Afrika, siyahın tüm kötülüklerin rengi olmasına karşılık, tüm kötülüklerin kendinde yaşandığı, beyaz insanların siyahları mezalime uğrattığı topraklar... Tarih boyunca sömürgeciliğin anayurdu olmuş olan bu topraklar, acıların başkentliğini yapmıştır. Beyaz insanların tüm dünyadaki maddiyat tapınmalarından bu topraklarda nasibini almıştır.

Dilin bir milletin bağımsızlık noktasında en önemli etkenlerden biri olduğunu bahsettiğim yazımda (moda ve dil), bu bağımlı olmanın getirdiği insana bakan en önemli sonuçta fakirliktir. Fakirliğin bu siyah insanların kaderi olmasına sebep olan her beyazın ve siyahın bugünkü felakette payının olduğu unutulmamalıdır.

***

Bugün Afrika’da yaşanan felaketten herkesin bir şekilde bir haberi var. “Haberim yok”  diyenlerin yaşama belirtisi olmadığının bile farkına varması gerekir. Zira bu felakette ortaya çıkan tablo ölülerin bile kemiklerini sızlatacak cinsten.  Şöyle genel başlıklarla oradan gelen haberleri sizlerle paylaşmak isterim...

Bir annenin çocuğunu oraya giden bir yardımsevere vermek istemesi. “al çocuğumu kurtar.” Demesinin bir annenin ne duruma geldiğinin bir göstergesidir sanıyorum

Bizim günlük yediğimiz eti, oradakilerin bir yıl boyunca ancak yiyebilmeleri; fakirliğin ne durumda olduğu konusunda bir örnek serer önümüze.

Şu an için 11 milyon insanın kıtlık ve kuraklık yüzünden ölümle yüz yüze olduğu BM raporlarında biz beyazlara duyuruluyor.  11 milyon insanın nicelik bakımından ne yaptığını varın siz düşünün.

“Somali’de yaşanan kuraklıktan kaçarak Kenya’daki kamplara sığınan insanlar tam bir dram yaşıyor. 3 senedir tek damla yağmur yağmamış bölgelerden kaçarak 50 derece sıcakta 400 km yol yürüyen halk, sığındıkları kamplarda hayata tutunmaya çalışıyorlar. Yürüyüş esnasında birçok kişi hayatını kaybederken kamplara ulaşabilenler de yorgunluk, sıcak ve açlık ile boğuşuyor.” Yaşanan dramın ne olduğunu anlatan bir yazının ilk satırları...

26 Temmuz tarihinden Türkiye Gazetesinden Osman Sağırlığının attığı başlığı okumak yetti bana oranın durumunun ne olduğunu anlamak için. Başlık şöyle:

BM, güvenliği bahane edip gıda depolarına kilit vurdu, her gün 800 Somalili açlıktan ölüyor...

 

Yukarıda kendi çapımda orada yaşanan dramı gözler önüne serebilmek için birkaç satır yazmaya çalıştım.  Bir fotoğraf karesinin yazıdan daha etkili olacağına inanan biri olarak aşağıda, bizim beğenmeyip çöpe attıklarımızın orda aş olduğunu gösteren bir kare paylaşmak istiyorum.

Orada yaşanan durum hakkında genel bir bilgi verdiğime inanarak üzerimize düşenler konusunda da bir iki satır yazmak istiyorum. Genel olarak bakıldığında, halkımızın zaten üstüne düşeni yerine getirdiği kanısındayım. Buradaki fakirliğe duyarsız kalmamak için; atacağımız bir SMS veya bağışlayacağımız maddi meblağın burada ettiğinden çok daha fazla değer taşıdığını unutmamamız gerek. Çünkü ihtimal ki açlıktan ölüm döşeğinde olan birinin boğazından geçebilecek bir lokmada pay edinmek, inanıyorum ki o insanın hayatını kurtarma sevabı bile kazandırabilir. Rahman’ın bize bahşettiği bu mübarek ayda, bu şekilde sevap kapılarından boş dönmemeliyiz. Duaların makbul olduğu bu ayda da maddi desteklerimizin yanı sıra; oradaki kardeşlerimiz içinde dualarımızı eksik etmeyerek  “inanma” noktasındaki yükümlülüklerimizi de yerine getirmeliyiz

