Babammm... Anammm!..

Avuçları ile çeşmelerden aldıkları suyu dudaklarımıza tutan…

Çocuk olduğumuz yıllar boyunca ellerinden kana kana su içtiğimiz

Onların avuçlarından Kevser gibi kuruyan dudaklarımıza ulaşan o su ki asla tadına doyamadığımız!

Avuçları nasır bağladığında ancak geçimimizi sağlayabilen!

Tarla ve bahçelerin hâkimi...

Her dem bizim için güçlü olduğuna inandığımız ve örnek aldığımız...

Avuçlarında, dünyayı bir yumruk gibi tuttuğunu sandığımız; bu dünyaya gelişimize vesile olan çadır direği babalarımız.

Avuçlarımızı göğe kaldırarak uzun ömürler dilediğimiz analarımız.

Onlar;

Babalarımız...

Annelerimiz...

Canımız babalarımız...

Sırdaşımız annelerimiz... 

***

Ebedî âleme yolladığımızda hüngür hüngür ağladığımız büyüklerimiz…

Eğer hâlâ hayatta iseler hiçbir sebeple kırmamamız gereken en değerli varlıklarımız...

Her gün, onların yani;

“Babam!.” diyerek boynuna sarıldığımız; “Anam!” diyerek dizine yaslandığımız o saygıdeğer büyüklerimizin günü olmalı!

“Babam sağ olsun!” diyerek kendilerine şımardığımız canlarımız.

Kalplerini asla ve asla kırmamamız gereken annelerimiz en kutsal varlıklardandır.

Anne ve babası bir şekilde kendinden kopanlar da saygıda kusur etmemeli bu büyüklerimize. Çünkü bazen küçükler de affedici bir konumda kalabilirler.

Ne demiş Yunus Emre;

“Kanı kan ile yumazlar

Kanı su ile yuyarlar…” 

***

Halen hayatta iseler eğer anne ve babalarımız; boyunlarına bir vesile sarılmamızdan başka bir seçeneğimiz olmamalı.

Sırf:

Sebeb-i vücudumuz olan bu mübarek değerlerimizi bir Anne veya Babalar Günü olunca mı hatırlayacağız?

Avrupaîler gibi...

Neymiş o öyle?

Anne ve Baba Günü gelince mi hediye alınan ve hatırlanan varlıklar olsun.?

Ne tuhaf…

Gerçekten başımıza taşlar yağacak.

Anne ve babasını hoş tutan..

“Her gün benim için Ana ve Babalar Günüdür!” diyenlerimiz varsa eğer bravo onlara.

Böyle evlâtlar her açıdan şanslı.

Çünkü;

Ahirette de eminim şanslı kullardır böylesi evlâtlar.

Ancak;

Kazara dünya malı için onları üzen varsa çok bahtsız olduklarını hemen düşünmeliler.

Her zaman bütün dünya kurban olsun onlara. Onlar olmayınca dünyanın tadı mı var sanki?

Kendisi baba olanlar ancak onların kıymetini bilebilirler… 

***

Köyün birinde bir gün:

Oğlu buz gibi bir havada köy evinin damına çıkıp karları temizlemeye başlamış.

Hava, çok soğuk; zemheri…

Babası damda ceket giymeden karları temizlemeye kalkışan oğluna;

-Evlâdım ceketini giy, hava çok soğuk, demiş.

Oğlu lâfa söze gelmeyince de, baba oğlunun yeni doğan kundak bebeğini evden alıp getirerek karların üstüne yavaşça koyuvermiş.

-Ba.. Ba.. Bab.. Baba..cığım yapma! deyivermiş damdaki oğlu.

-Ya.. ya bap.. bap.. yapıp durma!  demiş babası oğluna. Bu torunum yani senin çocuğun, senin için ne ise sen de benim için aynısısın çabuk giyiver ceketini, diyerek ceketi oğluna fırlatıvermiş.

Biz; çok şeyiz anne ve babalarımız için.

“Onlar da bizim için çok önemlidir” diyorsanız eğer işte size fırsat.

Herhangi bir hediyeye gerek de yok. Anne-babalarınıza Allah’ın verdiği en güzel hediye zaten sizlersiniz.

