TÜRKİYE’DE ENERJİ POTANSİYELİ

Lise dönemimde, çok sevdiğim Coğrafya dersi hocam Turan Urlu ve 2 arkadaşımla beraber oturmuş muhabbet ediyorduk. Biraz eskileri hatırladıktan sonra muhabbet ekonomiye geldi. Benim öğrenciliğim dönemimde diye başladı hocam, aldığım burs geri ödemeliydi. O zamanlar enflasyon 3 haneli rakamlarda seyrediyordu. Öğrencilik dönemim bitip krediyi geri ödeme vakti geldiğinde enflasyonun bu kadar yüksek olmasından dolayı, ödeyeceğim miktar çok cüzi olmuştu. Şimdi durum öyle değil tabii tek haneli rakam artık, öğrenciliğim dönemimde 3 haneli enflasyon bana yaradı dedi ve güldük.

Muhabbetimiz böyle devam ederken, Türkiye ekonomisinin ikinci çeyrekte %8,8 büyüdüğünü söyledim. Üstelik %6,7 oranında büyüme tahmininin yapıldığı zamanda diye de hatırlattım. Ekonomimizin sağlam olduğunu, üstünde durarak konuştuk. Bu sıralarda söz misal enerjiden açılmıştı ki, Fransa’da nükleer santralde patlama olduğu haberi telefonuma geldi. Bizim gündemimize ne zaman girse bu nükleer santral inşası hep bir olumsuz durumla karşı karşıya kalıyoruz. Daha önce Özal döneminde, merhum Özal: “ Ben nükleer santral yapacağım dedi.” Gerekli fizibilite çalışmaları yapıldı yer belirlendi ancak Çernobil kazası meydana gelinde proje askıya alındı. Tekrar güçlü şekilde gündeme geldiğinde Japonya’da ki felaket neticesinde nükleer santral patlamasının yaşanması, ihalenin tekrardan sonuçsuz kalmasına sebebiyet verdi. Bu güne kadar 4 kez ihaleye çıkılmış ancak bazı sebeplerden dolayı hem ihaleler iptale uğramış. Son olarak hükümetin koymuş olduğu “2023 Türkiye’sinde sıfır dışarıya bağımlı enerji politikası” kapsamında nükleer santralden karşılanacak enerjinin payı oldukça yüksek. Hükümetin bu konuda kararlı olduğu anlaşılıyor. Nükleer santral inşası için çokça protesto gösterileri yapılıyor, bir kesim karşı çıksa da bir kesim yapılmasından yana tavır gösteriyor.

Hocamdan yine bir alıntı… “Nükleer santral inşasına karşı çıkan kişiler, topluluklar var ya, gideceksin ilk başta onların elektriğini keseceksin bak bakayım bir daha protesto yapıyorlar mı? Bir başka grup daha var bunlardan beter, onlar; hem elektrik pahalı diyorlar hem de nükleere hayır diyorlar bunlar hepten beter.” Nükleer santral bir güçtür. Her açıdan. Elektrik fiyatlarının aşağıya doğru yönelmesini istiyorsan nükleere hayır demeyeceksin. Elektrik üretimini sen rüzgar türbinleriyle, barajlarla karşılayamazsın. Enerji yönüyle sıfır dışarı bağımlılık ve ekonominin daha da güçlü, daha sağlam olabilmesi için nükleer santral gerekli.

Bunun yanında İstanbul Boğazı’nın altındaki akıntının değerlendirilmesi gerekiyor. Bunlar var olan imkanları kullanmamak, yani zarar olarak yansıyor bize. Dalga enerjisi yayılmaya devam ediyor. Karadeniz’in potansiyeli bu konumda kullanılması gerekiyor.

Bu hoşbeş muhabbet esnasında çıkan satır başlarıyla birlikte, Türkiye’de enerji konusuna ufakça değindik. Bunun yanında, Wall Street Journal gazetesi Türkiye ekonomisine övgü dolu bir makale yayımlamış, makalede tek bir olumsuz yön var yüksek cari açık. Zaten bizimde dert yandığımız tek nokta yüksek cari açık. Genç nüfusun yoğun olduğu ülkemizde; giderek artan hane sayısı, kişi başına düşen enerji tüketimi gibi göstergeler ışığında, dışarıya bağımlı enerjimizi en aza indirgemek için atılması planlanan adımlarla birlikte, enerji kaleminde dışarıya bağımlılığımızın azalmasına paralel olarak cari açıkta azalacaktır.