Bir diğer değinmek istediğim nokta da; “Efendim bizde fakir Ali yok mu da, taa somAli’lilere yardım ediyoruz?” diyen dalkavuklar. Öncelikle bu soruyu duyunca insan aptallaşıyor ve tüm aklı melekelerini yitirerek cevap bulamıyor. Bu itirazda bulunulanlar sanki Türkiye’de fakirler için bir adım atmışlar gibi, Afrika’da yaşanan bu drama yapılan yardımları baltalamak için tüm fesatlıklarını dökerek, insan nazarında maymunlaşmayı göze alabiliyorlar. Pes dedirten bu itirazlara kulak asmamalı ve yapacağımız yardımlardan kazanacağımız sevapları bu tiplere kötü söz söyleyerek harcamamalıyız kanısındayım.

Biz, dedelerimizin yaptıklarıyla övünç duyup, onları örnek alan bir gelenekten geliyoruz. Osmanlı’ya bakıldığında, nerde bir felaket varsa oraya koşuşturmalarının örnekleriyle dolu bu tarih. Ayrıca biz deccal ile su pazarlığına ramak kala son damla suyunu dostlarıyla paylaşan Sahabe efendilerimizin rehberliğinden yoğrulmuş bir kültürden geliyoruz. İşte bu yardımları baltalamaya çalışanların, ceviz kabuğu kafalarının almadığı da budur!

Saygılarımla…

 

Şehrin arka sokaklarında karanlık bir holüdür. Eteğinde yükselen sütunlar, elden düşme hayatların beşiği, güneşte soyulmuş asfaltı yeis batağı olmuştur. Kokusu keskin. Çünkü içi hınç dolu. Yüzünü amaçsızca dolanan gövdelerin küfrü tekmeler. Ceplerinde onlarca insanın tiksinerek bıraktığı lokması, sefâheti, yoksulluğu… Şehrin günah dolu göğsünde gece açan bir çiçek gibi özüdür.

Metanetli bir sokak arasından bahsediyoruz. Dinlemeyi bilirse insanoğlu, umursamaz yüzüne sille atmadan gördüklerini anlatmaya sabrı var.

Karşı bloklardan kulağına çalınan vurdumduymaz lakırdılar dişlerinin arasında sinirle ezilirken omuzlarındaki yüksekçe bir binanın seyirlik terasında yine hareketli bir gece yaşandığını fark etti sokak. Dört başı mahmur sofralar kurulmuş, sıcaklar-soğuklar dakikalık aralarla hop oturup hop kalkıyor, gece sonuna yüklü bir çöp yığını hazırlamak için paranın satın alabildiği olanca şey yarım yamalak geri gönderiliyordu. Farklı dinlerin farklı insanlarıydı fakat ne Kuran’ın ne İncil’in ne de Tevrat’ın angarya yasağına uyan vardı. Dolan mideler yeniden dolması için defalar kere kusulurken kazan dairesinde bir adam mendiline sardığı ekmek parçası kucağında, çarkın dönmesi üzerine hülyalara dalmıştı. Dışarıda bir yerde başkasının günahına ağlayan adamların varlığı damarlarına tahammül pompalıyordu amma aç yattığı geceleri düşündükçe israfa katlanması da ne zordu. Derken alkışlar içinde bir radyo oturtuldu başköşeye. Yaz gecesini biraz müzikle renklendirmeye niyetlenen eller, nefsi coşturan darbuka frekanslarını ararken, megafondan patlayan bağrışların hâkim olduğu bir istasyonda duraksamak zorunda kaldı. Çatlamış ses tellerinden çıkan ölüm, sefalet ve açlık benzeri uzak lügat kelimeleri boş beyinlerde davul çalıyordu şimdi. Hayli sitemkârdı derinden gelen imdat dalgaları ve insanı rahatsızlığa sevk ediyordu. Konuşmalar kesildiğinde, geriye balkon sefasına pek tezat, mandallara tutturulmuş gibi asık suratlı insan portreleri kalmıştı. Eğlence, anlık bir iç hesaplaşmasından sonra kaldığı yerden devam etse de Afrika’nın bilmem ne bölgesinden iskemlelerine misafir olan top güllesi sözler, vicdan taşıyanların damağında paslı bir tat bırakmıştı.