Şimdi bu yazı biter bitmez gidin; hemen elceğizlerini öpün, anne ve babanızın ve çok ciddî birisi olsalar bile boynuna sarılarak şöyle haykırın: 

“Canım anam! Biricik babam!”

 

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

 

Saat 00.00… Havanın, dışarından gelen silah seslerinin insanın ruhunda uyandırdığı soğuk gibi titrettiği bir kış gecesi… Her yerde silah sesi. Herkes ayakta uyuyan yok o gece. Ayrıca bazı bazı nara sesleri de eşlik etmekte o gece silah seslerine. Duymuş olduğum bu silah sesleri savaşın ne kadar korkunç bir şey olduğu konusunda bana bir fikir veriyor, üşümemle birlikte.Düşünüyorum “2” zaman öncesini. Mesela Anadolu’nun işgali geliyor aklıma. O zaman yaşanan geceleri tahmin etmeye çalışıyorum duyduğum silah seslerinin yardımıyla. İngiliz’in Fransız’ın İtalyan’ın tabancasından çıkan merminin benim dedemin ninemin, bacımın hayatına son verişini hisseder gibi oluyorum. Ama sanki ben iki mahalle ötede; korunaklı bir yerdeymişim gibi duyuyorum bu sesleri. İşte bu “gibi” dediğim şeyi de hissettiğim için tam anlayamıyorum dedemin nenemin çekmiş olduğunu…

Daha sonra “1” zaman öncesine gidiyorum. Bu sefer Balkanlara… Din kardeşimin katledilişi geliyor bu sefer aklıma. Bu sefer küçük bir çocuk olarak yaşıyorum gibi o savaş zamanlarını.  Yine “gibi” var çünkü çocuk en güvenli yerde. Anasının kucağımda. Daha öte güven duyulabilecek bir yer yok. O Günlerde yaşananları tahmin etmeye başladıkça o küçük çocuk güvenle sarıldığı yerde beklide ilk kez ve kesin olarak son kez kanla tanışıyor. Çünkü kapı kırılıyor. Dışarıdan gelen o silah seslerinden biri evin içinde annesinin kanıyla tanışmasına sebep oluyor. Kesin olarak son kanla tanışmasına sebepte o evde bir silah sesi duyulmuş olmasından. Bunların yaşandığını düşündükçe karanlığa gömülür gibi hissediyorum kendimi ve savaşın dehşetini bir kez daha anlıyorum.

Daha sonra hiçbir zaman öncesine gitmiyor, o ana dönüyorum ve bu sefer “gibi” yok. Yani kendimim ve o gecede; ne istiklal Harbi zamanı ne Balkanlarda yaşanan mezalim zamanı. O gece 01:01:2010 ve saat 00.00… Yani yılbaşı. O gece bulunmuş olduğum biraz varoşvari bir yer olması münasebetiyle kutlamalar böyle yapılıyor. Silahlarla… Hani o dedemi, nenemi öldüren silahlar.. Hani o küçük çocuğu annesinden ayırmayan(!) silahlar. Ne kadar garip ve enteresan bir tablo. Bir zamanlar o tür geceler kan ağlatırken şimdi kutlama cinsinden oluyor. 

Not: Aslına bakılırsan yazının devamında “o medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”a ne kadar alıştığımızı ve kendimizi ne kadar unuttuğumuz konusunda şeyler yazman gerekirdi. Ama yazmıyorum çünkü artık çok klasik ve klişe şeyler oldu bunlar. Yanlış anlamayın ve klişe dememle basite indirgiyorum sanmayın ama tekrarlana tekrarlana insanımızın ruhunda ülfet uyandırdı artık. O yüzden kısa kesiyor ve sadece 3 soruya cevap arıyorum

Biz Kimdik?

Biz Kimiz?

“Kimdik” ile  “kimiz” arasında Nerdeyiz?

