyaçlar mı, ihtiraslar mı? "Müselman her şeyin en iyisine lâyıktır" koduyla te'vil edilen tüketim olgusu, akaide ne kadar uygun? Modernleşmenin kartopu ile başlayıp çığa dönüşen ‘daha’ belirteci, insanoğlundan neler götürdü? "O’nu bulan neyi kaybeder, O’nu kaybeden neyi bulur"? 

Eski mücahitlerin müteahhit olmasına atıf yapan yıkıcı tenkitlerle konuşmak yerine; yaraya tuzlukla koşmadan, sığ retoriklere sığınmadan mutedil ve yapıcı üslupla mevzunun tartışılacağı toplantımızda;

Mustafa Akyol [Yazar / Siyaset Bilimcisi]
Selahattin Yusuf [Şair ve Yazar]
Mevlana İdris [Yazar / Hukukçu]
Mehmet Kaplan [Yakın Tarih Uzmanı / Edebiyatçı]

…bizlerle olacak. 

Fikirden önce bilgi sahibi olmak istiyorsanız, 5 Nisan cuma günü saat 14:30'da, İÜ Beyazıt Kampüsü İktisat M1'deyiz.

Görüşmek üzere.. 

Not: Program, İstanbul Üniversitesi dışından katılıma açık; sadece ad-soyadı içeren bir iletinin sdogrul[at]live.com'a gönderilmesi kâfi.

 

 

ÖTEKİ-SİZ TOPLUM

F a r k l ı  B o y u t l a r ı y l a  T e k t i p l e ş t i r m e

Fakülte koridorlarından, meslek hayatına doğru yelken açmış dört yıllık dalgalı yolculukta, iddia ve ideallere sahip arkadaşlarımıza pusula olması için çeşitli etkinlikler organize eden Fikir Akademisi ve Genç Hukukçular Kulübü olarak, özgür ve özgün biçimde düşüncelerin serdedileceği ve de farklı görüşler göz ardı edilmeksizin fikir teatisinin gerçekleştirileceği bir konferans düzenliyoruz.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana farklı inanç, görüş, etnik köken, cinsiyet... vs. gibi olguların tektipleştirilmeye çalışıldığı ülkemizde, kimsenin "öteki" haline getirilmediği bir toplum düzeni isteyen öğrenciler olarak, örselenmiş kimlikleri konuşacağız.

Meydana getirdiği tedai itibariyle, demokratik düsturların ve evrensel hukukî değerlerin savunuculuğunu üstlenmesi gereken bir kurum olmasına karşın, İÜHF, maalesef zulümlere minare kılıfı uyduran konumda sukut etmiştir. Hukuk Fakültesinin en büyük amfisinde, tarihsel süreç içerisinde yaşanmış mezalime matuf teşhis ve tespitlerin yanı sıra, reçete de sunulmaya çalışılacak; yani yaraya dökülen kolonyanın ardından, çözüm içeren merhemin de sürülmesi temel gayemiz.

Bu çerçevede;

ModeratörProf. Dr. Abdürrahim Karslı
KonuşmacılarProf. Dr. Numan Kurtulmuş, 
Prof. Dr. Mehmet Bekâroğlu, Doç. Dr. Ferhat Kentel, Av. Safa Mürsel, Tarık Tufan


..bizlerle olacak.

Zulüm görmesine rağmen boyun eğmemiş ve aidiyetlerini müdafaa etmekten imtina etmemiş kimlik ve figürler üzerine fikir sahibi olmak istiyorsanız, 20 Nisan cuma günü saat 14:00'te, İÜHF Amfi 1'deyiz.