Haberler son birkaç günde taş atan çocuklar gibi kol geziyordu sokağın kaldırımlarında. İsmi bahtından çıkarılan kara bir kıtada ölen bebekler, her saat sütçünün, boyacının dilindeydi fakat şu yaldızlı evlerin duvarlarını yarıp geçememişti bir türlü. Taşın toprağın dili tutulmuştu ama insanların alnı hala soğuktu.

Derken çat kapı umut dağıttı bir ampul. Işığın ani bir hızla perde arasından dışarı hücum ettiği alt dairelerden birinde, dehşet içinde yatağının altına koşturan pembe yanaklı bir çocuk, kumbarasını karıştırıyordu. Televizyonda, Kenya denilen bir yerde gördüğü, defterine çiziktirdiği çubuk adam gibi insanlar, bugün çikolatasız doğum günü pastasından bile daha kötü bir sürprizdi onun için. Hiç jelibon yiyememiş çocuklar adına telaşla yardım zarfını doldurdu.

Yürek, bedenlere sığdırılmaktan öte insanı taşıyan bir balon gibidir; Âdem’in oğulları birbirine dertlendikçe ateşlenir ve harlandıkça yükselir. Rahat insanların vicdan yükü ağır olmasaydı göklere çıkar, üç kuruşluk toprağa tamahları kalmazdı.

Küçük tombul eller geceye haddini bildirirken, yazıklar ve vahlar döküldü sokağın ağzından. Neler unutulmuyor ki. Yılların, büyüyen gövdelere insanlığını da unutturabileceğini düşünüyordu. Nankör, korkak evlerde yanıp sönen küçük sahnelere baktıkça, çıldırma nöbetleriyle artık daha da emindi.

Sol dairelerden birinin mutfağında başını avucuna dayamış bir kadın, hesap yaparken yastık altı birikimi hangi oğlunun olsun? Açlığın ve kuraklığın konuşulduğu uzak bir kıtada yardım kampına ulaşmaya çalışan bir başka anne de çocukları arasında seçim yapıyordu; hangisiyle devam etsin, hangisi ölsün?

Poker oynanan bir üstteki duman altı odada, masayı çeviren beylerin kravatları çoktan gevşemiş, viskiyi tek seferde ağzına boşaltan adamın gömleği terden sırılsıklam olmuştu. Güneyde bir yazlık ev kazanmanın hayaliyle kardeş payından çaldıklarını ortaya koyarken biraz daha güneyde insanların çadırlarda koca bir kış geçirdiğinden habersizdi.

Sonra birden çarpıntılı sessizliği şen kahkahalar ile hançerlendi sokağın. Kucağı güllerle dolu genç bayan soluklanmak için nemli duvara sırtını dayamıştı ki ona yetişen genç adam yosun kokulu betondan çevik bir hareketle kopardı sevgilisini. Güller dağılırken vücutlar bütünleşti ve sokak lambasının ışığında aşk dolu bir Flâmenko başladı. Dünyanın bir yüzünde bir çift çiçekler içinde eğleşirken gözlerden ırak diğer yüzünde akbabalar nöbetteydi. Susuz kalmış dudaklar can verip veda ederde bir çiftin parmakları ayrılırsa kenetlendiği yerden diye.

Yakınlardaysa evsiz bir dilenci günün muhasebesini yaparken gözleri yolun sonundaki mezarlıktaydı. Hayatı boyunca başını sokacağı bir yerin hayalini kurmuştu ve sanırım bu ölünce kendiliğinden gerçekleşecek diye geçirdi içinden. Ardından saatler önce gazetecilerin elinde gördüğü siyah insanların acıklı fotoğrafları, fabrikadan gülerek çıkan işçiler ve iyi para bırakan siyah takımlıları hatırladı. Sloganlar beyninde gece vardiyasına başlarken kartonların üstünde bir bebek gibi şehrin masallarına kendini kaptırmıştı.