Saygılarımla…

 

DİKTATÖRLER ZAMANI

Nasıl, Emir Kusturica’nın Çingeneler Zamanı adlı bir filmi varsa, bazı ülkelerin de ‘diktatörler zamanı’ diye bir geçmişi -veya gerçeği- vardır. Herkesin olduğu gibi diktatörlerin de dolu ve boş olmak üzere iki zamanı bulunur. İki zamanlı basit motorlar gibi olmasa da onlar da ‘bir’ tür zaman ikizlemesi, ikili zaman, düalizm yaşayan canlı organizmadır. Târih bize diktatörlerin zamanlarının çoğunu dolu geçirdiğini söylüyor. Öyle ya, kötülük denen iş boşluk kaldırmaz! Hamurlarının ne kadar su kaldıracağını ise, yine zaman gösterecektir. Yâni, zaman diktatör için çok önemlidir. Ve kötülük, onlar için ara sıra yaptıkları bir fiil değil, bir dindir! Kötü olmak, kötülük yapmakla yetinmemiş, bizzat kötülüğü din eylemişlerdir. Bu dinin tanrısı kendileridir. Her diktatörün kalın ciltli ve dininin umdelerini vâz eden bir kitabı vardır. Gariptir ama, hemen hepsi tek bir kalın kitap telif etmekle yetinmiştir. Çok kitaplı diktatör yoktur; çünkü, kendileri ‘her dinin bir kitabı olur’ düsturundan haberlidir. Tek kitap tespiti, bizi yanıltmamalıdır; kendilerinin tek ama, kendileriyle ilgili sayısız kitap basılmıştır; basılmaktadır. Kitap telifi, ölümlerinden sonra da devam eder. Bunun da bir adet şartı vardır: Kendisine tapınma kurumlaşmış olmalıdır. Yoksa, bu işi zavallı gönüllüler sürdürmek zorunda kalacaktır. Bu tür kitapların hangisinin kaçıncı baskı olduğunu belirlemek, iktibas ve intihâl trafiğini tâkipten âciz kalınır. Resim, rölyef, büst, heykel işi ise, sektör bazında kurumlaşmıştır.

Çok azı dışında bütün diktatörlerin doğum günleri bellidir ve ‘iyi’ kutlanır. İstek ve ihtiyaca göre pek çok anma ve kutlama günü belirlenmiştir. Zafersiz, özellikle savaşsız (kahramanlıksız!) bir diktatör -tabiatı gereği- düşünülemeyeceği için, hepsi mutlaka savaşmış, târifsiz yiğitlik göstermiş ve zafere ulaşmış kişilerdir. Ama, çok mütevâzı olduklarından, zaferin kutlanma işini pek sevdikleri halka bırakırlar; hattâ bunu bedelsiz bir lütuf olarak sunarlar. Bu armağan, kutlamakla tükenmez bir hazinedir! Ama hazinenin bulunduğu yer -masallardakini andıran- namlu, palet ve postal görünümlü türlü canavarla çevrilidir. Elbette, her şey tören ve halkın güvenliği adınadır!

Diktatörlerin boş durmadığı zamanları pek dolu geçer. Herkes tarafından ve mecbûren ezbere bilinen, zaferlerle dolu bir hayat hikâyeleri vardır. Orta boy kaleyi andıran bir köşkte otururlar. Viski, votka, tekila veya rakıdan sızılmış, sabah geç kalkılmış olur. Yatak arkadaşının mahmûr uykusu sürerken, o kalkar tıraşını olur veya yaptırır. Birkaç kapı ötede susta duran adanmış, sâdık bendeler (scuritita) kuşsütü eksiksiz sofraya buyurmasını beklemede... Yakın korumalar ya aşîretten ya da ideolojik kaynaktan gelen seçme kâtillerdir. Standart sabah makyajından sonra, sıradaki en önemli figür ‘ayna’dır. Üniformasını giydiren uşağın çıkışıyla, her sabah yaptığı gibi aynaya yönelir ve kendisine bakar. Bak bak; bitmez... Yaşına göre hâlâ yakışıklıdır; becerikli terziler göbeğini gizleyen iyi dikiş çıkarmıştır. Aynada kendinden çok ‘güç’ü seyreder. Bir ân için tanrılığından emin olur; içi de narsist dürtüyle ‘bi hoş’ olur. Yeterli bulduğunda aynadan ayrılır; günlük biat ve perestijleri kabûle hazırdır; çıkar. Güneş onunla doğmuştur; kendisi bizzat güneştir. Bütün gün sunulan saygıları -lütfen- kabul buyurur. Gündemde ‘balkon’ varsa, o gün daha önemli geçecektir. Sık olmayan aralıklarla balkonda görünmeyi sever. Özgürlük meydanında toplanmış sevgili halkı -ülke nüfusuna göre on bin, yüz bin kişi olarak- bilinen sloganlarla onu yüceltecektir. Balkon, bir lütuftur. Madalyaları -ki, hepsi kendine yine kendisi tarafından verilmiştir- apoletleri, çizme veya rugan patileri pırıl pırıldır. Her cümlesi vecîze kabîlinden atılan nutuklar ve alkış... Hiç durmayan, gittikçe yoğunlaşan alkışlar... Türlü tatminle geçen sıradan gün sona erdiğinde, verilen gerdan parti ve akşam sofrası kendisinin seçkin eylediği dâvetlilerle donanmış olarak onu bekler; öğlen yemeği önemli değildir! Coğrafya ya da damak zevkine göre sâbitleşmiş viski, votka, tekila ve rakı; dahi bitmeyen ama bıkkınlık da getirmeyen perestij, ululama, tapınma...