Ahmet Eren

Paylaş


     Ahmet Eren’in Eski Yazıları

HERKES GİBİ OLMAYAN HERKES

Hayatta birçok kaybım oldu benimde, herkes gibi...
Çocukken bebeklerimi hep kaybederdim mesela
Ağlardım ağlardım,
Geçerdi...
Ama bazıları hiç geçmedi,
Geçemedi...
Babamın bana almadığı bebeğin hiç geçmediği gibi
Babam bana hiç bebek almadı ki... 

Birde yakınlarımı kaybettim mesela
Bazılarının adı sadece yakın olmalı ki,
Geçtiler ve gittiler...
Dürüst olacağım, bazıları hiç acıtmadılar bile
Ama bazıları...
İşte onlar;
Herkesleşmenin herkesçe doğal kabul edildiği bu dünyada,
Herkesleşmeyi kabul edemediler, şu benim sol avucumda.
Onlar hiç geçmedi...

Feda ettiklerim oldu benimde, herkes gibi...
Ne zaman birini sevsem, 
Hep sevdiklerime feda ettim, adını sev bile koyamadan.
Lise aşklarımı, dostlarıma feda ettiğim gibi
Seve sevgiden, seve seve veda ettiğim gibi...

Sustuklarım oldu benimde, herkes gibi...
İçinde büyüttüğüm hayırları,
Dudaklarımda evete meze ettiğim gibi...
Amalarıma, 'Hayır ulan, hayır!' diyemediğim gibi
Benden beni, çokça da seni kaybettiğim gibi...

Gecikmelerim oldu benimde, herkes gibi...
Bir takvim yaprağının düne tabi tutulmasına değmeyecek zamanlarımın oldu mesela
Düne vermediğim değeri, bugünde arayacak kadar aciz olduğum anlar oldu.
Oysa şimdi beni, ne geçmiş nede gelecek anlar
İşte bu zamanlar;
Geçmiş zamanlar...

Arayışlarım oldu benimde, herkes gibi...
Annesinin elini bırakmaya çalışan çocuğun gözlerinde okuduğum;' Bırak sana anne, bırak sana hayat beni bekliyor! ' sözlerinde aradığım ben gibi...
Ya da aslında hiç bulamadığım, sesini hiç duymadığım
O sessizlik...
Neyse işte...
Ben gibi...

Herkesliklerim oldu benimde, herkes gibi...
Herkesten kaçarken, herkeste kendimi bulduğum,
Herkeste bir ben kaybettiğim gibi...
Benimde aslında herkes olduğumu, herkeste gördüğüm gibi...
İşte bu yüzden,
Tamda bu yüzden kaçtım ben, benden.
Belki de bu yüzden, hiç yoktum ben.
...
Bu dünya herkese çok,
Bir bana ise hiç yer yok.
Ama herkes o kadar herkesken
Sesimi duyacak, sesini duyuracak kimsem yok.

Bu yüzden,
Herkes gibi olmak yerine,
Kaybetmek,
Kaybolmak yerine,
Konuşturulmak,
Yani susturulmak yerine,
Sustum ben, avazım çıkana dek.
Şimdi yoksam eğer herkeste
Ki yokluğu belirsizdir herkes içinden bir herkesin
Bu yüzden var olmak istedim,
Bir ben.
Kimse görmese de, 
Ben herkesin, herkesliğini görüyorum.
İşte bu yüzden,
Kayıplarım oldu benimde, ben gibi.
Ve ben, herkes gibi olmayan herkestim
Çünkü bendim.

Gizem Çavusoglu

 

Paylaş


     Gizem Çavuşoğlu'nun Eski Yazıları


 

BEN SOMALİLİ ÇOCUK

Ben somalili çocuk,hayallerimin olmadığı bir ülkede,babamı tanımadan öleceğim günü bekleyerek yaşıyorum.