Kuzeyde hayat güzeldir, 8 yaşındaysanız hele. Hollywood ışıklarında oyunlar oynamak, berberden sonra omuzlarda teyplerle meydanlara çıkmak, üstü açık bir arabada hayat dolu sesler fışkırmak şehrin uykusuz camlarına. Kaldırımlarda dans etmek ve adına romantizm dedikleri yağmurda yürümekler… Elinde sıcak bir el, burnunda sıcak ekmek kokuları varken aç gezmek bile ne güzel emin beldelerde.

Öğlen sıcağında kurulan gündüz düşlerine benzetti bunları sokak. O vakitlerde ağzı oruçla bağlı bir Müslüman, ezan okunacak ve doyacağım diye düşünmüştü. Alnım secdeye değecek demişti elindeki sırma işlemeli seccadenin verdiği gönül rahatlığıyla. Oysa Somali’de aç yatan uzak komşusu için bir ezanın diğerinden farkı yoktu günlerdir.

Şimdi, karanlıkta bir adam ve bir kedi aynı çöpü karıştırıyordu. Sonrası… Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır.

ATLI GÖL

Tuğrul Beğ’in adına hutbe okutup hanlık toyu verdiği, Çağrı Beğ’in akından akına koştuğu günlerdi. Artuk adlı kocamış bir seyis vardı, hanın tavla tavla atlarını gözetirdi. Oğlunu da kendisi yerine büyütmüştü. Sungur, yeniyetmeliğinden beri her yıl belli günde uzun bir yolculuğa çıkardı. İz değil giz dolu gidip gelirdi. Anaların kurt doğurduğu iklîm-i rûmun yurt olunduğu çağdı. Hânım hey!

               Yorulduğunu belli eden biniciye karşılık at hiç de öyle görünmüyordu. Atlı bir ara hızı dörtnaldan eşkine çevirdi, sahipsiz bir köprü kalıntısı yanından tırıs geçip dağlara doğru yön tuttu. Bir zamanlar öyleymiş de sonradan dikliğini yitirmiş, son birkaç yüzyıldır balkan görünümüne bürünmüş gibi duran dağ sırası yaklaşan konuğu karşılamaya hazırlandı.

Kekik yığınları, boy vermiş nâne, toprağı yarmaya uğraşan çiğdem... Koku ve renk cümbüşü yalnız onlarla sınırlı değildi. Sayısız desen; kıpırdayan, abanan, atılan, sürünen, uçan, yürüyen türlü varlık biriken sesini manzara daha da büyüleyici olsun diye cömertçe yere yaymış; hava, elinde olmadan dört yana bin bir renk silkiyor. Eteğini yamalı bohçaya çevirmiş yükseklik, dinlenen bir heybet halinde serinliğini koruyor; kardelenler vedalaşmadan gitmiş, beyaz örtüsü eriyip yitmiş, yalnızca dorukta namaz takkeliğine özendiği belli dantel örgülü bir ağartı var. Bezenmiş güzellik, fışkıran kaynak, gürleyen çağlayan, akan dere, taşan pınar olarak altına yayılı duran ovayı besliyor.