En iyi zaman dolu geçendir; boş olanı ise, tam bir işkence! Bu formül halka göre düşünüldüğünde, ters orantı denen bir cilveye dönüşür ve ‘iyi’ addedilir. Diktatörün boş zamanı, işkence yapmadığı zaman dilimine tekâbül eder. Evlenme, doğum, yıldönümü vb. gibi istisnâlar, halka -bir nebzecik de olsa- soluk alma fırsatı sunar.

Diktatörlerin boş zamanına geçmeden önce, dolu zamanlarında işledikleri belli işlere bir daha bakalım: Muhâlifleri susturma ve imhâ; yola gelmekte direnen câhil halkı ehlileştirme; bol bol yasa çıkarma ve yönetmelik yayınlama; normal enflasyon yanında at başı giden tören ve kutlama enflasyonu; bol sıfırlı, çok renkli ‘kağıt’ paralar; sık sık iç ve dış düşmanlardan bahsetme; istikrarsızlaştırma; her fırsatta ülkenin istikrâra ihtiyacı olduğunu hatırlatma; birlik ve beraberliğin erdemini dile getirme... Korku, endîşe, panik, şüphe, tedirginlik, tâkip, fişleme, güvenlik soruşturması; istihbârât... Hapisâne, dârağaçları, gözaltılar, tuhaf kazâlar, tesâdüfler, kaybolmalar, fâil-i mechûller... Kimliği belirsiz hedefler; iç, dış ve görünmez düşmanlar; sûikast beklentisi... Korumalar, zırhlı arabalar... (En önemli mesele şahsî güvenliktir). İsviçre bankalarına aktarılan milyon dolarlar... Sistemli fakirleştirme, sistemli câhilleştirme ve sistemli baskı... Mutlaka rakipleri vardır; rakipsiz, muhâlifsiz yaşayamazlar. Rakip, bazen bir kişi veya grup, kimi zaman da bütün halktır. Bu tablo tam bir korku imparatorluğu manzarasıdır.

‘Diktatörler boş zamanlarında ne yapar’ sorusu  târihî, sosyal ve teknolojik değeri olan bir merak sonucu üretilmiştir. Cevabı ise -şaşılacak ölçüde- şaşırtıcıdır: Evet, aklı başında diktatörler boş zamanlarında ‘teknoloji’ üretir!

Standart diktatör tanımına uymakla mâruf Hitler, Stalin, Mussolini, Franco ve Solazar boş zamanlarında -gerçekten- sosyal ve teknolojik yeniliğin de öncü motoru olmuştur. Gariptir, onlar zamanlarına göre ileri olan bu standardı mazlum halkla paylaşmıştır. Stalin, köyden köye gidişi bile pasaporta bağlayan, dahi kırk milyon mazlumun kanına giren –ki, otuz milyonu Müslümandır- hatırı sayılır bir diktatör olmasına rağmen, zulmettiği halka akıllara ziyan lütuflarda bulunmuştur. Uçak inebilecek genişlikte caddeler, kamyon geçecek ölçüde kanalizasyon sistemi; otoyollar, metro, havayolu trafiği, uzay teknolojisi; bedava elektrik, su, havagazı, iletişim vs. Hitler’in seçkin gıda politikası, her âileye bir araba, yüzyıl sonra bile hizmet veren altyapı; iş ve üretim imkanlarının sınırını zorlayıcı sanâyileşme faaliyetleri de kayda değer... İçlerinden Franco, haylazlığıyla eksi puan toplarken, Solazar’ın ‘3F’formülü diktatörler terminolojisinde seçkin bir yer edinmiştir.