Daha doğrusu, yaşatmaya çalışıyorlar beni,kirli suya batırılmış, birkaç kum tanesiyle.

Bizim burada, kum taneleri bile sayılarak verilir, biri diğerinden daha çok doymasın diye.

devamını oku


ZULMÜ ALKIŞLAYAMAYIZ!

Bizler mutlu olmayı bilmeyiz aslında. Hepimiz içimizde bir yerlere yetişme kaygısı olgusunu yerleştirmişiz. Nefislerimize dur demek, aklımıza gelmeden, hep daha iyisini daha fazlasını umuyoruz. Ummak belki masum bir eylem bunlar için. Arzuluyoruz, tutkuyla istiyoruz. Öyle bir tutku ki bu gözümüz kimseyi görmüyor.

devamını oku


SOMALİ’DE ÇOCUK OLMAK

Pencerenize sarı-sıcak tonlarıyla vuran güneş ışığı kirpiklerinizi aralatıyor ve güzel bir sabaha uyanıyorsunuz. Anneniz sesleniyor: ''Hasan oğlum, haydi kahvaltıya gel.''

Güneş yakıcılığını arttırdıkça, karnınızdan gelen ağrılara daha fazla dayanamayarak annenizin kucağına saklanmaya çalışıyorsunuz. Ancak çare etmiyor ve gözlerinizi bir umutla yeni bir sabaha açıyorsunuz. Bugün de yaşıyor olduğunuza şükrediyorsunuz. Anneniz fısıldıyor: ''Hasan yavrum, biraz daha dayan...''

devamını oku


BE HEY!

 Derisinden kemikleri çalınmış;
Tutunduğu her dal omzuyla beraber koparılmış, uzuvları kalaşnikoflaştırılmış,
Vicdan simsarı sülüklerce, insanlığın mahcubiyet kızılıyla gelip,
Boğazına lokma kaçmış moruyla uzanıverdiği
Yer; Afrika..

devamını oku


AFRİKA

Afrika, siyahın tüm kötülüklerin rengi olmasına karşılık, tüm kötülüklerin kendinde yaşandığı, beyaz insanların siyahları mezalime uğrattığı topraklar... Tarih boyunca sömürgeciliğin anayurdu olmuş olan bu topraklar, acıların başkentliğini yapmıştır. Beyaz insanların tüm dünyadaki maddiyat tapınmalarından bu topraklarda nasibini almıştır.

devamını oku


AÇLIK OYUNLARI

Şehrin arka sokaklarında karanlık bir holüdür. Eteğinde yükselen sütunlar, elden düşme hayatların beşiği, güneşte soyulmuş asfaltı yeis batağı olmuştur. Kokusu keskin. Çünkü içi hınç dolu. Yüzünü amaçsızca dolanan gövdelerin küfrü tekmeler. Ceplerinde onlarca insanın tiksinerek bıraktığı lokması, sefâheti, yoksulluğu… Şehrin günah dolu göğsünde gece açan bir çiçek gibi özüdür.

devamını oku

AÇLIK, SUSUZLUK, MUSİBETLER YERİ SOMALİ; YANIBAŞIMIZDA!

Ben kelime-i şahadet getirirken “Rab” olarak her şeyin Malik-i Ebedisini mi akla getiriyorum? Veyahut para, şöhret gibi kezzapları mı? Peygambere iman ederken; şefkat peygamberi olduğunu tam anlamıyla idrak mi ediyorum? Yoksa yaptığı ahvalleri kedimce uyarlayarak arkasına mı sığınıyorum?

Kur’an okurken, “Necisin? Nereden geliyorsun? Bu dünyadaki vazifen ne?” sorularının cevabını bulabiliyor muyum? Yoksa, meleklerin her yerde hazır ve nazır olduğunu bildiğim halde ala-i illiyine çıkmak yerine, esfel-i safiline mi yuvarlanıyorum?  Kısmetime razı olup rahat mı ediyorum? Kendimi fail zannedip hırs mı gösteriyorum?