Görüşmek üzere...
 

http://www.facebook.com/events/280626008688124/ 

 

 

RÜYANIZ HAYROLSUNINCEPTION

Christopher Nolan sürekli kendisini yenileyen ve geliştiren bir yönetmen. Prestij'den sonra Batman serisi ve malum serinin ikinci filmi The Dark Knight, Nolan'ın zirve yaptığı yerdi. Durum böyleyken, izleyici ve yorumcular arasında yönetmenden yeni bir şaheser beklememek üzerine gizli bir anlaşma yapıldı sanki. Bu çok sevdiğimiz bir yönetmene karşı "yaratıcılığını nadasa bırakabilmesi" için tanınmış bir tür ayrıcalıktı. Oysa Nolan hepimizin ezberini bozacak bir sürpriz yaptı ve yılın en iyi filmi ile tüm yaptıklarını sollayacak bir bilim kurgu destanı yazdı.

Inception'da, Nolan'ın The Dark Knight'ta uyguladığı politikanın bir nebze daha yoğunlaştırılmış halini görmek mümkün. Hans Zimmer'in hazırladığı ses kuşağının verdiği gerilim hissiyle bir şehrin ya da bilinçaltının nasıl kurulduğunu görüyoruz. Bu nedenle filmi "hepsi bir rüya" klişesi ile suçlamak yersiz oluyor. Çünkü film tamamen rüyalarımız üzerine bir film. Ki bu rüyaların nasıl iç içe geçtiğini, birbirine dolandığını ve hepimizin aynı rüyayı görsek bile kişisel bir parçamızın mutlak kaldığını film boyunca izliyoruz. Nolan her zamanki gibi bir klişeyi alıyor, onu evirip çeviriyor ve sahip olduğu kalın hatlar ile süsleri çıkarıp klişenin sahip olduğu gerçeği açığa çıkarıyor.

The Dark City ile Minority Report'un özel bir karışımını bulabileceğimiz Inception, uzay operalarından ziyade insan zihninin karanlık labirentlerinde geçen Philip K. Dick tadındaki bilim kurgulardan hoşlananlara ayrı bir keyif sunuyor. Akıl dışında kalan ve hepimizi ürküten bilinçaltını, yalnız karanlık yönleri ile değil, ortaya çıkartılmayı bekleyen diğer anlatı olanakları ile ele alan Nolan, insan zihnini aksiyon dolu bir mahşer alanı olarak yeniden yorumluyor. Bu kaygan zeminde kesinleşmiş sabitliklere ulaşmak mümkün değil, bu nedenle sürekli yer değiştiren bir oyun planı kuruluyor ve her değişen oyun da bambaşka bir aksiyona gebe. Daha afişinde bize satranç taşlarını hatırlatan oyuncuların dizimi boşuna değil. Film boyunca akıllıca dizayn edilmiş dönüşümlere tanıklık ederken, onun son derece sofistike bir aksiyonla yaptığı dansı izliyorsunuz. Green screen ekranından çıkan efekt yüklü görüntüler dışında herhangi bir albenisi olmayan filmler içinde Inception bu yılın değil, Matrix sonrası bilim kurgu-aksiyon sinemasının en zekice örneğini oluşturuyor.

Ocean's Eleven tarzı bir ekip toplama ve bir casusluk öyküsü izlediğimiz Inception yalnızca sahip olduğu estetik aksiyonla sınırlı değil. Yüzeyde takip ettiğimiz bu "görevimiz tehlike" öyküsüne, Cobb karakteri vasıtası ile trajik bir aşk hikayesi de eşlik ediyor. Zihnin bu karanlık tarafı, Nolan'a göre yalnız kaotik bir mahal değil, aynı zamanda anılarla örülmüş bir tür hapishane işlevi de görüyor. Daha önce yanlış anlaşılmaların ne denli bilinçli olduğunu izlediğimiz Memento ve anıların bir rekabet alanına dönüştüğü Prestij'de benliğin sınırlarını sorgulayan Nolan, bu kez ikisini sentezleyerek hafızanın paradokslarını ortaya koyuyor. Film boyunca labirentlerin ve paradoksların oynadığı role bu nedenle dikkat etmek gerekiyor.