Çizgi üstü diktatör örneği için yukarıda anılanlar yeterlidir. Ya çizgi altında kalanlar; boş zamanlarında kölelere bir şey vermeyenler; sadece işkence ve balkon bülbülü, nutuk canbazı olma seviyesini aşamayanlar? Onlar, mevcut diktatör geleneği için tam bir yüzkarasıdır. Bol bol rakı sofrası kurmuş, çaldıklarını istiflemiş, yurt içi geziye çıkmış (Yurt dışına pek çıkamazlar. Çünkü, koltuklarını rakip diktatör adayına kaptırma riski vardır), elişi sergisi türünden açılışlara katılmış; kimisi de yetmişinden sonra ressamlığa, karpuz ve hıyar yetiştiriciliğine özenmiştir.

TC diktatör geleneği yönünden şanssız ve dahi bahtsız bir ülke olarak literatüre geçmiş bulunuyor. Gardrop, şapka, takke, şalvar, çorap, başörtüsü; saç, sakal, bıyık, perçem seviyesinde ortaya koyduğu düşük performansla, sıralamaya alınmayı bile hak etmiyor (Bu yönüyle, belki uluslararası terzi ve berberler dayanışma derneğinin ilgisini çekebilir). TC’nin daha işin başında diskalifiye olmak gibi bir tâlihsizliği yaşaması içler acısıdır. Ama mûtad zulüm, dinsizlik dayatması ve cana kıyma yönünden değerlendirildiğinde, emsallerini bile hayrette bırakacak bir standartın da biricik örneğidir.

Ve metin Erksan’ın Sevmek Zamanı, kısa Yeşilçam tarihinin en iyi filmi olmayı  sürdürüyor. Biz de -3o misâl- usanmadan sevgi çağ(lar)ını özlüyoruz.

Hep söylüyoruz; bizim yerli diktatörler boş zamanlarını -ne yazık- boşa geçirmiştir. Onlarca kara yıl yaşamamızın kara bahtlı oluşumuzla olan ilgisi de yeniden incelenmelidir. Evet, boş zamanlarda sadece rakı içmekle işler yürümüyor; votka veya tekila denenmeli!

 

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

KORKAKLIĞIM…

Osmanlı tokat atmıyordu er evlada ki, korku nedir bilmesin Allah’tan gayrisinden… Annem, komşunun oğlu gibi sigara içerim, diye beni korkuttu. Babam filan memleketlinin sahtekâr olma ihtimali üzerine mavallar okudu kulağıma. Dedemin bile beni korkuttuğu şeyler vardı. Ninem cinlerden anlatırdı.

Korku nedir, öğrettiler bana. Oysa peygamberim, insanların en vahşisinin yanına kırk defa gitmişti. Nardan yaratılan cinler rahlesine oturmuştu mesela. Koylu anlatmıştı…

Hastalanmaktan korkuyorum simdi. Yeterince hastayım çünkü. Eyüp Peygamberin dışına sızmıştı yaraları. Benim iltihaplarım bir yol bulup, kalbime aktı. Yaralarımın kansere dönmesinden korkmuyorum…

Çok yorulup, buz kesmiş karanlık kimsesiz bir çıkmaz sokakta yığılıp kalmaktan korkuyorum. Kimsesiz olup, cenazemde alkışlanmamaktan, gözlüklü siyah giymiş kodamanların son yolculuğuma katılmamalarından korkuyorum.

On lira fazladan verip parasız kalmaktan korkuyorum. Afrika’nın, Basra’nın, Semerkand’ın bana soracağı hesaplardan korkmuyorum.

Düşünmekten, bir adim ötesini fikretmekten korkuyorum. Başımın çok ağrıyacağından, migrenimin azması ihtimalinden korkuyorum… “Ne kadar az düşünüyorsunuz!” hitabını üstüme alıyor ve halimde ikrarımı tazeliyorum…

Öteleri hayal etmekten korkuyorum. Yarın sabaha dair planlarımı köşelere not ediyorum. Nefsimin bana yaptığı namussuzlukların hesabini sormaktan, çok ağlarım diye şiddetle kaçıyorum.

Aç kalmaktan, vücudumun asgari yağ seviyesini koruyamamaktan korkuyorum. Orucun akademik çalışmalarıma vereceği zararlara dair, iman tazeliyorum. Oruçsuzluğun sebep olduğu ahmaklığımdan korkmuyorum…

Züleyha’nın beni terk edip gitmesinden korkuyorum. Allah aşkının içimden çekilip gitmesinden korkmuyorum…

Bunlardan bahsedip, günahımın ifşa edilip yayılmasından korkmuyorum. Papazlara olmasa da eşime dostuma günah çıkarmayı tevazumun bir parçası olarak sayıyorum.

Gölgeler ışığım oldu yine. Gölgelerden, küfranı, harami hayatımdan korkmuyorum.

Bütün bu korkuların ve korkusuzlukların sebep olacağı ayaz ve karanlığın bir gün toplanıp, kıyamet olup, başıma kopmasından korkuyorum.

İşte bu benim, yitik erkekliğim… Bıyık bırakırsam yeniden, belki korkularımı biraz daha saklayabilirim…

Korkulu, korkusuz bir gecenin mahsulüdür.

Ali Kılıç


     Ali Kılıç'ın Eski Yazıları

SUSMAK ÇARE OLMADI...  

Suskunluk da çare mi bilemedim. Hep susunca, bilmesinler istediklerimi de söylemiş oldum. Asıl bilmeleri gerekenleri de yuttum. Tanıdıkları ben, ne tanımalarını istediğim bendi, ne de gerçekte olduğum ben… Olmadı, susmak da çare olmadı.

Varoluş amacım ‘ben’imi tanıtmak değildi, evet. Ama ‘ben’imin içinde barındırdığım dünyanın, ‘ben’ce en doğru tanımını paylaşmaktı. Doğrular görecelidir. Ama insanca yaşamak; ortak bir doğru paylaşmaktır, kimsenin kanını akıtmayan, ruhunu acıtmayan bir doğru.  

Doğru kavramları bulup hayatımı onlarla sürdürmekti amacım. Ve belki bilinip de söylenmeyen, söylenmediği için fark edilemeyen gerçeklerin doğru olup olmadığını düşünmeye fırsat oluşturmamaktı söylememek. Övündüğümüz milliyetçiliğimizin tanımının ne olduğunu söylememek, faşist çocuklar doğurdu.

Yaptığımız şeyin gerçek adının ne olduğunu söylemediğimiz sürece, -bizde pozitif duygular uyandıran kelimelerle anlattıkları sürece- biz gerçeğin üstüne simli kâğıtlar yapıştırdık ve gerçeği doğru sandık. Olmadı, susmak da çare olmadı.

Ayak uydurmak güç, hızla değişen şeylere. Ama ne kadar kolay ayak uydurduk hızla bozulan insanlığa. Konuşan birileri var diye susmak, saygıydı erdemdi. İnsan yüceliğini sarsan şeyler söylemeye başladı birileri. Kalkıp alkışlamadık ama sustuk, konuşan birileri var diye sustuk. Saygıdan mıydı? Yoksa konuşmak mı zordu? Susmak tepki miydi? Tepkiyse bile bağıra bağıra ‘insan’ı yerlere çalanların yanında, pek sessiz bir tepkiydi... Olmadı, susmak çare olmadı.

Hayatlar örnek aldık. En yakınımızdaki komşumuzun hayatını örnek aldık. Değerlerimiz farklıydı. Yaşam amacımız farklıydı. Ama kendi prensiplerimize uygun, özgün bir hayat çizmek zordu. Amacımıza uymayan hayat tarzlarının adını değiştirdik, isimleri prensiplerimize uydurduk, ama aynı hayatları yaşadık. Medeniyet kelimesini sevdik, kabullenemeyeceğimiz durumlara medeniyet dedik, dünyamıza sığdırdık.

Başkalarının hayatlarını kendi cümlelerimizle yaşadık. Şu küresel dünyada, batıdan doğuya, herkesin yaşadığı hayat hemen hemen aynı. Ama kelimelere döküldüğünde, batılı farklı anlatır doğulu farklı. Sorsanız hepimiz bambaşka hayatlar yaşıyoruz. *Ama onlar diktatör, kadınların özgürce soyunmalarına engel oldular, deyip giyinmelerini yasakladık. *Ama onlar ırkçı, siyahlara yaptıklarına bak, deyip birbirlerine Kürt diye hakaret ederlerken bir ülkede; bir başkasında da ‘Türk müsün oğlum!’ en büyük hakaretlerdendi.

Ve orda da ırkçı deyip ayıpladılar siyahlara yapılanları. Düşündüğünüz bir örnek de; klavyenin başındaki kız ise, hala insanları anlatırken renkleri kullanıyor, ırkçı olmadığını iddia ederken, diye; işte söylenmeyen gerçeklik bu. Kürt’e Kürt denir, Türk’e Türk, çingeneye çingene, siyaha siyah, beyaza beyaz!

Ama biz alıştık ya aynı hayatını kendi cümlelerimizle yaşamaya, kibarlık edip kendimizce, Kürt demeyiz. Önemli olan Türk hissetmektir deriz, Kürt doğduğun için üzülme hadi sen de Türksün, Türksün; dercesine. Aklımızca Türk olmayanları aşağılamamak için. Mühim olan kelimelerdir. Aynı hayatı ne kadar doğru kelimelerle anlatırsan, o kadar doğru bir hayatın olur (!)

Başkalarının hayatlarını kendi cümlelerimizle yasıyoruz. Yeni bir karar aldım, o bilinen cümlelerle kendi hayatimi yaşamak istiyorum. Tanıdık cümleler görüp, siyah dedi, diyebilirler, ama ne hissettiğimi bilmezler. Çünkü sustum, tepkiydi. Ama olmadı, susmak çare olmadı...

Huriye Tak

SEMBOLLER

 Bir çok yerde hayatımızı kolaylaştırdı.  Uzunca bir işleme X dedik. Emre’nin kalemlerini hesaplarken kalemlere ‘a’ dedik. Matematikte, fizikte, kimyada X,Z,β,α,∞  gerçekten işimize yaradı. Baktık ki kolay oluyor, abarttık.

 

‘Ben’ ve ‘benim doğrularım’dan çıkmadan; karşıdaki insanı karşıdan kaldırıp onun yanında olmadan çözülmesi çok zor olan ‘insan’la ilişkilerde de uyguladık bunu.

Önce insanları gruplara ayırdık.

Benzer yönleriyle değil, bizden farklı neleri varsa, onları kullandık.

Kızlar-erkekler dedik, küçükler-büyükler dedik. Sonra ayırdığımız o gruplara semboller yükledik.

A, B, C kümesi dedik.

Ardından kümenin tanımı geldi. A={ solcular }, B={ sağcılar }, C={kürtler}, D={aleviler}...

Ve kümeden yanlış yapan birini görünce,birden o özellik kümenin özelliği oldu. Kümenin özelliği içindeki her eleman için doğrudur dedik. Ve bir kişinin hatasını önce genelledik,sonra hatayı tek tek grubun içindeki her bireye yapıştırdık. Ve insan, dolayısıyla da hayat artık ne kadar kolaydı (!)

Kendi kendimize uydurduğumuz dar kalıplara, kümelere hapsolduk. Sonra da özgürlüğü hep birilerinden istedik. Kimse de bizi kendi hapishanemizden kurtaramadı, çünkü hapisanenin sahibi ‘ben’dim  ve son sözü ben söylerdim.

İlle de sembolleştirip kümelere ayıracaksak işleri kolaylaştırmak için, tek bir küme çizmeliydik: evrensel küme, E kümesi. Ve içine ‘biz’ i koymalıydık...

Huriye Tak

Online dergiler Online dergiler