Atlı karar aldığı bir uzaklık sonrası yavaşlıyor, durup iniyor, uyuşan bedenini ovuyor. Günlerdir yüzünü yalamış rüzgar izine karışmış terini siliyor. Atın terkisinden çektiği heybeyi yokluyor. Eline değen kuru ekmek ve peksimeti buz soğukluğundaki dere suyuyla katık ediyor. Omzuna dökülen kurt yelesi saçını, birden orda bitiveren bir esinti okşuyor. Çenesine dek uzamış kumral bıyığı, ela gözleri, yalnızken hilalleşen kaşları, pembeleşmiş şakak ve ölçülü aralıkla şişip sönen avurtlarıyla sıradan bir yol yemeği yiyor. Atı yemiyor, binicisini bekliyor. Tersiz ve onca yola rağmen yorulmamış. Kişnemeden duruyor ve doru bir hilkat harikası halinde dağın doruğunu kolluyor, bir ara ve bir anlığına gözleri aradığını bulmuş gibi ışıyor, tâ uzaklardan beliren bir serinlikle sağrısı şişiyor. Binici, kaftan eskisi üstlüğünü çekiştirip kalkıyor, yere savurttuğu dağınık sarığını bağlıyor, şişen ayaklarına aldırmadan sağ çizmesini üzengiye iliştirip bismillah gayretiyle sıçrıyor, elde yular atı gemliyor. Göz açıp kapayana dek hiç durulmamış, ara verilmemiş gibi at ve atlı tek varlık sanılacak uzaklığa erişiyor. Diz boyu yükselmiş uzayan yeşillik, yassıltan nal darbeleri ve çınlatan bir kişneme altında eziliyor.

Gözün yakın dediği ama bozkırın uzalttığı aralık dörtnal hızına daha fazla direnemiyor, ara gittikçe kapanıyor. Uzaktan sözde yassılmış duran dağın hiç de öyle olmadığı, bunu bilerek böyle yaptığı yalçın, hırçın bir şey olduğu anlaşılıyor.

Be-hey ulu dağ! Her dem yamacına düşülmez, serinliğinde yüzülmez, derinliğine erilmezdin. Bazen de bağrında bir içen bir daha üzülmez su, bilinmez nice sır saklardın. Yaylana yiğitler konardı, deli sular göğsün yonardı, güz olunca zirven donardı, çamlıbellerin hal hatır sorardı. Şimdi hiç adın anılıyor mu, dillerde yâdın söyleniyor mu, güzellerin yine murâdın alıyor mu?

At, atlısıyla beraber artık son durak ve ayrılık olacak erime yaklaşıyor. Geldikleri görülüyor. Yaşlı değirmenci, nur yüzlü evdeşi ve nasibini bekleyen on altıyı henüz yaş eylemiş ve bir şekilde buranın büyüsüne tutsak olmuş kır gülü, yaban çiçeği, tavlı kısrak benzeri torun... Üç insan sevinen altı göz olmuş, uçsuz bozkırın son konak yerinde unutulmuş eski bir değirmen önünde yaklaşmayı sürdüren karaltıyı karşılıyor. Güneş son ikindi gölgesi yayıyor. Konuk atından usta bir inişle sıçrıyor, kızın gözlerinde beliren, göğsünde seyiren kıpırtıyı, nine düşünülmüş bir yan dönüşle örtüyor. İçindeki kımıldanıştan utanç değil sevinç devşiren kısrak bozması güzellik, zamansız, uygunsuz ama yakışan bir sesle ‘buyur’ diyor. Dede ancak o zaman oluşu kavrıyor ve hatununa bakmak istiyor. Engel tanımaz cüret azalacağına artarak kapı aralamaya koşuyor. Atılışıyla sergilediği allı yeşilli savruluş çağrının en karşı konulmazı oluyor.

Issız değirmen sanılan yapı, bir zamanlar han niyetine sıcak aş ve yatak gözeten kervanların uğrak yeriydi. İki günlük uzaklıkta varlığı yokluğu seçilmez bir obanın durduk yere şehirleşmesiyle çekiciliğini yitirdi. Alışılmışı değiştirmek istemeyen yeni evli hancıoğlu inadına kıskançlık da katarak burada kaldı. Çocukları günü gelince aşağı indi. İlle de birisi denince, ortanca oğul dur duraktan anlamayan küçük kızı yoldaşlık olarak onlara bıraktı. O da burasını çok sevdi. On üçüne erince deliliği dişiliğe, yalnızlığı sıkıcılığa döndü ama hanı bırakamadı. Yere değil bütün gününü onlara verdiği atlara kıyamadı. Son iki yılını daha önce dikkatini çekmeyen bir yolcunun özlemine ayırdı. Bırak ikiyi fazladan bir yıl daha beklemeye gücü kalmamıştı. Beş yıldır gördüğü oyun gene olacaktı: At yılkıya bırakılır gibi salınacak, binicisi konuk kalacak, dedesinin bitmez at konuşmasına katlanacak... Eğer o demezse, kendisi de söyleyemeyecek ama eyeri bulunmaz bir gediğe saklayacak, oyun içine oyun katacak ve bu kere atlıyı yalnız göndermeyecek... Beklediği her şey bir bir yapıldı: Atın gemi çıkarıldı, kayışları çözüldü, eyer indirildi, artık huysuzluğunu iyice belli eden hayvan bırakıldı. Ancak o zaman kız atın niçin hiç terlemediğini düşündü.