Bunların Somali’yle ne alakası mı var? Çünkü bu soruların doğru cevabını bulamayıp veya doğrusunu söyleyenlere engel olunup soruna dönüştükleri için şu an bu durumdayız. Olanlar karşısında beşer pis elini aklayıp paklamak yerine hala karıştırmaya ve dünyanın midesini bulandırmaya devam ediyor…

Bir hatıramı aktarayım size:  Bir gün boyunca yaşadığım bunca durum karşısında, Cennet bu olsa gerek dedim kendime ve uykuda mıyım diye yokladım kendimi;  uyanıktım. Bunlar, Ramazan ayının ikinci haftasında ailemle geldiğimiz bir tatil köyünün geçici parıltılarıydı sadece.

Otele girer girmez kralmışız gibi karşıladılar bizi. O bellboyla aramızda kim daha üstün takvamız belirliyordu. Hali hazırda ise o köle gibi çalışan her şeye(haklı veya haksız dahi olsa) müsamaha gösteren, nefes alan bir varlık bense her şeyin malikiymiş hissine kapılma yolunda hareket eden bir gafil! Hâlbuki insanın vazifesi medih değil istiğfardır. Gel gör ki medh-ü senadan, küçük bir firavuncuk halini almak üzereydim. Bir araba dolusu eşya hiç zahmet çekmeden beş dakika sonra odamızdaydı. Ne de olsa ben bir paşaydım!  Girdiğimiz oda da küçük bir saraydı sanki: iki televizyonu, güvenli kasası, rahat yatakları, lüks banyosu ve içi dolu buzdolabıyla dünyalar benim olsun dedirtiyordu. Oysa hasırda yatıp, hasırın izi çıkan ve bunu görüp ağlayan sahabeye “dünyalar onların olsun ahiretse bizim” diyerek teselli veren kâinat serverinin ümmeti değil miydik? bizler ki bir Müslümanın hakkını yedirmemek için kıtalar aşan bir imparatorluğun torunlarıydık. Ama şuan yaptıklarıma, bulunduğum konuma bakıldığında: değil bunlara layık olabilmeyi; onların isimlerini bile ağzımıza almayı hak etmiyordum.  Evet, “rüya yaşam” a, yani otele geri dönecek olursam: otelde belki 500 çalışan var ve hiçbiri sana en ufak bir saygısızlık yap(a)mıyor,  tabi efendim evet efendim, özür dilerim efendim cümleleri ağız ve dillerinin demirbaşı olmuş adeta! Ve asıl beni vuran yerine geliyorum şimdi, YEMEKLER! 7/24 açık büfesiyle aklına gelebilecek her türlü gıdayı takdim ediyorlardı sana ve ben deli gibi tabağını doldurup, ya hepsini şikemperver nefsine veriyordum veyahut yiyebildiğini işkembeye, yiyemediğini de bırakıp; kalkıp gidiyordum. Tabağımı toplamaya bile tenezzül etmiyorum.  Mideyi doldurduğuma göre, kendimi uyuşturacak her türlü aktivite de aynı “ateş çemberi” içinde mevcuttu. Havuz, sauna, plaj, manevi huzur ve şevkten uzak aktiviteler… Bunlardan birkaçı.

Çok mu ajitasyon yaptım, akli değil kalbi mi konuştum? O zaman şimdi de şunlara göz atalım: Verilere göre Somali’de insanlar açlıktan ölmekte. Bu bir ilk de değil! Müslümanlar arasında gelir gider dengesizliğinden dolayı ifrat ve tefritler çok, ama sünnet-i seniyye yolundaki vasat yolu izleyen az! Acaba, açlığın bu mübarek ramazan ayında gelmesinin hikmeti ne olabilir? Oradaki taife-i masume öbür dünyaya güzel bir senetle gittiler inşallah. Ama İslamın şartları arasında bulunan vücubu zekâtı yerine getirmeyenler ise…

Acaba bu otelleri yapmak mı hayır, yoksa bu lüks hayatı bırakıp daha çok parasal himmet yapmak mı? Veya şirket, holding, dernek, partilerin iftar yemekleri mi düzenlemesi mi daha hayır yoksa ramazan geldiğinde yoksul ve kimsesizleri doyurmak ve bunu yıl içine yayabilmek mi? ACABA düstur-u teavün mü? YOKSA düstur-u cidal mi?