Michael Mann tarzı bir öykü anlatıcısı olan Nolan, Inception'da bir ustasına daha saygı duruyor. Filmin Hitchcockvari bir tada sahip olduğunu görünce, Nolan'ın neden bu kadar iyi bir yönetmen olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Nolan klasik anlatı sinemasının olanaklarını avangardla birleştiren ve çok özel bir harmana sahip olan yöntemini Inception'da mükemmelleştiriyor. Nolan da ustası Hitchcock gibi entelektüel kapasitesi oldukça gelişkin, ama bir o kadar da kolay izlenebilir bir sentez çıkarıyor. Meta-sinemanın hala hayatta olduğunu duyuruyor.

Oyunculuklara gelince yönetmenin usta işi bir kast çalışmasına imza attığını söyleyebiliriz. Leonardo DiCaprio’nun Shutter Island'dakine benzer bir rolle karşımıza çıkması tatlı bir tesadüf. Ellen Page her zamanki gibi çok iyi. Bununla birlikte Nolan bildiğimiz bir ismin çok özel yeteneğini keşfediyor. Joseph Gordon-Levitt kendisine olan güveni boşa çıkarmıyor ve filmi DiCaprio ile birlikte taşıyor.

Nolan, Inception ile çoktan kazandığı sinemasal yetkeyi şık bir çerçeve ile sinema salonlarına asıyor. Kaçırılmaması gereken bu film, aynı gün içinde bir kez daha izlemek isteyeceğiniz ender bir film keyfi yaşatıyor.

ULUSLARARASI GENÇLİK ŞURASI

 

Bir önceki (Mart) sayımızda bahsettiğim “Uluslararası Gençlik Şurası” 24-27 Mart olarak belirtilen tarihlerde GreenPark Hotel’de gerçekleştirildi.

3 gece- 4 gün süren organizasyon boyunca birbirinden değerli çalışmalara imza atıldı.

Peki neydi bu UGŞ organizasyonu? Bahsedilen değerli çalışmalar hangi mecralarda yapıldı? Organizatörleri kimdi? Ya katılımcılar nerden geliyordu?

Tüm bu sorulara cevap olmasını temenni ettiğim yazımda programımızın genel çerçevesinden bahsedip, ağırlıklı olarak benim başkanlığını yürüttüğüm grubun çalışmalarına değinmeyi planlıyorum.

Öncelikle bu organizasyon, İstanbul Büyükşehir Belediyesi GENÇLİK MECLİSİ’nin yürüttüğü bir çalışmaydı. Tamamen gençliğe hizmeti gaye edinmiş, çoğunun üniversite öğrencisi olduğu bir gönüllü genç kitleden meydana gelen Gençlik Meclisi, bugüne kadar sayısız çalışmaya imza atmış, ilke olarak “Gönülden Gönüllülük” prensibini benimsemiş profesyonel bir yapıdır.

UGŞ programı, 2023 vizyonunu çizmeyi gaye edinmiş Türkiye’nin aktif gençlerinin bu vizyonda söz sahibi olabilmesi için organize edildi. Şu an parlamentodaki milletvekili sayısına denk gelen 550 adet sayıda katılımcısı olan bu organizasyonda 36 yerel ve 6 yabancı bakanlık tartışıldı.

Organizasyonun ana teması “Genç Bakanlar”dı.. Aslında iki anlama gelen bu ifade birinci olarak “Bakan”, ikinci olarak da “Genç bakış” anlamında kullanıldı.

Organizasyon süresince ülkemizdeki mevcut bakanlıklar konuşuldu, çalışmaları değerlendirildi. Enerji Bakanlığı’ndaki arkadaşlarımız son zamanların popüler konusu Nükleer enerjiyi değerlendirirken, Milli Eğitim bakanlığındaki arkadaşlarımız mevcut eğitim sistemini, bu sistemin problemlerini ve sorunlara getirilebilecek olası çözümleri konuştu. “Yerel bakanlıklar”da çalışan arkadaşlarımız, ülkemizde hâlihazırda bulunan bakanlıklarımız değerlendirip, 2023 vizyonunda bu bakanlıkların ne şekilde fonksiyon göstermesi gerektiğine dair çıkarımlarda bulundular.