Kurulan sofraya oturuldu. Tarhana, soğuk et yenildi, ayranlar içildi. Atlı, dedeye ‘At inince size diyeceğim var’ dedi. Kulağına bin delik açılı kız söyleşmeyi duydu, yürek atışını serbest bıraktı, yüzünü fettan bir gülüş, yeşil gözlerini kayan bir bakışla süsledi. Verdiği soluk kararmayı seçen havayı iteledi. Uyku tutmayacağını bile bile üstünde aynı giysi uzandı. Kabarıp yeniden çekilen göğsü bu coşkuya fazla dayanamadı, uykunun çağrısına uyup eski ama diri biçime döndü. O da yan dönüp yüzünü dağınık saçlar arasına gizledi. Bir ara ürperdi. Uykulu eliyle yorgan aradı, eremeyince uzanmaya üşendi. Ay, ışığını içeri sokamadı ama sabaha kadar kırık kiremit aralarından aşk uykusuna yatan bir vücut seyretti.

Doru at sabahla birlikte göle vardı. Dağın yassılmaya izin verilmiş tepesinde ve henüz buzu çözülmüş su önünde durdu. Yaratılma amacını haykıran kişir kişir kişneme sonrası göle girdi. Yüzdü yüzdü, suyun ortasında yeniden kişnedi ve bir süreliğine görünmez oldu. Başını çıkarmasıyla yüzeye okşayan bir mahçupluk yayıldı. Beliren halkalar köpürdü ve o kıyıya doğru bir daha yüzdü. Sanki ağırlaşmış gibi yavaş geliyordu. Sonunda bütün bedenini dışarı alabildi. Silkinip başka türlü bir kişneyiş ardından şımartılmış adımlarla aşağıya yöneldi. 

Bekleyiş uzun sürdü ya da öyle oldu sandılar. İki kadından birisi sözde ev işiyle uğraşırken, dede ve atlı gözleri dağlara çevrili bakıyordu. İlk önce umulan kişneme geldi, ardından kendi göründü. At utanmış gibi sahibine yaklaştı, okşayan ellerin dokunuşunda gururlandı. Her şeyin yolunda gittiği belli olmuştu, mâşallah dediler, o da anlamış gibi bir daha kişnedi. Sonra yeniden eski uysal tavrını takındı, acıktığını belli etti, boynuna dolgunca bir torba astılar. Tavlada bekleşen atların yanına salınmadı ama geçen yılın meyvesi bir tay dün görüp koklayamadığı anasına yaklaşmak istedi, o kadarına izin verildi.

Atlı dedeyle bir kıyıya çekilip diyeceğini dedi, dede şaşmış gibi yaptı, sonra bir şey sormak üzere eve girdi. Torun atılıp boğazında yumruk ettiği heyecanıyla sorular sıraladı. Yaşlı adam sözü uzatmadı.

-Seni ister, balam gönlün var mı?

-Atam baba, gönlüm onundur.

-Bizi darda koyup gidersin.

-Her yıl bu çağda geliriz.

-Hayırlısına duam gerek.