Dediklerim yanlış anlaşılmasın. Eve misafir de getirelim, helal sınırlar içinde sosyalliğimizi de yaşayalım. Fakat Somali sömürge haline geldiği halde biz gelmemişsek ve onlar açlıkla ölüm kalım savaşı verirken biz ekseriyetle güllük gülistanlıksak bir sır olmalı, bunu da unutmayalım.

İnsan olmadan bu yeşilliklerin, yeryüzü güzelliklerinin değeri kalmaz, insan olmadan hayvanların bir anlamı olmaz. Kısacası insan olmadan dünyanın bir anlamı kalmaz. En küçük bir fertten başlayarak sarfiyatlarımızı gözden geçirmeliyiz Bu yüzden doğa ve tabiatı koruyan kuruluşlar, hayvan severler adı altında toplanan vakıf, dernekler! Enerjimizi Somali ve benzer dramları iyileştirmek için kullanmak boynumuzun borcudur. Ölen insanları kurtarabilmek ve insan olabilmek için hayvanları ve tabiatı önemsediğinizi göstermek için bunu yapalım.

 Unutmadan! Midesi bulanan ise, rahatlamak için er ya da geç kusar!

Kemal Emre Çankırı

 

1998 yılının Aralık ayı... Ben, 8 yaşında olmanın gereği, pek de iyi hatırlamıyorum. Ama büyüyünce öğrendim; Türkiye tarihinin sancılı dönemlerinde, mağdurlar listesine girdiğimiz günler, işte o günlermiş.

Babamın Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki görevine Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararıyla son verildiği ve "disiplinsizlik" suçu gerekçe gösterilerek ordudan uzaklaştırıldığı tarihlermiş.

Disiplinsizlik... Binlerce "asker baba"nın hüküm giydiği, binlerce masum aileyi zorlu dönemlere iten suç(!), dosyalarda yazılana göre disiplinsizlik suçuymuş.

Evin en küçüğü olarak; ortada ne tür işlerin döndüğünü, babamın her sabah aynı üniformayı giyip aynı askeri araca binerek işe gitmeyi "neden" bıraktığını anlamasam da, evimizde yeni ve alışık olmadığım bir hayatın başladığını hissedebiliyordum. Babam durgunlaşmış, annem daha düşünceli görünür olmuştu. Eve uzak & yakın tanıdık ve akrabalardan telefonlar yağıyor ve insanlar duydukları haberin doğruluğunu teyit etmek istiyordu. Haber doğruydu, babam ordudan ihraç edilmişti.

Son görev yerimiz olan Elazığ'dan, memleketimiz Bursa'ya dönüşümüz de bu vesileyle vuku buldu.

Ve ben bir daha babamı üniformalı görmedim.

Bir daha hiçbir askeri hastaneye gitmedim.

Hiçbir ordu evine "yaklaşmadım".

İskender Pala'nın "İki Darbe Arasında" isimli kitabını, beni ve ailemi anlattığı için sevdim.

O'nun dile getirdiği gibi " çok şükür ki mazlum olduk, zulmeden olmadık" dedim.

Şimdilerde çok farklı hissiyatlardayım.

Bu yazıyı kaleme alma nedenim ise, yaşadığım hissiyata sizi de ortak etmek ve Türkiye'mizin geldiği noktayı bir nebze olsun gösterebilmek.

Bildiğimiz üzere, Türkiye 2010 yılının Eylül ayında bir referandum geçirdi. Benim, ailemin, yakın çevremin ve halkın %58'inin "EVET" dediği bu referandumla, ordudan haksız yere ihraç edilen binlerce aile için yargı yolu açıldı. Bu, pek çoklarının hayalini bile kuramadığı, bir zamanların Türkiye'sinde "imkânsız" denilen ama 2010'ların Türkiye'sinde "mümkün" olduğunu gördüğümüz bir olaydı. Bizi haksız yere ordudan, kurulu düzenimizden, sahip olduğumuz her şeyden "men" edenlere karşı davamızı açtık ve kazandık!