Peki ya yabancı bakanlıklar?

Deniz bakanlığı, İnsan Kaynakları ve Beceri Geliştirme Bakanlığı, Bilim ve Teknoloji bakanlığı, Mekânsal Planlama ve Çevre bakanlığı, Acil durumlar bakanlığı, Gençlik Bakanlığı olmak üzere 6 farklı bakanlığın değerlendirmeleri yapılarak 2023 Türkiye’sinde bu bakanlıklara ihtiyaç olup olunmadığı belirlendi.

Ben ve grubum Gençlik Bakanlığı’nda çalışan (bize göre) organizasyonun en şanslı kesimiydik. Çünkü ele aldığımız her konu, doğrudan bizi ilgilendiriyordu. İşimiz “Gençlik”ti.

Uzun soluklu toplantılarımızda, Türkiye’nin henüz sahip olmadığı bir “gençlik politikası” nın çizilmesine karar verdik. Bu politikayı çizerken de, yabancı ülkelerdeki politikaları değerlendirerek Türkiye’ye en uygun şekilde entegrasyonunu sağlayabilecek bir rota belirledik. Kıstas olarak aldığımız ülkeler, halihazırda bir “Gençlik Bakanlığı”na sahip olan Kırgızistan ve Almanya oldu.

Bunun haricinde 2023 Türkiye’sinde bir Gençlik Bakanlığı kurulmasını talep ettik. Yapılan istatistiksel çalışmalar gösteriyor ki, ülkemiz 2023 yılında %70’lere dayanan bir genç popülasyona sahip olacak. Ve bizler de popülasyonda böyle büyük bir yere sahip olan gençlerin hükümet bazında bir temsilcisi olacağına inandığımız “Gençlik Bakanlığı”nın kurulmasını talep eden bildirgemizi organizasyon bitiminde ilgililere teslim ettik.

Artık bu çalışmalar üst makamların ellerinde.

Bizler çalışmayı bırakmadık, bırakmayacağız.

Ümit ediyoruz ki, 2023 Türkiye’sinin vizyonu adına ülkemizin dinamikleri olan biz gençlerin yapmış olduğu çalışmalar en yakın zamanda meyvelerini verir.

Ahh unutmadan, Gençlik bakanlığı olarak belirlediğimiz sloganımızı sizlerle de paylaşmak isteriz. “Do what you love, love what you do!” (sevdiğin işi yap,yaptığın işi sev)!

Esra Matur

 

Dört yıllık üniversite hayatına kaç hayal, kaç gerçek sığar? Kaç insan tanınır; kaçı dost hanesine yazılır? Dört yılın ne kadarı hatırlanır, dört yıldan geriye ne kalır? "Hesaplayan adamlar" olarak, ortalama bir öğrencinin İstanbul-Moskova mesafesince yol yürüdüğünü, ağırlığının 2-3 katı makarna yediğini, ölümünün radyasyondan olacağını ve Holosko artı bir miktar para harcadığını gördük; karşılarınızda rakamlarla bir üniversitelinin hayatı.

*

Yönetmen: Said Doğrul

Görüntü Yönetmeni: Musa Kama

Montaj: Ahmet Gündoğan

Yapımcı: Özgür Sürmeli

Sanat Yönetmeni: Cihad Şaylan

Teknik Danışman: Oğuz Uysal

*

Oyuncular:

Said Doğrul / Musa Kama / Buket Abanoz / Cihad Şaylan / Enes Bayraktar / Serdar Okumuş / Efecan Yıldırır / Utku Uçar / Mihrican Can / Ömer Faruk Özütemiz / Fatmanur Aktaş / Ecren Ermiş / Mustafa Taşkın / Ahmet Kaynar / Hazna Çakar / Hamza Aydın / Erge Yağdereli / Zehra Gürel / Tuğçe Funda Korkmaz / Emin Gülaçtı / Mücahit Acar / Hüseyin Yalçınkaya / Burak Başel / Osman 'Titiz'

 

 

Online dergiler Online dergiler