Kız hiç gecikmedi. Bu ân için hazırlandığı belliydi. Alışkın bir atılışla terkiye oturdu. Tavladan anlamı açık ama isimsiz bir kişneme duyuldu. Atın sağrısına okkalı bir şaplak indi, hayvan bir daha şımardı. Balçiçek, iki yıl önce atlıya gönlü yanında bir tutam da perçem vermiş, alnından öpülmüştü. Şimdi de yükünü almış at üstünde beline sarıldığı aynı kişiyle gidiyordu. Sungur’a ilk olarak nerede duracaklarını sordu. Duyduğu yer adıyla sevindi. Esrik bir gülüş eşliğinde kollarını daralttı. Güneş kuşluk için yükseldiğinde, altında eşkin giden iki yolcu gördü. Çok geçmeden, şimdilik baharı yaşayan bozkır ufkunda bir top gölge olup eridiler.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

Kara çalınan ülke..
Kaybolmaya mahkum mazlum coğrafyanın adı,
Hep bir istatistik ile ilişik defter-i kadimde
Ense kalınlığı baz alınarak hazırlanmış bir haritada
Obez coni ve Romalıların kısılan gözlerinde dalgalanan
Karnı içeri çökmüş, iki büklüm bir Afrika..
Derisinden kemikleri çalınmış;
Tutunduğu her dal omzuyla beraber koparılmış,
Uzuvları kalaşnikoflaştırılmış,
Vicdan simsarı sülüklerce
İnsanlığın mahcubiyet kızılıyla gelip,
Boğazına lokma kaçmış moruyla uzanıverdiği
Yer; Afrika..
Kırılan kalemlerin mürekkebiyle sakladığı renktir,
Tebessümün sürgün edildiği yüzlerdeki diyar..
Düçar ananın mabed avlusuna düşen son can parçası;
“Somali” künyeli, ki boynundan ışık saçar!
Ağlayacak bir damla suyu olmayan bu çiroz bebeğin,
İnlemeyle yoğrulmuş solukçuklarına tıkanan kulak;
Tek dişini de altına bulamış bir çamurdan sarkıyor..
Kimsesiz timsalin ruhunu akıttığı avuçsa;
Artık tek renk giyinen bir emekli müslümanın…
Petrol karasına bulanan domuzcukların gökyüzünü görmesi,
Ve tenekeleşmiş birtakım bedenlerin bronzlaşması için;
Güneşin yapabileceği bir şey yok..
Yığılan aryan bokunun bataklarında üreyen sinekler
Hegelci soysuzların posta neferi..

Bir Muhammed ölüyor açlıktan..
Bir Abdullah ölüyor..
Güneşin kızdırdığı toprak,
Bir Hasan’ı sindiriyor..

Bazıları Müslüman zannıyla uyuyor hala..
Halbuki Müslümanlar kardeştir
Be hey!
Yüzyılda bir uğrayandan ne “ağa” olur
Ne “bey”..

ben somalili çocuk

hayallerimin olmadığı bir ülkede,

babamı tanımadan öleceğim günü bekleyerek yaşıyorum.

daha doğrusu, yaşatmaya çalışıyorlar beni,

kirli suya batırılmış, birkaç kum tanesiyle.

bizim burada, kum taneleri bile sayılarak verilir,

biri diğerinden daha çok doymasın diye.

 

ben somalili çocuk,

ölümden öte köy yok diyenlerin,

es geçtiği o köyden sesleniyorum size.

gerçi kimse duymuyor beni ama olsun,

biliyorum, tanımadığım çok insan anıyor adımı.

kimi 'hüzün' diyordur, kimi 'lanet', 

kimi 'gam', kimi 'hasret',

kimi 'yanlış' diyordur, kimi 'kurak'

kimi 'son', kimi 'ölüm'...

bu kadar kişiliği barındırırken ben içimde,

şu yaşamayı dahi bilmediğim hayat,

sahi, kaç bölüm?

 

ben somalili çocuk,

ağlamak nedir sizin oralarda?

biz burada pek ağlamayız da..

vaktimiz yok çünkü.

ölüm kalım mücadelesi veriyoruz her kıtada.

ölüm; mutlu son,

kalım; biraz daha susamak ve aç kalmaktır yalnızca.