"İade-i itibar" yasası ile elimizden haksız yere alınan haklarımızı geri aldık.

Türkiye'de bir şeylerin "adil" olduğuna, adaletin tecelli ettiğine dair inancım artıyordu.

Bunun için annemin hiçbir duasında ismini unutmadığı Başbakanımıza ve referandum sürecinde ve sonrasında emeği geçenlere karşı minnettarlığımız hat safhada.

Biz aslında elimizden "çalınan" haklarımızı aldık.

Ama hakkı sahibine iade ettiren Allah'a şükrü ve O'nun bu işe memur kıldığı sebepler dairesindeki kimselere de teşekkürü (inşallah) unutmadık.

Bugünkü hissiyatım budur.

Cüzdanımda bugün bir askeri kimlik kartı taşıyorum.

Çünkü bugün yeniden, "ben asker kızıyım" diyorum.

Artık bugün ve her gün, ben Albay Savaş Matur'un kızıyım!

İKİ PARMAĞIN ŞÜKRÜ

Aman Allah’ım…

Böyle bir şey nasıl olabilir…

Donup kalıyorum.

Televizyon karşısında!

Yok:

Ekmek kavgası…

Yok;

Dünya sıkıntısı..

Meğer:

Ne kadar da basit şeyler ile uğraşırmışız?

Meğer:

Ne de kıymetimizi bilemezmişiz?

Meğer:

Ne kadar değerliymişiz.

Meğer:

Ne kadar da az düşünürmüş insanoğlu…

Utandıııııı……mmm!

Yerlere girer insan;

Bu tavır karşısında…

*** 

Sondan başlayalım;

Bir kere:

İnsan olarak yaratılmışız…

Bunun şükrünü edâ etmemiz mümkün değil...

Televizyon karşısında beni bu kadar hayrete düşüren..

Bu kadar utandıran husus:

Bir engelli bayan…

Konuşması normal.

Ama;

Sadece sağ elinin iki parmağını kıpırdatabiliyor!!!

Kas erimesi var.

Ve iki parmağı dışında kullanabildiği bir uzvu yok…!

“Allah’a şükür bu iki parmağım var”  diyor… 

Utanıyoru……mmmm!

Adeta:

Yerlere geçiyor insan.

***                                                               

“Alman hükümeti bana iki asistan verip birini seç ve beraber çalış…”  diye açıklamalarını sürdüren bu hanımefendinin kendine has bir asaleti var ezilip-büzülmeyen her engelli vatandaşımız gibi.

Ama;

Tam anlamı ile:

Hanımefendi…

Kibar.

Kompleksiz..

Olguuuunn…

Devlet dediğin burada lazım.

Her şeyin:

İnsan odaklı olduğu bu ülkede özürlülere ait bir de okul açmasına izin vermiş Almanlar.

***

“Lütfen iki kolunuzu havaya kaldırın”

“Bu ne kadar büyük bir nimettir iyi düşünün…” diyor bu bayan…

Spiker:

Röportaj yaptığı bu farklı bayanın dediklerini uygulayıp iki kolunu havaya kaldırırken şaşkınlığını gizleyemeyerek öyle bir yüz haline bürünüyor ki görmelisiniz!

“Benim iki kıpırdatabileceğim parmağım var ya.. Allah’a şükür bu iki parmağım var…”  deyince;

Kopuyorum… 

Ağlıyorum.

Elimde değil…

Bir tarafta;

Kıpırdatabildiği iki parmağı ile bu şükür dolu hanımefendi…

Bir yanda ise:

Lütuf dolu ama bundan bîhaber bir şükürsüzler ordusu!

Kesinlikle..

Ama:

Kesinlikle;

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi” diyen kanuni Sultan Süleyman’ın en hakiki torunu bu asîl bayan olsa gerektir!

Sağlık Bakanlığımızın “Yılın Başarısızlık Bilmeyen En Başarılı Engellisi” ödülü var mı?

Yoksa eğer;

Başlatılıp en evvel bu kardeşime verilmeli.…! 

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler