Masumiyetin beyaz örtüsüne sarmalanıp, annene sarıldığın ilk saatlerde, izlemiştim seni saniyelerce.

İnsan neden ağlar ki mutluyken? Veya neşeli gibi görünür, dudaklarını ısırırken? ‘Gözyaşı’ birleşik bir kelimeyken; esirger yaşını, kupkuru gözlerinden.

Senden ayırıp bakışlarımı, sana bakakalmış babana baktım.

Geniş omuzları, dört kiloluk bir sorumluluğun varlığıyla düşmüş ve güçlü yüz ifadesi “bir saniye, bu bebek şimdi bizim mi?” sorusunun düşünceli gölgesine bürünmüştü.

Ancak gözlerinin rengi, tebessüm tuvalinin pastel tonlarında, annenin mutluluktan büyümüş gözbebekleri ile aynı cümleyi kuruyordu:“Hoş geldin Yusuf, sefalar getirdin…”

TEKNOLOJİYLE DANS

Türk halkını teknolojiyle tanıştıranlar asla ve kat’â aydınlar değildir; TC’nin böyle bir tanıtım ve tanıştırma işini yapması ise, tabiatı icabı(!) düşünülemez bile. ‘Ya kimdir?’ denirse, bunun cevabı, ‘Alamancı işçiler’ olarak tarihe geçmiş bulunuyor. Hacı dede ve ninelerimizin hakkını da teslim etmeden geçersek, insafsızlık etmiş oluruz. Onların durumuna aşağıda -kısaca- temas edeceğiz.

 Yukarıdaki tespite yönelecek ‘Bu nasıl cevap?’ sorusu, ne güzel tepkidir öyle!

TC’ye teknoloji transferi devlet ve onun sâdık bendesi statükocu aydınlara rağmen gerçekleşmiştir. Adı geçen suçlular, teknoloji üretmemekle birlikte, onun transferini de engelleyerek, suç tanımına yeni açılımlar kazandırmış bulunuyor. Geçen yüzyılı sistemli câhilleştirme, sistemli fakirleştirme ve sistemli baskıyla geçiren Türk halkı, yine geçen yüzyılın son çeyreğine girilen zaman diliminde bu cendereyi yırtma fırsatı yakaladı. Halk aslında bırakın fırsat peşinde koşmayı, dünyada fırsat diye bir şeyin varlığından bile habersizdi. Bunu ona zamana bağlı âmiller sundu. TC’de yaşayıp gününü bekleyerek, değişim ve dönüşüm ummak mümkün değildi. Onlar da farkında olmadan ‘kaçtı’! Kaçarak, teknoloji, bilgi ve ‘özgürlük’e ulaştılar. Sıralamadaki bilgi maddesine yapılacak îtirazı anlayışla karşılayacağımızı belirtmeliyim. İşin Türkçesi, onlar sadece insanlığa geçiş yaptı!

Alamancı işçiler öncesi TC uyruklular için ‘dışarı’ tanımı yoktu; dış dünyayı -yâni özgür dünyayı- onlar sâyesinde tanıdık. Komünist Rusya’nın mazlum halk(lar)ı dışarı ile temâsı sporcu, müzik ve dansçılarla kurabiliyor; şanslı olanlar dışarı çıkma fırsatı yakaladıklarında özgür dünyaya iltica ediyordu. TC nüfusuna kayıtlı insanlarda iltica geleneği ortaya çıkmadı (İrtica bile rejime karşı cılız tepkilerin adı olarak bugünlere erdi). Bunun yerine dışarıya işçi olarak gitmek, aynı işlevi gördü. O dönemin zavallı Rus halkı dışarıyı, ülkeye geri dönme tâlihsizliği yaşayanlardan; biz ise Alamancı işçilerden öğrendik.

 İşin hikâyesi şöyledir:

Bırakın İstanbul’u, kasabasını bile tanıması -fiilen- yasak[1] orta yaş köylü kardeşimiz, bir tür ışınlama ile Deuscland’a; Berlin, Hamburg ve Münih’e gitti. Hem de uçakla! Eşekten başka bir binitle teması olmamış bu kişiler, ülkenin seçkinlerini dahi atlatarak uçağa biniyor, yurt dışına çıkıyor, ileri bir ülkenin göbeğine iniyordu. Bizce bu, çağın en önemli olayıdır. Bütün bunlar olurken rejimin seçkinlerinin çoğu henüz yurt dışını tanımıyor, uçağa binemiyor; tv seyredemiyor, kasetçalar dinleyemiyor bir konumda idi. Çünkü, TC’de tv yayını yok idi! Onun için Koç Holding, Genkur, Cumbaşkanı vb. gibilerin durumu, Alamancı işçiye göre içler acısıydı. Biz buna ‘gardiyan kompleksi’ diyoruz. Sırf mahkumlar eziyet çeksin diye kendisi de aynı şartlara katlanan gardiyanla, bizim sapkın devlet adamı tipi arasında birebir benzerlik vardır. Türk halkı teknolojiyle -özellikle iletişim- temas kuramasın diye, kendileri de yüzyıl sonuna kadar teknolojiden yararlanmama gibi sapkın bir yolu politik tercih olarak benimsediler. Doksanlı yıllara kadar halkın telsiz kullanması yasaktı; elinde radyo bulunduranlar, her yıl verici eklemediklerini ispat için devlet kapısında sıraya girerdi.

Yukarıda anılan zevât, ilk mektep seviyesinde ‘yerli malı yurdun malı; her türk onu kullanmalı’ türü tekerlemelerle, siyâsî geviş katsayısını arttırmaya çalışıyordu. Tabiî, bu kadar basit değil; işin içinde ‘ithâl ikâmesi’ işi vardı ve ayrıca her iş(lerin)in temel sâiki bizden nefret etmeleriydi. İthâl ikâmesi, yerli üretimi yapılan eşyanın ithâlinin yasaklanması demekti ve dikta rejimlerin biricik ekonomik önlemiydi! Yerli üretim dedikleri ise, montaja dayalı, sınırsız sübvansiyonla desteklenen birkaç parababasının halkı sömürü gayretiydi... Ayrıca TPKK (Türk parasını koruma kanunu) vardı; üzerinde bir dolar bile yakalatan hapse tıkılırdı. Bu durum 24 Ocak kararlarıyla değişmiş ve serbest piyasa ekonomisine (liberalizm) geçilmiştir. Sistem bilgisayar ve internet kullanımını yasaklama konusunda ‘gâfil’ avlanmıştır. Bugün için buna teşebbüs etmesi de pek imkansız görünüyor.[2] Artık, sıradan birisiyle ülkenin seçkinleri aynı marka bilgisayar ve cep telefonunu kullanıyor. Yâni, ne kadar kudursalar azdır!

Alamancı işçimiz bir yıl içinde elektrik, telefon, süpermarket, yürüyen merdiven, metro, tv, kasetçalar, sürücü belgesi ve kendi malı arabayla tanıştı. Bir yıllık sürede asla ‘candırma’ya rastlamadı, karakola çekilmedi, nezârete atılıp işkence görmedi; dinine sövülmedi, namaz kılıp oruç tuttuğu için işini kaybetme tehlikesi yaşamadı. Bir yıl boyunca insan gibi insan sayıldı.

Sonra, ‘izin’ denilen bir lüksle tanıştı. Arabanın bagajını çoluğu çocuğu, eşi dostu için türlü hediyeyle doldurdu; cüzdanı da mark ile dolu olduğundan, epey şişkinceydi. Döndüğünde köyün -hattâ kasabasının- en zengini olarak karşılanacaktı. Pilli araba, ağlayan bebek, naylon çorap, gömlek, giysi; kasetçalar, radyo; kutu kutu kıçı pamuklu cigara dolu araba Kapıkule’ye ulaştı. Kötü şöhretli gümrük memurlarına, içine beş-on mark iliştirilmiş pasaportunu uzattı ve kutsal vatan toprağına ayak bastı. Otobandan çıkıp şehre ulaşmak biraz zor oldu. Köye ermek ermek pek mümkün görünmüyordu. Çünkü, mevcut rejim Türk halkının -gün gelip- bir şekilde özel arabaya binebileceğini, köyüne ‘düdük’ler öttürerek girebileceğini, rejimin seçkinlerinin evinde bile bulunmayan malzeme yüklü valizlerle bagaj yapabileceğini vs. hiç hesap etmemiş idi (Araba düdüğü sesi insanlık tarihinin TC ayağı bakımından pek müthiştir. Ters okumayla, Afrika ve Amerika’da duyulan ilk silah sesine tekâbül olarak değerlendirilmelidir). Sistemin bu yoğun teknolojik hediye trafiğini iyi okuyamadığı o kadar belli ki... Galiba, hep hediye seviyesinde kalacağını sanmışlardı. Oysa, ‘sirâyet’ diye nitelenen ve çabuk yayılmasıyla ünlü bulaşıcı olguyu fark edemediler.

Hacı dede ve ninelere gelince... Onlar da aynı zaman diliminde güney sınırından zemzem bidonu ve misvak desteleri yanında teknolojik nîmetlerin ‘câhil’ halka transferiyle meşguldü. Bi’t-tabii, rüşvet mukabili!

İkinci büyük savaş sonrası hurdaya çıkmış kaymakam veya pırpırlı cipinden başka motorlu vasıta görmemiş Türk köylüsü, Alamancı işçi sâyesinde neler gördü neler... Alamancı işçinin bindiği araba mersedes, audi, bmw vb. marka iken, TC C.başkanı altmış model ford’a tâlim ediyordu (‘fortçuluk’ deyiminin bu gerçekle bir ilgisinin bulunmadığını belirtmek, bir insanlık borcudur; onun için burada ez-cümle îfâ edilmiş oldu).

İşte, bizim dışarıyla temâsımız ve teknolojiyle dansımız! Ne yazık, ‘öyle saf ve öyle temiz’ bir hikâye değil. Türk halkı, yetmişli yıllarda Ankara ve onun son kelaynağı oynayan zihin sapkınlığını böyle kırıp geçti.

Osman Kibar

 

 


 [1] Sistemin asr-ı saâdetinden ellili yıllara kadar köylülerin Ankara caddelerinde dolaşması ilbay (vâli) genelgesiyle yasaklanmıştı.

 [2] Son bir iki yıl, eski kafa birkaç okul müdürü internet kafelerde öğrenci avına çıkmış, işkencecilik yaptığı yılların özlemiyle kıvranan yine birkaç emniyet müdürü kafelerden topladığı sabî sübyanı nezârete atmıştı. Ama arkası gelmedi; muhtemelen yaptıklarından utanmışlardı! Eskiden halkın teknolojiyle buluşmasını engellemek için rejimin özüne uygun yasalar çıkarırken, şimdi teknoloji karşısında utançla yüzyüze kalmış bulunuyorlar.

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

YALIN

Çokluğun yalın halinden uzakta...

Çok değil kalabalığız. Yalın değil çıplağız. Çokluğun yalın halinden epeyce 
uzaktayız. Ellerimiz kirli. Ellerimizi altına tuttuğumuz sular kirli. Ellerimizi yıkamak isterken kirletiyoruz en çok.

Dışımızın karanlığından içimiz sıkılıyor. Ama aynı içimiz, hiç sıkılmıyor içimizin karanlığından. Bir şeyleri anlatamıyorsak, bu daha çok, o şeyleri anlamak istemediğimizden oluyor.

Anlamlı olana ulaşmak için konuşmuyoruz çoğu zaman. Hayatın ağır katarını itelemek sadece derdimiz.

Aynalara ihtiyacımız kalmadı. Çünkü baktığımız bütün yüzler, bir anlamda bizim yüzümüz.

Çocuklarımıza sinirleniyoruz. Çünkü onlar cesaretle konuşmayı sürdürdükçe, bizim yaşamazlığımız gizlenemez hale geliyor.

Ölümden neden korktuğumuzu açıklayacak birçok neden bulabiliyoruz. Ama hayatı neden bu kadar tutkuyla sevdiğimizin bir açıklaması yok.

Ne zaman bir suç yüksek sesle dile getirilse, bağırarak masum olduğumuzu söylüyoruz. Oysa masumiyet bir fısıltıdır.

Başardığımızı düşündüğümüz şeylerin çetelesini başkaları ile birlikteyken ayrı, kendi başımızayken ayrı tutuyoruz. İkinci çetele hep daha uzun oluyor.

Kime sorsanız dünyadan umudu kesmiş durumda. Peki neden kimse aynı kesinlikle kendinden umudu kesmiyor?

Pisliğin giyecek tek bir elbisesi olduğuna inanmak istiyoruz. Çünkü bu varsayım, pisliğin başka kılıklarda yanımıza yaklaşmasını mümkün kılıyor.

Her şeyi en kısa zamanda unutmak ümidiyle öğreniyoruz. Her şeyi unutulur ümidiyle söylüyoruz. Seslendirilmemiş bir hafızasızlık andı içmişiz 
aramızda.

Ortaya bir şey koyamayacağımızı bildiğimizden yarını hiç konuşmuyoruz. Hem yarını konuşsak, bugünü de konuşmamız gerekecek.

En karmaşık hesapları bile çözebilecek kadar ilerlettik matematik ilmindeki performansımızı. Ama ruhlarımızdaki hesap ve pazarlıkları göremiyoruz yine de.

Kimse kimseye güvenmiyor aslında. Ve kimsenin kimseye güvenmesi için de pratik bir neden yok ortada!

Hatır sormalar gündelik olağan tekerlemeler olarak çıkıyor ağızlardan. Biri sıra dışı bir cevap verdiğinde, herkesin canı sıkılıyor bu cevaba.

Sevgilerin kalıplara dökülmüş o kadar çok hazır cümlesi sürüldü ki piyasaya, kimse kendi sevgisinin sözcüklerini aramaya ihtiyaç duyamıyor.

Uzun sürmüş bağlılıkların varlığı, neredeyse sadece seçeneksizliklerle 
açıklanabiliyor artık. Oysa asıl seçeneksizlik, hiçbir şeye bağlanamamaktır.

Gerçekte kimsenin günlerini renklendirecek parlaklıkta bir fikri yok. Bu 
yüzden sıradan fikirlere parlaklık kılıfı geçiriliyor mecburen.
Erdemi, erdemsiz ortamlara yakıştırarak kaldırdık tedavülden. Şimdi 
kendimizi erdemsiz ortamlara yakıştırmakta bir sakınca görmüyoruz bu yüzden.

Mağdur değil mağlubuz.

Doğru değil yanlışız.

Gerçeğin yalın halinden epeyce uzaktayız.

Gökhan ÖZCAN

BEKLEMEK, BAŞLARKEN AYRILIK

Mermerin koparttığı derin çığlıklarla sinesine aldığı iri, seri su damlalarının yarattığı buhrandan farksızdır; saatin aşığı, maşuktan ayrı bıraktığı her saniye. Bir ömür değil, bin ömrü olsa onu beklemekten geri düşmez gönül.

Gönül, ondan ayrı; o gönülden gayri düşünülemez. Onu sevmek en şanslı olmak, onu beklemek yolda olmaktır.

Sadece beklemek...

Ötesi aşka cevap aramak, karşılık bulmaya çalışmaktır. Meşkin feyzini bilememektir. Aşkın kudretini göremeyip yoldan çıkmaya sebeptir. Ask, nefse terbiye; insana misal-i harbiye, dünyaya rahmet-i ilahiyedir. Harbin yararı olgunlaşmaksa firarin zararı çürümektir.

Ufuktaki sevgili güneşe doğru olan bu olgunlaşma yolculuğu dağ taş, dere tepe dinlemez uzar da uzar. Aşığın mantığı o simadan başkasına çalışmaz olur. O sima ki; tepede, uzaktayken çok parıltılıdır, kadrini kavramaya yetmez gözler ama yakınlaşıp görünür hale gelmeye başlayınca yavaş yavaş guruba doğru, o fevkalade manzara, nefes almayı bile unutturur aşığa.

Bir tul-ü emel gibi daldıkça dalmak ister o derin deryaya. Bakınca ona fark edemez cennetin nerde bitip dünyanın nerde başladığını. Alamaz kendini o mey denizinden. Fakat acizdir aşık, dünya dönmektedir her şeye rağmen ayaklarının altından.

Dönen saatlerin ardından sevgiliyi usul usul içine çeken ve sonunda onu tamamen yutan bir dağla uyanır uykusundan. Bu aşığın maşukuyla yokluk sınavıdır. Aşık-i kavi kendine gelir hemen, atar kendini dağın sarp yamaçlarına.

Maşukun hayali, güçlü gelir kayalıkların keskinliğinden. O an-i ebediyi bir daha yasamak için, hayali doruklardır. Yüceler yücesini, en yüceye varamadan göremez.

Bu vuslat arzusunu, karşısına engel değil yanına güç olarak almayı bilmiş, aşmıştır yüce dağı bir an geri durmadan.

Doruklar... Doruklar sevgilinin guruba kaymasına engel olamamış, ona geri verememişlerdir pak yüzlü güzeller güzelini.

 

Giden her sevgilinin arkasından,

Bir kuru kızıllık, sineye dolan.

Yoldaş, yok bu derde dünyada derman

Firakın olur bu tendeki hüsran...

Agâh Çetinkaya

 

Paylaş


     Agah Çetinkaya’nın Eski Yazıları

‘SİSTEM’Lİ NEFRET 

Nefret, sevginin zıdtı olarak beliren bir tutum ve durumun adıdır. Nefret -bize- sanki iblisin Hazret-i Âdem’e duyduğu kinden miras kalmış bir sapkınlık gibidir!Her şey zıdtıyla bilinir; sevgi olmasa nefreti tanımlayamazdık. Keşke, nefret hep bir tanım olarak kalsaydı...  Buna iki türlü îtiraz edilebilir. Oluş yönüyle tabiîliğin illeti yukarıda verildi. Öyleyse tutum, duruş, davranış ve bunların hayata yansıması üzerinde durmak gerekecek. Tabiî nefret unsurlarını, bu tartışmanın dışına taşımak istiyoruz. Konumuz, insanlar arası ilişki yönünü anlamaya çalışmak olacak.

Ya biz nefret ederiz ya da bizden nefret edilir. Eğer insan üzerine konuşuyorsak, bunun bir de telafi mekanizması olması beklenir. Sevgiden gelen, ihtiyaç veya mecburiyetten doğan, çoğu kere de üçüncü kişilerin araya girmesiyle gerçekleşen ve barışma denilen olgu en tanınmış telâfi yoludur. Bir ömür süren nefret ve dargınlıkların varlığı bir gerçektir. Ama dargınlık ve küçük kırgınlıklar, hoşgörü ve af gibi sonuç üreten bir süreçle ortadan kaldırılabilir. Bir istisnâ olarak, hayatını nefret üzerine kuranlar da görülür. Bu bir sapmadır; kişi çevresine kötülük saçmakla kalmaz, kendine de eziyet eder. Kendinden nefretin ayrı rûhî mekanizması olmakla birlikte, kişi ürettiği nefret denizinde boğulma durumundadır.

Her davranışta olduğu gibi nefrette de sebep sonuç ilişkisinden söz edilebilir. Bu durum -daha çok- kendimizi haklı gösterme ihtiyacıyla ilgilidir.

Bazen hiçbir sebep olmaksızın, başkalarına bizim ‘var’lığımız nefret için yeterli sebeptir. Bu noktada sözde aydınlar ve sistemin bizden -Türk halkından- niye nefret ettiği sorusuna uygun cevap(lar) arayabiliriz.

Bizden nefretin -onlara göre- birçok sebebi vardır. Ama, ilk ve en önemlisi bizim Türk ve Müslüman oluşumuzdur (Bir dostumuzun ifadesiyle, onların gözünde köpek eniği kadar değerimiz yoktur). Kendileri de -her nasılsa-Türk(!) olduğundan, bazen bu unsuru ihmâl edip nefretlerinin özellikle İslâmiyete yoğunlaştığı gözlenebilir. Ebu-cehil ve şürekâsı da Allah Rasûlü’nden -Araplık dışında- aynı sebeple nefret etmişti. Bu açıdan Allah Rasûlü ile aynı kaderi paylaştığımız söylenebilir (Keşke, bütün hayatımız benzeseydi). Yine bu yönüyle, tarihin tekerrür ettiğini bildiren sözdeki hikmet fark edilir hale geliyor.

TC’nin geçen yüzyıl boyunca uyguladığı kötülük üzerine kurulu politikalara bakılırsa, bunun basit zulüm tanımının dışında başka anlam(lar) ve köklü bir birikim içerdiği anlaşılır. Çünkü, yaşananlar standart intikam ve hesaplaşma çerçevesi dışına taşmış bulunuyor. Bu türlü bir sendromu -doğrusu- klasik düşmanımız olan küffârdan beklerdik. İçimizden çıktıklarına göre, bizde veya geçmişimizde bir ‘bozukluk’ aramak, düşebileceğimiz ilk şeytanî tuzaktır. Hayır; biz temizdik, iyiydik; hakkı temsil durumundaydık. Onların kötülüğü ve kötü tercihlerinden sorumlu değiliz. Onlar mayasının hükmünü icrâ ediyor; iblis de öyle… Dünyanın zembereği böyle kurulmuş! Belki, meşhur hoşgörü ve herkesi kendimiz gibi sanma saflığımızdan bahsedilebilir; ama bu, mevcut kötülüğün ölçülerine bakınca, pek mâsum bir aldanma olmaya mahkumdur. ‘Lâyık olunduğu gibi yönetilme’ uyarısı ise, bu tablonun dışındadır ve değişik bir ‘durum’a delâlet eder. Yâni, bazı şerler bizzat şerdir; her şerden hayır doğmayabilir!

Eskiden bizden de kötü çıkardı veya kendimiz kötülük ederdik; hâlen öyledir. Ama bu şahsî ve geçiciydi. Yine bazen, kötülerin sayısıyla birlikte yaptıkları da katlanılmaz ölçülere varırdı. Bu da geçiciydi. Ne zaman ki, kötülük ve onun sâiki nefret kurumlaştı, âhir zaman fitnesiyle tanışmış olduk. Bu, gerçekten zor bir sınavdır.

Mevcut kötülük çok güçlü bir nefrete dayanmadıkça, bu derece etkili ve kalıcı olamazdı. Bilinen hoşgörü ve sevgi dünyamızın onlardan kurtulmaya yetmeyeceği belliydi, karşımızda değişik bir düşman vardı. Ve biz, bekledik...

Bekleyiş, tahammül sınırlarını zorlamasına rağmen -hâlâ- sürmektedir. Biz, bu tür bir bekleyişin sonuç vermediğini ve hemen terk edilmesi gerektiğini söylüyoruz. Hayır; mevcut kötülüğün panzehiri iyilik ve sevgi değildir! Ona en iyi cevap kendinden daha üstün bir nefret olmalıdır. Bunun reçetesi ise Kur’an’da apaçık bildirilmiştir: Allah rızâsı için nefret! Evet, nefret Allah rızâsı için olursa meşrû ve saygıdeğerdir.

Kimileri bazen şahsî kâbiliyetle elde ettiği kısmî rahatlığı, sistemin erdem(!) ve güvenirliğine delil diye sunar. Bu tutum, kendine pislikte boncuk arama sapkınlığında benzerlik arayabilir! Şahsî kâbiliyet zekâ, bilgi, konum, şans, para, sosyal ayrıcalık (Zengin veya mevkî sahibi olmak, aşîret mensupluğu gibi), beden ve kas gücünden ibâret izâfî bir kabuldür. Kimi zaman da karşı tarafın ‘iyi ânı’na rastlanabilir; bundan kötüler adına iyimser bir tavır üretmek -en hafif benzetmeyle- ahlâksızlıktır!

Nefret kurumlaşabilir mi; evet! İyilik ve sevgiye rağmen mi; evet!

Sistemli fakirleştirme, sistemli câhilleştirme, sistemli baskı ve sistemli nefretin kurumlaşmış ifadesi olan devlet… Ve o devletinamplaya domestiq yöntemle devşirdiği sivil, üniformalı memur ve sözde aydınlara duyulacak nefret, bir asra yaklaşan baskı ve zulümden kurtuluşumuzun ilk nüvesini teşkil edecektir. Niye? Yeniden bir sevgi medeniyeti kurabilmek ve Müslümanca yaşayabilmek için...  Bu, insanlığın da biricik kurtuluş yoludur.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları 

 

HAYDİ GEL

 

Tak... tak… tak…

-Kim o?

-Ben geldim.

-Sen mi?

-Evv..vvet.

-Şimdi mi?

-Şimdi ya!

-Olamaz..

-Ne olamaz?!

-Yani...

-Ne yanisi?

-Hiç mi hiç beklemiyordum ki seni!..

-Ama her an geleceğimi biliyordun.

-Öyle de…

-Öylesi, böylesi yok vakit tamam…

-Ciddî misin?

-Elbette…

 

***

 

-Hiçbir çaresi yok mu?

-Neyin?

-Azıcık daha zaman tanımanın...

-Binlerce gün verilmedi mi sana?

-Verildi de..

-Öyleyse…

-Tam hazırlanamadık ama!

-Kendi adına konuşmalısın.

-Hazırlanamadım ben.

                                                                        

 

-Hacca gittiğinde, Kâbe’nin dış kapıları önünde bembeyaz kefenler kurutuyorlardı gördün değil mi?

-Evet…

-Zemzem suyu ile yıkanmış kefenler…

-Evet…

-Teneşir kokulu…

-Evet…

-Neydi onlar biliyor musun?

-Evet…

-Neydi?!

-Ölümü hatırlamak içindi..

-Bak nasıl biliyorsun!

 

***

 

-Senin hazır mı kefenin?

-Hazır!..

-Ne korkuyorsun o zaman?

-Daha binlerce hayalim ve planım vardı ama!

-Hata sende!

-Neden?

-Bütün planlarını bana göre yapmalı değil mi idin?

-Öyle de…

-“de”si , “me”si yok ki; vakit tamam.

 

***

 

-Hem hiç mi hazırlığın yok?

-Var da…

-Çok korkmana da gerek yok!

-Çok korktuğumdan değil, hayallerim vardı dedim ya!

-Hayal edemeyeceğin kadar güzel bir yere gittiğinin farkında değil misin?!

-Sahi mi?

-Elbette sahi!

-Nasıl bir yer orası?

-Anne karnındaki çocuk, nasıl bu dünyayı o karanlık yerden anlayamazsa, sen de ahiretiburadan anlayamazsın.

 

***

 

Çok aniden geldin. Kime götüreceksin?

-Münker ve Nekir meleklerine. Bildiğin gibi bu dünya Peygamberlere bile yâr olmadı!

-Şahidim olur musun?

-Neye?

-Beşer olarak korktum, çünkü sen Azrailsin…

-Evet…

-Hz. Ali ne diyordu?

-Ne diyordu?

-Gayb perdesi açılsa imânım ziyadeleşmeyecek demiyor muydu?

-Diyordu.

-Benim de Rabbimin narından nuruna sığınmaktan başka yolum olmadı ancak…

-Ne ancağı?

-Ancağı şu: Ölümün yüzü soğuk be kardeşim… Yoksa Rü’yeti Cemali görmeye canatmayan mı var?

 

***

 

-Gerçekten zormuş insan olmak!

-Ne oldu?

-Melek olmak çok kolay da ondan!

-Şimdi anladın mı beni?

-Allah’ın merhametine sığınalım…

-Birlikte duâ eyleyelim insü-melek lisânıyla:

-Dağların kaldıramadığı yükü kolay mı kaldırmak!

-Sana sığınıyoruz Rabbimiz (cc).

-Rahmetinle kuşat bizleri.

-Amin!

-Haydi gel…

-Peki, tamam…

Mehmet Kaplan

Online dergiler Online dergiler