 

ben somalili çocuk,

ellerimde korku, gözlerimde cesaret besliyorum.

ve üstümden uçup giden kuşlar gibi,

bir gün, ansızın, hiç beklenmedik bir hareketle,

özgürce uçmak ve bulutları yakmak istiyorum.

mümkün mü bu?

yani ben bulutu yakarsam,

kan mı ağlar gök yüzü?

ve bu yaptığıma hayal mi diyorlar şimdi?

saçma!

benim hayallerimi, sizin bencilliğiniz kirletti.

 

ben somalili çocuk,

hani şu, annesinin kucağında,

son nefesini anne diyebilmek için saklayan.

iyi bir şey bu.

hiçbir şey söyleyemeden gidenler var aramızda,

nereye gittiklerini bilmiyorum.

ama hepsinin yüzlerinde gördüğüm,

kocaman bir tebessüm.

sanırım rabbim, cennetine bizi yerleştirmek için

izin vermedi günah işlememize.

şükürler olsun.

 

ben somalili bir çocuk,

bir anne, bir baba, bir kadın, bir erkek,

herhangi bir şey...

utanmasam ağlardım, insanlar çok acımasız.

utanmasam ağlardım Allah'ım, sen boşa yorma bulutlarını.

utanmasam, yaşardım deli gibi, ama üzgünüm, inkar edemem aslımı.

aslında biliyor musun, hiç utanmıyorum Allah'ım,

hadi, inceldiğim yerden kopar beni.

 

ben somalili çocuk.

 

bana iyi bakın.

ben kendime bakamıyorum.

SEVGİ(Lİ)YE DAİR…

Ne çok şey yazmak isterdim mutluluğa dair… Sevinçlerime, gülüşlerime, umutlarıma ket vurmasaydın eğer. Kelimeleri büyütmek isterdim şanına yaraşır. Yığınla anlam yüklemek isterdim satırlarıma sevgimin uçsuz bucaksız derinliğinle.

Seni her şeyinle, bütün ayrıntılarınla; huyunla huysuzluğunla, aydınlığınla karanlığınla, çığlıklarınla suskunluğunla, tebessümünle çatık kaşlarınla, hiçbir şeyine karşı çıkmadan seni avutmak isterdim dizelerimde anne şefkatiyle.

Önce kızıp sonra sineye çektiğim hallerini resmetmek isterdim şiirlerimde baba yüreğiyle. Ama en çokta kalbime hapsetmek isterdim en sevimli bir yandan da çekilmez hallerini sevdalı gönlüyle. Oysa şimdi ne mi yapıyorum vazgeçip gitmeyi seçiyorum. Hayır, sus konuşma sevgili.

Olabilecek güzelliklerin arasından cımbızla çekip bulduğun yıldırıcı, acılı sözlerini duymak istemiyorum, duymamalıyım… Ve yine söylüyorum sus konuşma ey yar! Sensizliğin içinde bir umut seni bulana kadar. Gönlüm aklım yüreğim sende daha alacağın ne var…

Bana artık gitme deme ey yar! Deme çünkü korkularım seni sevdiğim kadar.

Kimi dinlesem, ne yapsam aklıma mı kalbime mi uysam? Cevapsız sorular çoğalıyor bir bir, gel sen destursuz yüreğime gir. Ummadığım anda yoksun sevgili söyle bu nasıl bir zalimliktir. 

Buldum aslında bu sevdanın neye benzediğini. Anladım seninle, ateşe suyu giydirdiğimi… Tıpkı bir körebe misali bağlayıp bütün karanlığınla gözlerimi tam yakaladım derken kaçtın, bıraktın ellerimi…

Gitmek zamanı şimdi… Her şeyden vazgeçmek. Aşkınla büyüttüğüm çocuğu kor ateşlerde yürütmek… Ah ne zormuş sevgili yangının ortasında gözyaşı dökmek.

Susmak zamanı şimdi kelimelere kilit vurup… Ölmek zamanı şimdi nefesinden sevdayı soluyup ah ne zormuş sevgili erken yitirmek geç bulup…   

 

                                                                                                                             Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler